İRAN ŞİİRİNDE ÜSLUP VE EKOLLER

Özet: Şehriyâr son asırda İran’da yetişen dünyanın en büyük şairlerindendir. Farsça ve Türkçe olmak üzere iki dilde divanı vardır. Onun en büyük özel­liği; klasik ve moderni başarılı bir biçimde birleştirebilmesidir. Bu şekilde kendine has bir tarz ortaya koymuştur. Ortak kültür değerlerimiz bakımından bu denli üstün bir şairin görüş ve değerlendirmeleri Türk Edebiyatı açısından da büyük önem taşımaktadır. Şehriyâr’ın dünya edebiyatına olan vukûfiyeti şiirlerinde ve az sayıdaki yazılarında görülmektedir. Onun burada çevirisi ve­rilen “İran Şiirinde Üslup ve Ekoller” başlıklı yazısı şiire ve sanata dair önemli bilgiler içermektedir.

Anahtar Kelimeler: Şehriyâr, İran Edebiyatı, Üslup ve Ekoller.

Methods and Schools of Iran Poetry

Summary: Shehriyar, who lived in Iran in the last century, is one of the most important poets in the world. He has two divans both in Turkish and Persian languages. The most spectacular characteristics he has is to be able to com­bine the classical and modern literature. Thus, he created a new method pe­culiar to him. With regard to our common values, that he has evaluations and opinions as a great poet is also crucial for Turkish literature. His mastery over world literature can be seen in his poetry and in his prose, writings, which are not many in number. His article titled “The Methods and Schools of Iran Po­etry” the translation of which has been given here contains important infor­mation concerning art and poetry.

Keywords: Shehriyar, Persian Literature, Methods and Schools.









Giriş:
Son yüzyılın yetiştirdiği en büyük şairlerden olan Şehriyâr 1906 yılında Hoşgenâbi köyünde doğmuştur. Babası Tebriz adliyesi avukatlarından, 1934’te vefat eden hattat ve alim Hacı Mir Agâ-i Hoşgenâbî’dir. Adı, Mu­hammed Hüseyin Behcet-i Tebrizî’dir. Şehriyâr mahlasını, çok fazla etki­sinde kaldığı Hâfız-ı Şirâzî’nin (ö.792/1389) divanından fal tutarak almıştır. Tıp eğitimi görmüş, fakat ortaya koyduğu eserlerine de yansıyan aşkı yüzün­den son sınıfta okulu bırakmıştır. Farsça’ya ve ana dili olan Azeri Türkçesine son derece hakimdir. 83 yıllık verimli şairlik yaşamı 5 Ağustos 1988’de sona ermiştir. Kabri Tebriz’de Şairler Mezarlığı’ndadır.
Gazel, kaside, mesnevi ve diğer şiir türlerini ustalıkla kullanan ve her türlü güncel konuda şiir yazan Şehriyâr’ın üç cilt Farsça, bir cilt de Türkçe divanı bulunmaktadır. Şair, annesinin bir gün kendisine; “Sen büyük bir şair olmuşsun, diyorlar. Ama ne yazık ki ben senin yazdıklarını okuyup anlayamıyorum. Öz dilinde yazsan da ben de okuyup anlasam,” demesi üze­rine iki bölüm ve 121 kıtadan oluşan büyük şaheseri Haydar Baba’yaii Selam manzumesini söylemiştir.
Farsça ve Türkçeyi çok iyi kullanabilen, Arap ve Batı edebiyatlarına da oldukça vakıf olan Şehriyâr, klasikle modern arasında bir köprü kurmuştur. Ona göre şiirde önemli olan şey sadece yenilik değil gönüllerde yer etmesi­dir. Sonuçta şairle okuyucu aynı noktaya varabilmelidir.iii Özellikle gazelde kendisinden öncekilerin üsluplarını devam ettirmiştir. Fransız, Osmanlı, Türk ve Kafkas şair ve yazarlarına olan ilgisiyle modern edebiyatı ve romantizmi onlardan alarak klasik edebiyatla birleştirmiştir. Ortaya çıkan bu yeni olu­şumu ‘Şehriyâr Ekolü’ olarak adlandıranlar da olmuştur.iv
Şiirleriyle dünyada büyük üne kavuşan, edebiyattaki gelenekçi ve yeni­likçi akımlara açık olan Şehriyâr’ın, şiir hakkındaki görüş ve düşünceleri de oldukça önemlidir. Onun İran şiirindeki üslup ve ekolleri anlattığı, kanaati­mizce şiir ve sanat konusunda farklı değerlendirmeler içeren “Sebkhâ ve Mektebhâ-yi Şi’r-i İran" (İran Şiirinde Üslup ve Ekoller) başlıklı yazısı edebi görüşlerine yer verdiği yazılarından birisidir.
“Konuya başlamadan önce küçük bir giriş sunacağım:
Konulu metinle pek yakınlığı olmayanların daha çok haşiyelerle meşgul oldukları, bunun aksine her konuda metne aşina olanların da haşiyelere fazla ilgi göstermedikleri genel bir kuraldır. Çünkü haşiye genellikle metnin açık­lamasıdır. Metni ortaya çıkaran müellifin veya sağlam görüşüyle ve derin ak­lıyla metnin kendisinden yeterince faydalanarak müellifin amacını anlayan bir kimsenin, hatalarının olması çok muhtemel olan başka birisinin açıklama­sına ihtiyacı yoktur.
Hz. Ali efendimiz (a.s.) mucizevî buyruklarının birinde; “İlim bir nokta­dır, onu cahiller çoğalttı” diye buyuruyor. Yani her şeyin ilmi, bir noktadan fazla değildir ve cahiller o tek noktayı çekip uzatırlar.
Falan şair filan şiiri söylemiştir, başkaları da o şiirle karşılaştıklarında şiirin güzelliği veya kusuru hakkında deliller dile getirmek isterler. (Bu kişi­ler genellikle keçeden bir şapka yapmakla servet elde etmeleri gerektiğini dü­şünen kimselerdir.) Her şeyde gerçek güzelliği ve çirkinliği nitelemek müm­kün değildir. Şiirde de lafızların ardında aynı şekilde imkansızdır bu. Bir be­yitte, örneğin şiirin ifadesinin tasannuyla değil, lütuf ve tabii maharetle bir yerde topladığı su, toprak, rüzgar ve ateş kelimelerini veya el, ayak, göz ve kulak kelimelerini bulurlar. O zaman şiirin bu özelliğinden sözgelimi müra’at-ı nazîr sanatını yaptığını söyleyip öyle isimlendirirler. Bu, bedi’ sa­natlar arasında da yerini almıştır. Okulda bedi’ ilmini okuyup, kendi hayal dünyasıyla bu dar kapıdan şiir alemine girip şair olan falanca genç şair de, başlangıçtan şiir meleğinin ilhamına kulak vermek ve kendi şiirini söylemek yerine müra’at-ı nazîr sanatını kullanır ve daha baştan taklidin dar geçitlerine kendisini mahkum eder. Sonuçta gerçek bir şairse, kendi dehasını yakar veya yıllarca geride kalır. Şair diye geçinenlerden de şiir mide bulandıracak şe­kilde çıkar ve bazen gördüğümüz gibi ters tepkiler doğurur.
Elbette bedi’ ilmi olmasın demiyorum. Fakat bedi’ ilmi en azından şiiri tanımanın ölçüsü olsun, şiir yapmanın değil. Her bedi’ kitabının başına şu cümle yazılmalıdır: “Bedi’ ilmi şiirin ürünüdür, şiir bedi’ ilminin ürünü de­ğil.” Şair bilmelidir ki manzum söz eğer tasannu ve tekellüfle ya da gramatikal ve zorlama konularda yazılmışsa tamamen yapmacık olur ve ge­nellikle de şiir olmaz, ama faydalı bir nazım olabilir.
Bu kendimizden verdiğim bir örnekti. Avrupaî ekolleri de aynı şekilde düşünebilirsiniz. Onlar da ekole önem verdikleri kadar ekolün içeriğine dik­kat etmezler. Onlar da ekolcülük oynama ve ekol yapma hastalığına müptela olmuşlardır. Onların tanımları da o kadar müphem, karışık, zıt ve noksandır ki gerçekten genç bir şair, bu karışık tariflerden bir kural çıkarıp kendine bir yol çizse, daha sonra bazen gördüğümüz gibi, beyni sersemleşip felç olacak­tır. Benim bu son 30-40 yılda hatırladığım -az çok Avrupalıların eserlerini gördüm- beni tam olarak tatmin edebilen tek edebiyat şaheseri Meterling’in Mavi Kuş adlı eseridir; küçük şeylerin çok azı seçkin eserler olarak algılanır. Gerçek Fransız şiiri, ilham ve düşünce düzeyinde, bizde Sadî ve Hafızla don­duğu gibi, Hugo döneminde durmuştur.
Elbette biz de, onlar da çok şeyler söyleyip ‘sîr’i (sarımsak) ‘sîb’ (elma) diye yutturabiliriz. Daha üstün olduğumuzu söylemek de kolaydır. Ama ger­çek, ifade edildiği gibidir.
Fransız şiirini, Hugo romantizmiyle doğru yolda ilerleyen ve istenilen olgunluk hedefine de yaklaşmış bir yolcuya benzetebiliriz. Ne yazık ki yine onun natüralizme saptığını, natürizm, fütürizm ve kubizmde sapmanın son noktasına ulaştığını görüyoruz. Sonunda dadaizmde tamamen maskara ol­muş, sürrealizm ve realizmde tekrar adam olmuş, parnasizmde cümle bağla­mayı, vezin ve kafiyeyi sağlamlaştırarak klasiğe yaklaşmış, yolun tozundan sıyrılınca kendisini romantizmin makul tahayyül ve fantazisiyle ikiz olan sa­nat için sanat zahmetine sokmuştur. Ancak sanatın asıl amacı olan hedef ve ideali kaybetmiştir. Bunun altında saklı olansa, Allah’tan istemek gerektiği­dir.
Fransa’da ortaya çıkan en önemli edebî çatışma; klasizm ve romantizm çatışmasıdır. Sebep tamamen, sanatı araç olarak değerlendiren siyasî ve suni bir konudur. Bu tartışmayla sanatın ruhu tamamen yok olmuştur. Çünkü klasizm ve romantizm, sadece birbirinin zıddı değil, aynı zamanda birbirinin tamamlayıcısıdırlar. İlgilenenler klasizmin konuyu özetleyip sıkıştırmaya ya­radığını, romantizmin ise konuyu yaymak için kullanıldığını bilirler. Kimi zaman konu çok olur, özetlemeye ihtiyaç vardır. Kimi zaman önemli küçük bir konuda önemli bir görüş olur, okuyucunun zihninde yer etmesi için bir hayli şerh edilmesi, açıklanması, ayrıntıya inilmesi gerekir. Birincisi klasizmle, ikincisi romantizmle ifade edilmelidir. Benim divanımda yer alan ve gece efsanesi tablolarımdan biri olan Şem u Pervane kıtası elli altmış beyit civarında olup Hafız’ın şu bir beytinin şerhidir:
“Ateş, gülmesiyle mumun ağladığı şey değildir.
Ateş, harmanda kelebeği yaktıkları şeydir.”
Hafız’ın bu beyti, o anlamın klasik biçimidir. Benim Şem u Pervane’m ise aynı anlamın romantik tarzıdır.
Noksan aklımla bendeniz genç şairlere şunu tavsiye ediyorum: Dünya­daki edebî ekollere yönelmek yerine dünya edebiyatının şaheserlerini okuyup kendi şiirlerini söylesinler ve şairin Allah vergisi zevk ve kabiliyetinin şiir güzelini ne şekilde yaratacağını, vücuduna hangi elbiseyi giydireceğini, elbi­senin model ve renginin ne olacağını bilen yaratıcı bir güç olduğuna inansın­lar.
Şairin şiiri, büyük alemden bir numune ve yansımadır: Allah şairin ben­liğinde bir dalga vurur, akıl dünyasını ortaya çıkarır, akıl dünyasından ruh dünyası, ruh dünyasından da madde dünyası doğar. İnsan kendini mütala et­meye başlarsa Allah’a ulaşır.
Şairin duyguları da bir dalga vurur, konu ortaya çıkar, konu manalara dönüşür ve manalar lafızlara dökülür.
Okuyucu bu taraftan girer. Yani lafızlardan mananın peşine, manadan konuya, konudan duygular kendisinde oluşur, bu duygular şairinkiyle aynı olmalıdır. Yoksa bu iki tezgahtan birinde, ya verende ya da alanda bir kusur ve noksanlık vardır.

Üsluplar ve Ekoller
Bendenizin İran manzum edebiyatında günümüze kadar gelen ve bir de­receye kadar birbirinden ayrılan üslup ve ekollerle ilgili düşüncem aşağıdaki şekildedir:
1- Türkistan Üslubu: Daha çok hamasî şiirler için uygundur. Saray men­suplarının, kumandanların ve askerlerin ifadelerinde olduğu gibi emreder bir havası ve silahşörce söz edası vardır. Elbette kendine has kelime, ıstılah ve cümle kuruluşlarına da sahiptir. Bunun da anlaşılabilmesi, sadece Horasan şairlerinin eserlerindeki şiir ve mütala örnekleriyle mümkündür. Bu üslupta şiirin sağlamlığı, genelde zarafet ve letafet üzerinde yoğunlaşır. Latif ve zarif kelimelerin seçiminde fazla sınırlayıcı değildir.
Bu üslubun mesnevî örneği Şehnâme, nesir örneği Târih-i Beyhakî, ka­side örneği Rûdekî ve Ferruhî’nin kasideleri, kıt’a örneği İbn-i Yemîn’in eserleri, gazel örneği Şeyh Attâr’ın ve son zamanlarda da Vüsûku’d-Devle’nin gazelleridir.
Şu noktayı da söylemek gerekir: Genellikle Horasan dışında bu üslupla şiir söyleyen bir kısım şairler, Ferruhî-i Sistanî, Suruş ve Kaanî’nin bazı ka­sidelerinde olduğu gibi zarafet ve letafeti Türkistan sağlamlılığı düzeyine, belki de daha üst bir dereceye ulaştırmış ve onun alt bir dalı olan Türkistan-Irak alt üslubunu ortaya koymuşlardır. Örnek:
Kalk ey köle! Yıldırım gibi giden ve şimşek gibi hareket eden o atı eyerle.
2- Irak Üslubu: Aşk, irfan ve öğüt içeren şiirler için daha uygundur. Yu­muşak, tatlı, irfanî ve tasavvufî bir ruha sahiptir. Kelimelerin seçiminde şairi tamamen latif ve alışılmış olanlarla sınırlar.
Bu üslubu, her biri nispeten belirgin bir şahsiyete ve meşrebe sahip bu­lunan İsfahan-Irak, Şiraz-Irak ve Azerbaycan-Irak üslupları şeklinde sınıflan­dırmak mümkündür. Şunu da eklemek gerekir: Herkesçe ve hatta bütün dün­yaca kabul gören Farsça şiir üstatlarının her biri, tabi oldukları üslup ve ekollerinin yanında ancak ince araştırmalarla anlaşılabilecek kendine mahsus özelliklere de sahiptirler. Bu şiir üstatlarının her birinin özelliklerini ayrı ayrı açıklamak istesek her birisine ayrı bir veya birkaç cilt kitap yazmak gerekir.
3- Yenilikçilerin Üslubu: Batılılar buna; nev-klasizm veya yeni klasizm diyorlar. Tıpkı Türkistan ve Irak üslupları gibi zamanın rengine bürünerek zamana göre sürekli değişime maruz kalmaktadır.
Bu üslup zamanımızdan ziyade yaklaşık olarak Safavî ve Zendiye şairle­riyle başlar ve meşrutiyetin ilk yıllarında, daha çok Molla Nasuriddin-i Kafkaz dergisindeki yazar ve şairlerin, özellikle Şirvanlı büyük şair merhum Sabir Efendi’nin eserlerinin yankı bulması vesilesiyle toplumsal ve eleştiri konularında kendini gösterir.
Yeni Irak üslubunun örnekleri; merhum Dehhüdâ’nın kıt’aları, merhum Edibü’l-Memâlik’in kasideleri, merhum Vahîd-i Destgerdî’nin musammatları, Arif ve aşık Şâdrevân-ı Şeydâ’nın gazelleri ve tasnif ettiği eserleridir.
Yeni Türkistan üslubunun örnekleri; merhum Melikü’ş-Şuarâ Bahâr’ın kasideleri, merhum Vüsûku’d-Devle’nin gazelleri ve kasideleri, Edîb-i Pişâverî’nin bazı eserleridir.
Bu üslup sürekli renk değiştirerek bugüne kadar uzanır. Çağdaş şairlerin klasik eserlerinin çoğu da bu üslubun bir parçası sayılır.
4- Sade Üslup: Halkın normal konuşma dilini şiire tatbik etmeye çalışan bir üsluptur. Bu üslup yenilikçilerin üslubuyla bazen çok yaklaşır ve sonunda teşhisin güç olacağı bir durum oluşur. Ancak çoğu zaman aralarında mesafe olur ve tam olarak ayırt edilebilir.
Bu üslubun tam belirgin nesir örneklerini, kendi döneminin dahilerinden olan merhum Talibof-i Tebrizî yazmıştır. İran halkının uyanışı için çok de­ğerli hizmetlerde bulunmuştur. Ne yazık ki kalem erbabı ondan yeterince söz etmemiştir.
Bu üslubun belirgin şiir örneğinde de dikkate değer beyan gücüne sahip olan merhum Îrec’in (Celâlü’l-Memâlik) adı ortaya konmalıdır. Onun özel­likle iki şaheseri Arifnâme ve Zühre vü Menuçihr, kendi türünde hâlâ eşsiz­dirler.
Merhum Îrec’in de ilk özünü çok değerli şairlerden olan merhum Hakîm La’lî-i Tebrizî’den almış olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Ekoller
İran Edebiyatında belirgin dört ana ekol vardır:
1-Nizamî Ekolü veya Azerbaycan Ekolü: Bu ekol, kendi dağlık bölgesi­nin yoğun ve kahredici tabiatından aldığı istilâ ve yücelik havasını eski ve ta­rihi medeniyetlerin, iktidarların ve medenî toplumların etkisiyle edindiği in­celik ve nezaket havasıyla karıştırmıştır.
“Hem ona hem buna sahip olan dilberime yalvarırım.”
Bu ekolün üslubu da, Irak ve Türkistan üslupları ile kendine has bir dizi güzelliklerin karışımıdır.
Doğru olan, bu ekolü Fars şiir üslubunun ana umdelerinden sayarak Fars şiirini Türkistan, Azerbaycan ve Irak olmak üzere üç ana üslup olarak kabul etmemizdir. Fakat bizden öncekiler bu işi yapmadıklarından, onlara hürmet için ve bir Azerbaycanlı olarak bana yönelik bir tür bid’at ve bencillik şek­linde algılanabileceğinden bu üslubu ekol olarak adlandırdım.
Bu ekolün özelliklerini Nizamî’nin eserlerinde ve benim bu kitabımda (Divân-ı Şehriyâr) göreceğiniz Tablohâ-yi Efsâne-i Şeb-i Men isimli şiirimde daha iyi fark edebilirsiniz.
2- Hind Ekolü: Farsça yazan Hind şairlerinden veya Sâ’ib, Kelim, Feyz ve diğerleri gibi Hindistan’da bulunan İranlı şairlerden ortaya çıkmıştır. Mazmunu her şeyden önde tutarak sanki maksat sarayının zirvesine ulaştır­mak için tahayyül ve tefekkürün dar ve dolaşık merdivenlerinden yukarı çıka­rıyor gibidir.
Ben Hind edebiyatına âşina değilim. Ama bu ekol minyatür ve dekor sa­natlarında olduğu gibi Hintlilerin işlemelerini tatlı ve zarif bir zevkle uygula­dığı için, büyük ihtimalle Hind şiirinin zevk ve meşrebini almıştır. Zayıf bir ihtimalle de Hind ekolü, Azerbaycan ekolünden temel alıp Sâ’ib-i Tebrizî ve öğrencileriyle belirginleşerek şahsiyet bulmuş olabilir. Ne olursa olsun, Fars edebiyatı için hazineler içeren definelerden birisidir.
Son asırda devrinin edebî ve ictimaî dehalarından ve nadir kişilerinden Pakistanlı merhum üstad İkbal bu ekolün önderi ve bayraktarı olmuş ve de olmaktadır. Gerçekten Fars dili, böyle bir gönüldeş ve dildeşe sahip olmakla geleceğinden ne kadar ümidvar olsa ve kendisiyle övünse yeridir.
3- Mahallî Ekoller: İran’ın Horasan, Geylan, Azerbaycan, Kürdistan, Loristan, Fars, Kirman gibi mahallî lehçeleri ve diğer her bölgenin masal, te­rane, gazel, kıta ve dubeytiler türünden her biri kıymetli bir hazine olan ede­biyatı vardır. Bu sandukalarda gizli kalmış ne kadar çok edebî güzellikler ve hazineler mevcuttur. Maalesef her biri, kendi bölgesinde doğup Fars edebi­yatı denizine ulaşmaya hiçbir şekilde yol bulamayan ırmaklar gibidir. Bir gün gerçek kültürü bulursak çalışmak için ne kadar alanlara sahip olacağız. El­bette üslup bakımından da onlar incelenmelidir.
Örneğin bizim Azerbaycan’da Farsça söyleyen şairlerin dışında mahalli dille şiir söyleyen ve hakkı verilmeyen şairler de vardır. İçinde bulunduğu­muz bu son asırda aşağıda örneklerini vereceğimiz bir çok edebî dehâ vardır:
a) Merhum Mirzâ Abdülhüseyn Hâzin: Meşrutiyetin başlarında şiir mah­fillerinde ve meclislerinde onun vatanî gazelleri okunurdu. Hatırlıyorum; bi­rinin onun bir beytini dinleyip de etkilenmemesi mümkün değildi. Hiç okuma yazması yoktu. Fakat o kadar ilginç bir edebî kişiliğe sahipti ki eğitim gör­seydi, Hâfız olurdu. Onun Türkçe bir gazelinden hatırladığım üç beyti buraya yazıyorum:
Ayaktan düşmüşem sâki elimden dut ayağv ile
Elimde sâger-i zerrîn görüm hemvâr, var olsun.
Kızıl gül goncası tek lahte lahte kan olan gönlüm
Açılmaz yirde âlemde eğer yüz min behâr olsun.
Ne şehden çare var biz millete yârân, ne meclisten
Bize her kim yâr olsa ona Allah yâr olsun.vi
b) Merhum Hacı Rıza Sarrâf: Azerbaycan edebiyatının dâhilerindendir. Divanı basılmıştır ve şiirleri hâlâ dillerde dolaşmaktadır.
c) Hekim La’lî: Merhum üstad Îrec’e yakındır ve onun divanı incelendi­ğinde Îrec’in şairane zevk, meşrep ve inceliklerinin özü bulunabilir. Daha sonraları Îrec’in Fars diline takdim ettiği sade üslup, ortaya çıkışını biraz bu kişiye borçludur. Mesleği hekimlik idi. Duvarına astığı tabloda Kur’an’da bir ayet olan ‘İnnehu Le’aliyyün Hekîm’ yazılıydı. ‘İnnehu’ ibaresi küçük ya­zılmıştı. Uzaktan ‘La’li Hekîm’, yakından ‘İnnehu Le’aliyyün Hekîm’ şek­linde okunuyordu.vii
Divanı yeni basıldığından ve içerisinde çok sayıda Farsça şiirler de bu­lunduğundan ondan bir şey aktarmıyorum. Onun fıkraları da hâlâ dillerdedir.
d) Merhum Abbasali Mazhar: Muhammed Şah ve Nasuriddin Şah döne­minde yaşamıştır. Hüsün ve güzelliğiyle meşhurdur. Şiir divanı vardır ve ba­sılmıştı fakat şimdi bulunmuyor. Şu birkaç beyit onun bir gazelinden alın­mıştır:
Ne küfürden gamım, ne imandan endişem var
Ey muğbeççe yaşadıkça aşkının yükünü çekerim.
Çocuklar arkamda, bense önde zincir çekerim
O perişan zülften büyük neşem vardır.
Ey virane gönüllerin ustası, benim de
Senin ayağının altında viran olmuş bir kulübem var.
Mazhar, bu güzel gazeli okudu ve maşuk dinleyince;
Benim de bunun gibi bir şiirim var, dedi.
Ben asker güzeliyim, hançer ve zırhım var.
Örülmüş kakülüm ve bükülmüş kirpiğim var.
Aşıkları öldürür ve tekrar diriltirim.
Zira elimde kılıç, dudağımda hayat çeşmesi var.
e) Merhum Behâr-i Şirvânî: Gerçekten dâhilerdendir. Ondan ne duymuş­sam şaheserdir. Îrec, onun şiirlerinden bir kısmını ezberlemişti. Şu beyitler onun iki gazelinden hatırımda kalmıştır:
Zahidin zühdü herkese rehberdir, kendisi ise yolunu kaybetmiş,
Tıpkı körün avucunda bulunan bir kandil gibi.
......
Allah’ın evine zahitlerin riya gözyaşı döküldü,
Kahpe, gayr-ı meşru çocuğu camiye attı.
Kürt bölgesine gidip orada öğrenciler de yetiştirmiştir. Son yolculuğu Horasan’a olmuş ve orada vefat etmiştir. Sürekli yanında bulundurduğu kendi el yazması divanı bir daha bulunamamıştır. Fransızca’dan Farsça’ya bir söz­lük de yazmıştır. Söylendiğine göre o da batılı bir yabancı yani Tebriz’deki Fransız konsolosu adıyla basılmıştır.
4- Batılı Ekoller: İran’ın mahallî manzum edebiyatında yabancı ekoller için şunlar söylenmelidir: (Nitekim onlar da kendi edebiyatlarında doğunun şiir ve sanatının büyüleyici etkisinden bahsederler.)
a) Fars edebiyatı kendisine bu yolla nasip olabilecek gelişim ve tekamül sürecinden mahrum kalmamıştır.
b) İster istemez yabancı edebiyatla meşgul olan gençlerin hisleri ve zevk çeşitliliği kaybolmamıştır.
c) Bizim edebiyatımıza da girmiş bulunan bazıları uluslararası olmuş ve bütün dünyanın kabul ettiği yabancı kelimeleri, terimleri, atasözü ve deyim­lerin tercümesini bu ekolle açıklıyoruz. Yani kelime ve tabirin kendisi ya­bancı ise, onun ekolü de yabancı olur. İyilik ve kötülüğü kendilerine kalır, bi­zim üslubumuzun mahrem alanı da korunmuş olur.
Fakat yabancı ekol, bu kadar kolay ve ayrı birkaç parça sanatla revaç bulup resmiyet kazanacak bir şey değildir. Bir ekolün resmen tanınabilmesi ve edebiyata dahil edilebilmesi için bir asırlık zamanın geçmesi, sanat şahe­serlerinin verilmesi ve insanların hafızasının kabulü gerekir.
Elli altmış yıl öncesinden beri edebiyatımıza giren, üzerine şiir ve nesir şaheserleri bina edilen, hâlâ istesek de istemesek de edebiyatımızda kendine yer açan ve bir takım ihtiyaçlarımızı da gideren, başlangıçta romanlarla giren ve yavaş yavaş mükemmelliğe ve olgunluğa ulaşan yabancı ekol, sadece ro­mantizm ekolüdür.
Nesirde kendine has bir yazım tarzı da olduğu için bunu üslup olarak isimlendirmemiz yerinde olur. Nitekim bir çoğu ‘romantik üslup’ diye isim­lendirmiştir. Fakat benim kanaatime göre, yabancı olduğundan kendi üslupla­rımızın sahasını korumak için yine nesirde de romantizmi ekol olarak adlan­dırmamız daha güzel olur. Zaten bütün dünyada ekol olarak isimlendiril­mektedir.
Romantizmin dünyanın çeşitli yerlerinde farklı anlamları vardır. Aslında edebî konular bilimsel konular gibi değildir ki ilgili bütün konuları içeren ve farklı hususları dışarıda tutan kapsamlı bir tanımı yapılabilsin. Hatta biz kendi Irak ve Türkistan üsluplarımızı bile kapsamlı ve kesin bir şekilde tanımlayamıyoruz. Romantizmin tanımı konusunda Avrupalılar, sanatta öz­gürlük, duyguların ifadesi, hayal ve fantazi, edebî resim ve tablo sanatı, daha sonra hayal süsleme (aşırı öznellik) gibi bir takım kavramlar ortaya koymuş­lardır. Şimdi romantizmin Farsça şiirde yukarıdaki tanımlardan hangisiyle açıklanabileceğine bakalım:
1- Sanatta Özgürlük: Sanatta özgürlükten amaç, faydasız kayıtlardan olan klasik dolgu ve fazlalıkları göz ardı etmektir. Biz bu işi kendi yenilikçi üslubumuzda da yapmalıyız, yaptık da. Mesela şu anda zevk-i selime göre tamamen yersiz ve faydasız olan dal, zal, vav, belirtili ve belirtisiz ya’nın uyumu gibi. Şöyleki: ‘resîd’, ‘şenîd’, ‘harîd’ gibi sonu dal ile yazılan ve dal olarak telaffuz edilen kelimelerin Arapça ‘leziz’ kelimesiyle kafiye yapılma­sına bu dalların bir zamanlar zal olmasından dolayı cevaz verir veya verme­yiz. Ya da söz gelimi; ‘beneşîni’ ve ‘beguzîni’ gibi ikinci tekil şahıs sigasıyla çekilmiş fiilleri, hepsindeki ‘ya’ belirtili olduğu için ‘miskîni’ gibi mastar ya’sı alan kelimelerle kafiye yapıyoruz. Elbette telaffuzda çirkin göründü­ğünden selim zevk bunu uygun bulmaz.
O halde bu bakımdan romantizmin gelip bize sanatta özgürlük vermesine ihtiyacımız yoktur.
2- Duyguların İfadesi veya Hayalin Gerçekliğe (Realizm) Hakim Oluşu: Bu görüş aşırı olursa edebiyatımızda reddedilir. Şiirimizin tahayyül ve renk­liliği sürekli olarak gerçeklerin hizmetinde olmuştur. O halde romantizmin bize bu hizmeti vermesini istemiyoruz.
3- Hayal ve Fantazi: Bu özellik İran’ın nazım edebiyatında özellikle Azerbaycan ve Hind üsluplarında çok güzel ve üstün bir şekilde vardır. An­cak romantizm için bir tür yeni hayal ve fantaziden de söz edilebilir.
4- Resim ve Tablo Sanatı: Bizim edebiyatımızdaki tablo sanatı klasik ol­duğu için edebiyatımızda yeri olmayan romantik resimle farklılık arzeder. (Klasik resim sanatı gözün yöneldiği tek noktaya odaklanır ve çevreyle bir işi yoktur.)
Farsça şiirdeki romantizmin temel mefhumu, az çok ince bir tabloculuk olduğu için manzara ve temadan bütün yönleriyle amacı ilgilendiren son sı­nırın daha titiz ve daha renkli gösterilmesi gerekir.
Örneğin Sa’dî’nin buyurduğu,
“İşittim ki can verme anında Nûşîrevân Hürmüz’e şöyle dedi”
beyitinden bir tablo yapmak istesek bu resim, Nûşîrevân’ı yatağında ya­tıp yanında oturan oğlu Hürmüz’e vasiyet eder şeklinde gösterecektir. Fakat bu konuyu romantizmle açıklarsak ve ondan bir tablo çizmek istersek, bu tablonun, doğu ülkesinin bir padişahının yatak odasını bütün süslemeleri ve özellikleriyle göstermesi gerekir. Sonra çok daha renkli olması gereken Nûşîrevân ve Hürmüz’e ek olarak sarayda tedavi yapan hekimlerin jest ve mimikleri, örneğin padişahın diğer çocuklarıyla melike ve aynı şekilde hare­min cariyeleri dizilmiş, saygılı ve üzüntülü bir halde her biri kendine özgü davranış şekliyle az çok gösterilmesi gerekir.
‘Işkî’nin Se tablo şiiri, Fars edebiyatında romantik tabloculuk alanında yazılmış ilk şiirdir. Nîmâ’nın Efsane şiiri ise empresyonizm (izlenimcilik) ekolü olarak bilinen, yeni hayal ve fantazi ve de romantizmin özlü ifadesi alanında yazılan ilk şiirdir.
Empresyonizm romantizmden ayrı bir şey değildir. Aslında romantizmin özeti ve küçülmüş halidir. Romantizm, bir manzaranın önünde durup onu nispeten daha kapsamlı tanımlayan birisinin anlatımıdır. Empresyonizm ise, bir manzaranın önünden geçip, o manzaranın sadece zihninde resmedebildiği kısmını tanımlayan kişinin ifadesidir.
Mesela kıtalardan oluşturulan uzun bir hikayeyi dile getirmek istediği­mizde empresyonizme ihtiyacımız olur. Kıtaların her birini ayrıntılı olarak tanımlamak istersek hikayemiz yorucu olur. O yüzden her bir kıtayı özet ve empresyonist şekilde hızlıca gösterip geçmemiz gerekir. (Benim eserlerimden olan Eyvân-ı Mâderem, Haydar Baba, Hezeyân-ı Dil ve Du Murg-i Behiştî kıtaları aşağı yukarı romantik ve empresyonisttir.)
Şimdiye kadar batılı ekollerden edebiyatımızda istifade edileni, işte bu romantizm ekolüdür.
Diğer Avrupaî ekoller özel yazım üslubuna sahip olmadıkları gibi bize öğretecekleri bir şeyleri de yoktur. Hatta bu isimlendirme ve sınıflandırmalar, şair ve yazarın, hayatlarının çeşitli safhalarında doğal olarak ulaştıkları ko­nular ve inançlar bakımındandır. Çünkü insanın bir yitiği vardır ve Allah’ı aramaktadır. Tabiatıyla bir kısım vadilerden geçmesi gerekir ve bu vadilerden bazısı hidayet edici, bazısı da saptırıcı olabilir. İran edebiyatında inançlar, fikrî ve aklî meşrepler açısından bir sınıflandırma ve isimlendirme yapacak olursak bu ekollerden yüzlercesi ortaya çıkabilir.
Diğer batılı ekollere kendi gözlüğümüzle bakarsak ve anladığımızı ifade etmek istersek açıklama ve tanımlamamız şöyle olabilir:
1- Realizm: Romantizmin aşırı hayalciliğini engelleyerek onu hakikate ve gerçekliğe daha yakın kılar. Yani romantizmden bir şey eksiltir, ona bir katkıda bulunmaz. Bu, klasik olan geriye bir eğilimdir. Örneğin Sa’dî’mizin ifadesi kıyaslandığında Hâfız’a göre realisttir.
2- Naturalizm: Şairin yalnızca doğal unsurların etkisi altında olduğunu kabul eden ve onun bir seçme hakkının olmadığına inanan tıpkı bizdeki Ceb­riye inancı gibidir. Bizim gerçek bilgilerimiz bu inancı daha sonra reddetmiş ve ikisinin ortası yani ne mutlak irade, ne de mutlak cebir olan bir yargıyı ta­nımıştır. İnsan, içindeki şartlar ve çevre ile dünyaya geldiği geçmişine yöne­lik olarak zorunluluğa tabidir. Fakat geleceğinde irade sahibidir ve şu andan sonrası için kendi kaderini değiştirebilir. Yoksa cebrin gereği, insanın kendi iradesiyle hiçbir işe müdahale edememesi ve kendisini tabiatın akışına teslim eden cansız bir varlık gibi olmasıdır.
3- Sembolizm: Bir konuyu, söyleyenin amacını da zımnen anlatan ben­zer bir konuyla değiştirmektir. Bu ekol edebiyatımızda tam manasıyla vardır. Arif ve sufî meşrep şairlerimizin tümü bu ekolün takipçisidir. Özellikle Hâ­fız, hemen hemen bütün eserlerinde gerçeği mecaz şeklinde ifade eder. Firdevsî’nin tamamen sembolist olan bir kıtası vardır. O kıtanın son iki bey­tini anahtar olarak verelim:
Ahmağın birisi bir ateş böceği aradı
Ülker yıldızı ona tam denk idi.
O gönül gözü kapalı eblehin bir eşeği vardı
Onun ruhu eşeğin ruhuyla bir idi.
Ele gelmeyen öyle bir ateş böceğini
Duydum ki, eşeğin boynuna astı.
Ben o seher vaktinin ateş böceğiyim
Biz aya tabi oldukça ayı aydınlat.
Fakat ebleh alametli talih beni
Zamanenin boynuna bağlamıştır.
4- Sanat İçin Sanat: Sanatçının sanatın kendisine sevgi beslediği doğal bir aşamadır ve bu aşama olmadıkça sanat kendi olgunluğuna ulaşamaz. El­bette yukarı aşamalarda sanatı topluma, ahlakın ıslahına ve insanların hida­yetine tahsis etmektedir ki bu da tabii bir durumdur.
5- Parnasizm: Kelime seçimine, cümlelerin sağlamlığına, vezin ve kafi­yeye, şiirin musikisine çabalayan klasizme geri dönüştür. Yani manadan zi­yade kelimeyle meşgul olur. Bu da yine tabii bir aşamadır. Bizim de kelime­ler dünyasında dolaşan, hâlâ manaların ve konuların güzelliklerine ulaşama­yan birçok şairimiz olmuştur ve olmaktadır.
6- Naturizm: Yaklaşık olarak, aslında doğuya ait bir meşrep olan ve ba­tıda ‘tabiata aşk’ veya insanın yaratılış yönünden mütalası şeklinde ortaya çı­kan vahdetin kesrette tecellisi veya olaylarda Allah’ın cilvesidir.
7- Fütürizm (dinamik ve sanatsal yaşam): İnsanın yaratılış yönünden mütalaasıdır. Bunun doğudaki meşrebi, olguların insan vücudunda kemale ulaştığı insaniyet mertebesinde ilerleme ve kendini tanımadır.
8- Tek Vatan Dünya: Fütürizmin olgunluk seviyesidir. Bütün insanları, evi yeryüzü olan bir topluluk ve bir aile olarak kabul etmek ister. Bizler ise,
“İnsanoğlu birbirinin organlarıdır.”
şiarıyla onlardan çok daha önceden beri bu ekolün bayraktarıyız.
9- Unanizm: Bu da tek vatan dünya ekolünün olgunluk seviyesidir. Giz­lilik duygusu ister. İnsanlık toplumu için tek bir ruh öngörür. Bu da aynı şe­kilde doğu irfanında var olan halktan Hakka bir yolculuk duygusudur. Maale­sef batıda bu tek ruh da insan fertlerinin özel bir kesimine yöneliktir. Bu da muhakkak ırk veya milliyet konusunda ya da bir kesimi diğer bir kesime üs­tün tutmak gibi bir sonuca varır. Doğudaki tek ruh duygusunun bir hususiliği varsa o da her şeye gücü yeten, huzurunda siyah ve beyazın aynı olduğu Al­lah’a iman olgusudur. Çünkü imanın ideali eşitliktir ve inançlı bireye sabır, alçak gönüllülük ve kendi türüne hizmetten başka bir şey emretmez. İman ve takvada bir fazilet ve üstünlük varsa o da ahirete ilişkindir, dünyaya değil.
10- Kubizm: Düşünsel etkinin ortaya çıkmasını; manzaranın arkadan, önden, yukardan, aşağıdan ve diğer tüm yönlerden görüp tanımlamak ister. Bu da önceki bilgiler, zan veya his dışında başka bir şeyle olamaz. Peygam­ber’in katında böyle bir şeyin gerçekliği olmadığından mucize konuları dı­şında bu tür bir gösteriye başvurmadı.
11- Sürrealizm: Burada da ilham arayışında gizli bir Avrupalı duygusu vardır. Bizim aslında şairliğin şartı saydığımız bir ilham. Biz şairin dilini gaybî hazinelerin anahtarı ve şairliğin de Peygamber’in ayağının altında bir makam olduğuna inanırız. Ama yol alma esnasında insan ilhama ulaşamıyorsa, işinin dağınık sözlere kalması kolaydır.
Fransız şiiri, ilhamı Hugo ekolünde ve Dadaizm’de bırakmış, bunlar ise istiyor (kendilerinde olanı yabancıdan bekliyor.)
Benim yabancı ekollere yönelik ifade ettiğim bu düşünceler sadece yü­zeysel bir bakış açısının sonucudur. Bu kanaatlerin hata ve yanılgıdan tama­men uzak olduğunu savunmuyorum. Ancak bir defa okumaya değecek bir şeydir.”
Tebriz, Deymah 1335 (1956) Seyyid Muhammed Hüseyn-i Şehriyâr.

Konular