ŞEYH HARAKÂNÎ İLE ŞEYH BÂYEZÎD ARASINDAKİ İLGİNÇ MÂNEVÎ İLİŞKİ

Özet: Kaynaklara göre ünlü sûfî Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî (351 veya 352-425/962 veya 964-1033) iki şeyhten feyiz alıp tasavvufî terbiye görmüştür. Biri yaklaşık bir asır kadar ondan önce yaşadığı anlaşılan ve Üveysî metotla kendisinden mânevî terbiye aldığı Bâyezîd-i Bistâmî (161-234/777-848 veya 188-261/804-875 [?]) ve diğeri de çağdaşı Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr (357-440/967-1049) ile birlikte kendisinden tasavvufî terbiye aldığı Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed Abdülkerîm Kassâb-i Âmulî (IV./X. yüzyıl) idi.
Bu makalede Harakânî’nin zâhirî şeyhi Kassab’dan kısaca söz edilecek ve özellikle onun manevî öğreticisi Bâyezîd-i Bistâmî ile olan olağandışı ilişkisine dair menkıbelerle belgeler incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Ebü’l-Hasan-i Harakânî, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî, Üveysîlik, Tayfûriyye, sûfî, şeyh, mürşid.
An interesting Spiritual Connection Between Shaykh Kharaqani and Shaykh Abu Yazid
Summary: Accorting to ancient certificates the famous sufist Shaykh Abu’l-Hasan Kharaqani (351 or 352-425/962 or 964-1033) received spiritual guidance from two shaykh. For he recived a spiritual transmission from Abu Yazid Bastami (161-234/777-848 or 188-261/804-875 [?]) by Uvaysi method who was dead approximately a era before from Kharaqani and he like Abu Sa‘id Abu al-Khayr (357-440/967-1049) received spiritual guidance from Shaykh Abu al-‘Abbas Ahmad ibn Muhammad ‘Abd al-Karim Qassab-e Amuli (IV./X. century).
Manwhile in this article, it will be mentoined beriefly from his artificial sheik Qassab and after it specially will be investigated and resarched that the sagas and historical documents connected with Shaykh Kharaqani and his spiritual teacher Shaykh Abu Yazid Bastami.
Keywords: Abu’l-Hasan Kharaqani, Abu Yazid Bastami, Qassab-e Amuli, Abu Sa‘id Abu al-Khayr, sûfî, Uvaysi order, Tayfûriyya, artificial sheik, spiritual sheik.
Ebü’l-Hasan-i Harakânî ve Bâyezîd-i Bistâmî
Sûfî çevrelerde Ebü’l-Hasan’ın, biri kendisinden bir asır kadar önce yaşamış olan Bâyezîd-i Bistâmî ve diğeri de kendisinden daha yaşlı çağdaşı Şeyh Ebü’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî olmak üzere iki mürşidi bulunduğu söylenir.i Onun Bâyezîd’le mânevî bir ilişki yaşadığı hususu, menkıbelerdeki şekliyle tartışmaya açık olsa da, aşırı şekilde Bâyezîd’in fikirleri tesirinde kalarak onun öğretilerinin ateşli bir savunucusu ve takipçisi olduğu kesindir. Bu makalenin ana konusu da bu iki zâtın ilişkisini incelemektir. Asıl konuya geçmeden Şeyh Harakânî’nin, zâhirî şeyhi Şeyh Kassâb ile yaşadığı şeyh-mürit ilişkisine kısaca değinmede fayda vardır.
1. Ebü’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî
Kaynaklara ve muhtelif menkıbelerdeki işaretlere göre Ebü’l-Hasan’ın zâhirî mürşidi, Ebü’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî (Ahmed b. Muhammed b. Abdülkerîm IV./X. asrın ikinci yarısı) idi. Ancak bu iki zatın ilişkisiyle ilgili günümüze ulaşan bilgiler oldukça sınırlı olup dayanağı Harakânî’nin müridi Şeyh Abdullah-i Ensâri-yi Herevî (396-881/1006-1089) ile kendisiyle samimi ve sırdaş Şeyh Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ın (357-440/967-1049) bazı ifadelerinden ibarettir. Tasavvufla ilgili geç dönemlerde yazılan Nefehâtu’l-uns ve benzeri eserlerdeki malumat da bu ikisine dayanır.ii
Söz konusu kaynaklara göre Ebü’l-Hasan-i Harakânî kendisi gibi ümmî olan Şeyh Ebü’l-Abbâs Kassâb’a mürit olmuş, çağdaşı Şeyhülmeşâyih Ebû Abdullah-i Dâstânî (348-417/959-1026) ve Şeyh Ebû Saîd Ebü’l-Hayr (357-440/967-1049) ile birlikte ona şakirtlik yapmış ve onun sohbetlerini dinlemiştir.iii Muhammed b. Abdullah-i Taberî’nin (ö. ?) müridi olan ve hakkında pek bilgi bulunmayan Ebü’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî ümmî olmakla birlikte dinî ve tasavvufî meselelerdeki derin bilgisiyle İran’ın Âmul ve Taberistân bölgelerinde sûfîlerin kendisine baş vurduğu tek ârifti. Kerametlere sahip hâl ve sıdk ehli olmakla şöhret bulmuştu.iv
Kassâb’ın Harakânî’ye hırka giydirip giydirmediği hususunda kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanılmasa da doğal olarak ondan hırkasını almış olduğu düşünülür. Çünkü Kassâb’ın onu kendine halife tayin ettiğine dair bazı açık ifadeleri çeşitli eserlerde yer aldığı görülür. Bu iki zatın ilişkisi konusunda Hace Abdullah-i Ensârî ve diğer bazı müellifler şu ifadeleri nakletmişlerdir:
Âmul ve Tabaristan’ın şeyhi… Şeyh Ebü’l-Abbâs… demişti ki: “Bu küçük pazarımız Harakân’a düşer.” Çünkü (şeyhlik) ondan sonra Harakânî’ye geçti.v
Abdurrahman-i Câmî de Ensârî’nin bu sözünü naklederek şöyle yorumlar:
Şeyh Ebü’l-Abbâs Kassâb: “Bu küçük pazarımız Harakân’a taşınacak.” demişti; yani, manevî yolculuk ve ziyaret, onun da dediği gibi, kendisinden sonra Harakânî’ye yapıldı.vi
Keşfu’l-esrâr’daki bir kayda göre de, Ebü’l-Abbâs Kassâb vefat etmeden on gün önce hizmetçisine şöyle demişti:
“Harakân’a git, orada zikirle süslü fakat gözden ırak bir adam vardır, kendisine Ebü’l-Hasan-i Harakânî derler; ona selamımı söyle ve deki: ‘Bu davulu ve bayrağı, Yüce Allah’ın izni ve yardımıyla, senin dergahına gönderdim, yeryüzü ehlini sana teslim ettim ve ben gittim’”.vii
Şeyh Kassâb’ı görmeyi arzulayıp buna muvaffak olamayanviii Ensârî, ayrıca Harkânî’nin tasavvufî merhaleleri kat etme hususunda şeyhi Kassâb’ı aştığını ve “zamanın efendisi ve gavsı” olduğunu işaret etmiştir.ix
Harakânî’nin kendi sözleri arasında, Şeyhi Kassâb’ın onu halife tayin ettiği hususunda herhangi bir işarete rastlanmadı. Ancak Harakânî onun bazı sözlerini nakletmiştir. x
2. 1. Bâyezîd-i Bistâmî
Aşağıda ayrıntılı olarak inceleneceği üzere kaynaklara göre, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî Bâyezîd-i Bistâmî (Ebû Yezîd Tayfûr bin Îsâ b. Âdem b. Surûşân Sultânulârifân, 161-234/777-848 veya 188-261/804-875 [?]) ile farklı bir yolla, yani ruhanî olarak iletişim kurarak kendisine mürit olmuş ve Bâyezîd de halkın irşadı için Harakânî’yi görevlendirmiştir. Ayrıca Bâyezîd’in yaklaşık bir asır önce, Harakânî’nin geleceğinden haber verdiği ve onun nuru hürmetine manevî makamlara ulaştığını itiraf ettiği de kaydedilmiştir. Ebü’l-Hasan’ın zamanında veya ona yakın dönemlerde yazılan ve kendisinden söz eden Risâle-i Kuşeyriyye, Keşfu’l-mahcûb, Esrâru’t-tevhîd, el-Ensâb ve Bâyezîd’in sözlerini içeren Kitâbu’n-nûr gibi kaynaklar, onun Bâyezîd-i Bistâmî’yle yaşadığı söylenen bu ruhanî ilişkisinden söz etmemişler. Fakat Harakânî’ye çağdaş Hucvîrî (Keşfu’l-mahcûb’da) onun, Bistâmî’nin fikirlerini savunan ve Bâyezîd’den sonra onun adına gönderme ile (Ebû Yezîd Tayfûr bin Îsâ) müntesipleri tarafından oluşturulan Tayfûriyye fırkasına mensup olduğunu zikretmiştir.xi Dolayısıyla daha geç dönemlerde yazılmış olan tasavvufî eserlerin bu iki zatın söz konusu mânevî ilişkisinden söz ettiğini ve ister istemez bazılarının bu olaya kuşkuyla baktığını belirtmekte fayda vardır. Bununla birlikte Harakânî’nin Bâyezîd’in tasavvufî düşüncelerini benimseyip yaydığına dair, Muntahab-i Nûru’l-‘ulûm’daki sözleri başta olmak üzere, elimizde kuvvetli kanıtlar mevcuttur. Bu esere ek olarak Tezkiretu’l-evliyâ, Mesnevi-yi ma‘nevî, Nefehâtu’l-’uns gibi muahhar ve onlardan sonra geç dönemlerde yazılan eserlerde sözü edilen Harakânî ile Bâyezîd arasındaki ruhânî ilişki çerçevesinde oluşturulan menkıbelere ihtiyatla yaklaşmak lâzımdır. Ayrıca günümüze kadar yazılıp Bâyezîd ile Harakânî’den bahseden hemen bütün tasavvufî eserler de adı geçen kaynaklardan istifade ederek iki zatın bu ilişkisine değinmişler ve bu çerçevede menkıbeler nakletmişlerdir .
Elbette telif tarihi ve yazarı bilinmeyen ve Ebü’l-Hasan’ın sözleriyle menkıbelerini içeren Muntahab-i Nûru’l-‘ulûm’da da bu ilişkiden söz edilmiştir.xii Tam da bu seçmedeki sözler ve menkıbelere göre Harakânî ile Bâyezîd arasında şiddetli bir mânevî ilişki söz konusudur.xiii Özellikle Muntahab-i Nûru’l-‘ulûm, Tezkiretu’l-evliyâ ve sonradan yazılan kaynaklarda, bu düşünceden yola çıkılarak birbirini asla görmemiş olan iki şeyhin arasında, mânevî bir ilişkinin varlığına inanıldığı ve Ebü’l-Hasan’ın, Bâyezîd’le tartışmaya açık söz konusu ruhanî bir ilişki yaşadığına inanarak bu inanç çerçevesinde tasavvufî görüşlerini şekillendirdiği anlaşılmaktadır.
Tasavvuf çevrelerinde, iki sûfî ya da şeyhin birbirlerini görmedikleri halde yekdiğerinin ruhaniyetinden tasavvufî terbiye almaları inancı ve durumunun başka örnekleri de vardır. Genelde böyle bir ilişki tasavvufta Üveysî metot olarak adlandırılmıştır. Çünkü bazısına göre Üveysîliğin bir kolu da, kendisiyle görüşmediği halde Hz Peygamber’in ruhaniyeti veya büyük evliyâlardan birinin ruhaniyetinden feyiz alan ve görünürde bir şeyh ve mürşidin terbiyesine ihtiyaç duymayan sûfîlerden oluşur. Örneğin Hz. Peygamber’i görmemiş olan (bazı sûfîlere göre de onunla mânevî âlemde defalarca görüştüğü iddia edilen) Üveys b. ‘Amir b. Mâlik el-Karanî’nin (ö. 37/657), onun nurları membaından terbiye aldığına inanılmıştır. Dolayısıyla bu hususta ona benzeyen ve bu yolla terakki eden diğer sûfîler de onun adına gönderme ile Üveysî olarak kabul edilmiştir. Yine bazı sûfîlerin inancına göre Bâyezîd-i Bistâmî Câfer-i Sâdık’ın (ö. 148/765) ruhaniyetinden, Şeyh Ebû’l-Hasan-i Harakânî, Bâyezîd’in ruhaniyetinden ve Şeyh Bahâeddîn Nakşbend’in (ö. 791/1389) de Abdulhâlik-i Gucdevânî’nin (ö. 615/1218 [?]) ruhaniyetinden terbiye almıştır. Kimi sûfîler de böyle bir metodu sağlıklı bulmamışlardır.xiv
Hakikaten onun Muntahab-i Nûru’l-‘ulûm ile Tezkiretu’l-evliya’yadaki sözlerine baktığımızda Ebü’l-Hasan’ın, hem fikrî, hem de izlediği tasavvufî yol, hâl ve yaşam biçimi itibariyle en çok etkilendiği zatın, kendisinden önce yaşamış olan şathiyeleriyle ünlü büyük sûfî Bâyezîd-i Bistâmî (Ebû Yezîd Tayfûr bin Îsâ b. Âdem b. Surûşân Sultânulârifân) olduğu izlenir. Sûfîlerin önderlerinden sayılan bu zat, takriben 161-234/777-848 (veya 188-261/804-875 [?]) yılları arasında yaşamıştır. Onun şathiyelerini yorumlayarak meşru bir zemine oturtmaya çaba gösterenxv Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö. 297/909) ifadesiyle, “Bâyezâd’in sûfîler arasındaki rolü, Cebrâil’in melekler arasındaki rolüne benzerdi”.xvi Daha önce de işaret edildiği gibi konuyla ilgili menkıbelere ve rivayetlere göre, Ebü’l-Hasan, Bâyezîd’i, manevî şeyhi ve mürşidi olarak kabul etmiş ve ona âit birçok sözü isim vererek nakletmiştir.
Aşağıdaki menkıbelerde de görüleceği gibi Ebü’l-Hasan, yıllarca sürekli Bâyezîd’in mezarını ziyaret ederek huzurunda saygıyla durup dua etmiş ve ruhaniyetinden tasavvufî terbiye almıştır. Aynı menkıblere göre Bâyezîd-i Bistâmî de kendisinden yaklaşık bir asır sonra Bistâm’a bağlı Harakân köyünde dünyaya gelecek olan Ebü’l-Hasan’ın gelişinden haber vermiş, onun ahlâkî erdemlerini ve hatta fizikî niteliklerini bir bir anlatarak müritlerine izah etmiş ve onu kendine halife seçmiştir.xvii
Ebü’l-Hasan’ın Bâyezîd’le ilişkisi, Bâyezîd’in onu kendine halife seçerek irşatla görevlendirmesi konusundaki menkıbe türü hikâye bazı farklılıklarla Tezkiretu’l-evliyâ, Muntahab-i Nûru’l-ulûm, Mesnevi-yi Ma‘nevî ve onlardan istifade edilerek geç dönelerden zamanımıza kadar yazılan birçok eserde de yer almıştır. Söz konusu hikâye Muntahab-i Nûru’l-ulûm’da şöyle geçer:
Şeyh Ebü’l-Hasan ilk başta on iki yıl ve bazısına göre on sekiz yıl, sürekli şunu görev edinmişti: Yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra Sultanulârifîn (Bâyezîd)’in türbesine yönelir gider, onu ziyaret eder ve oradan geri dönerek sabah namazına kadar kendi tekkesinde hazır bulunurdu; (böylece her gece) üç fersah yol yürümüş olurdu. Bu süreden sonra Bâyezîd’in türbesinden bir ses geldi: “İrşat için oturma zamanı geldi.”
Ebü’l-Hasan, “Ey Şeyh, benim işime himmet lütfet ki, ben ümmî bir insanım; şeriatı bilmiyorum, Kur’ân öğrenmemişim, dedim”, der.
Yine ses geldi: “Bende olan ve bana verilen şeyin tamamı, senin bereketinle oldu.”
“Ey Şeyh, sen iki yüz küsur yılxviii benden önce yaşadın, (bu nasıl olur?) dedim.”
“Bir vakit Harakân’ın yanından geçerken, bir nurun göğe doğru yükseldiğini gördüm; arzuladığım halde otuz yıl geçmişti yerine gelmeyen bir isteğim (hacetim) vardı; gayıptan bir ses geldi: ‘Senin isteğinin yerine gelmesi için o nuru aracı yap’ dedi.”
“O kimin nurudur?” dedim.
“Benim özel kullarımdan bir kulun sadâkat nurudur; adı Ali, künyesi Ebü’l-Hasan”, diye cevap verdi. O hacetimi istedim, maksadım yerine geldi.
Sonra bir ses geldi: “Ey Ebü’l-Hasan, de: ‘e‘ûzu billâh.’”
Ebü’l-Hasan der: “Tekkeye varınca Kur’ân’ın tamamını hatmetmiş oldum.”xix
Aynı menkıbe Tasavvufun temel kaynaklarından sayılan Attâr’ın Tezkiretu’l-evliyâ’sında şöyle yer almıştır:
Naklederler ki, Şeyh Bâyezîd her yıl bir kez Dihistân’daxx şehitlerin mezarlarının bulunduğu kumlu tepeyi ziyarete gelirdi. Harakân’dan geçerken durur ve (havayı koklayıp) nefes alırdı.
Müritler ona: “Ya Şeyh, biz hiçbir koku hissetmiyoruz, (sen neyin kokusunu alıyorsun?)” dediklerinde, dedi ki:
“Evet, ama ben bu hırsızların köyünden bir erin kokusunu koklamaktayım. Bir er gelecek, adı Ali, künyesi Ebü’l-Hasan, benden üç derece önde olacak, aile sıkıntısı çekecek, çiftçilik yapacak ve ağaç dikecek.”xxi
Naklederler ki, Şeyh başlangıçta on iki yıl boyunca yatsı namazını Harakân’da cemaatle kıldıktan sonra Bâyezîd’in türbesi (toprağı)’ne yönelir ve Bistâm’a gelirdi, durup derdi ki:
“Ey Allah’ım, Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil‘atten Ebü’l-Hasan’a bir koku ver! “
Ondan sonra geri döner, sabah vakti Harakân’a varırdı ve yatsı namazı aptesiyle, Harâkan’da sabah namazı cemaatine yetişirdi.
Naklederler ki, vaktiyle bir soyguncu, izinin takip edilememesi ve anlaşılamaması için gerisine geri yürürdü. Şeyh demişti ki:
“Bu hadise peşinde bir soyguncudan daha eksik olamam.”
Artık bundan sonra Bâyezîd’in türbesinden gerisin geri yürüyerek çıkardı, onun türbesine sırtını dönmezdi. Böylece on iki yıl sonra onun türbesinden ses geldi ki:
“Ey Ebü’l-Hasan, (irşât için) oturma zamanın geldi.”
Şeyh: “Ey Bâyezîd, bir himmet lütfet ki, ben ümmî bir insanım; şeriattan bir şey bilmiyorum ve Kur’ân okumamışım,” dedi.
Bir ses geldi ve: “Ey Ebü’l-Hasan, bende olan ve bana verilen şey senin bereketinle verildi,” dedi.
Şeyh: “Sen benden yüz otuz küsur yıl önce yaşadın (bu nasıl olur?)” deyince: “Evet, doğrudur. Fakat ben Harakân’dan geçerken, Harakân’dan (doğup) göğe doğru yükselen bir nûr gördüm; dilediğim bir hacet otuz yıl olmuştu hâlâ yerine gelmemişti. Gayıptan sırrıma nidâ geldi ki: ‘Ey Bâyezîd, senin dileğinin yerine gelmesi için o nuru hürmetle şefaatçi yap,’ dedi.”
“Ey Allah’ım! O kimin nurudur?’ deyince, gayıptan bir ses geldi ki: ‘Ebü’l-Hasan dedikleri, has bir kulumun nurudur; senin isteğinin yerine gelmesi için o nuru şefaatçi yap.’”
Şeyh diyor ki: “Harakân’a varınca yirmi dördüncü günde Kur’ân’ın tamamını öğrendim.”
Başka bir rivayette, Bâyezîd, “Fatiha’yı okumaya başla” dedi. Şeyh der: “Harakân’a varınca Kur’ân’ı hatmettim.” şeklindedir.xxii
Dolayısıyla Muntahab-i Nûru’l-ulûm, Tezkiretu’l-evliyâ ve onlardan sonra günümüze kadar yazılmış olan tasavvufî eserlerde yer alan bu ve benzeri menkıbelerin bilimsel değeri elbette tartışma konusudur. Elimizde onları destekleyecek kesin tarihî bilgiler de mevcut değildir. Yukarıda da işaret edildiği gibi Harakânî’nin zamanına yakın dönemlerde yazılıp ondan söz eden kaynaklarda da bu tür bir malumat yoktur. Bütün bunlara rağmen Attâr, Mevlâna ve Câmî gibi ünlüler başta olmak üzere, birçok sûfî bu menkıbelere inanarak onları üstün bir değer ve inanç şeklinde telakki etmişlerdir.
Fakat Şeyh Harakânî’nin fikrî ve tasavvufî seyir açısından Bâyezîd-i takip ettiği kesindir. Bunun kanıtları Harakânî’nin, Muntahab-i Nûru’l-‘ulûm ile diğer tasavvufî eserlerdeki sözlerinde açıkça görülür. Nitekim Zerrînkûb da bu boyuttan hareketle, “Bâyezîd-i Bistâmî’nin mânevî mirasının… o dönemde Bistâm ve çevresinde Şeyhülmeşâyih Ebû Abdullah-i Dâstânî (348-417/959-1026) ile Ebü’l-Hasan-i Harakânî’ye intikal ettiğini.”xxiii ifade eder.
Attâr’ın verdiği bir menkıbede, aynı zamanda Ebü’l-Hasan’ın arkadaşı olan Şeyhülmeşâyih lakaplı Ebû Abdullah-i Dâstânî (veya Dûstânî, 348-417/959-1026) de kendi ifadesiyle, Bâyezîd’in türbesini ziyareti hususunda adeta onunla yarışıp durmakta ve bir türlü ona yetişememektedir.xxiv
Yine Attâr’ın Tezkiretu’l-evliyâ’sında yer alan aşağıdaki menkıbeden, Ebü’l-Hasan’ın Bâyezîd’e apayrı bir değer verdiği anlaşılmaktadır:
Nakledilmiştir ki: Şeyh’in vefatı yaklaşınca dedi: “…Benim mezarımı otuz arşın daha derin kazın; buranın zemini Bistâm’ın zemininden daha yüksek olduğu için, benim mezarımın Bâyezîd’in mezarından daha yukarıda olması uygun olmaz, edebe sığmaz.”xxv
2. 2. Şeyh Harakânî ile Şeyh Bâyezîd’in Bazı Ortak Fikirleri
Nitekim Şeyh Harakânî, her sâlik için olmazsa olmaz şartlardan sayılan amel, ihlâs ve nefsin arındırılması ile ilgili Şeyh Bâyezîd’den şunları nakleder:
Bâyezîd demiştir: “İyi kul, iki eli düzgün olan kişidir; yani meleklerin sağ elle yazmaları için, her iki eliyle yaptığı şey iyilik olmalıdır; (amelleri) meleklerin sol elle yazacakları şeyler olmamalıdır.” xxvi
Bâyezîd dedi: “Ey riyakâr (adam), varsayalım ki her şeyi ilimle çözdün, kalbin iradesini ne yaparsın; çünkü Allah’a karşı doğru durmadıkça, sana yararı yoktur.
Bâyezîd -Allah ona rahmet etsin- dedi: Vücuda seslenip dedim: “Ey Rabbimin bütün sırlarının sığınağı, hayır (!) sende yücelik yoktur; (oysa bir vücut) bir gün ve gecede arınır (temizlenir); nihayet on beş gece ve gündüz; âlimlerin görüşleri bundan fazlası değildir; ey kirli vücut, otuz yıl oldu, sen hâlâ arınmamışsın, yarın senin, Temiz (Allah)’in karşısında, temiz olarak durman gerekecektir.”xxvii
Bâyezîd -Allah ona rahmet etsin- dedi: “Sözünüzün hesabını (cevabını) unutmayınız; kim sözünün hesabını düşünmezse konuştuğunda pervasızca konuşur. Kıyamet gününün hesabını da unutmayınız; zira kim kıyametin hesabını yapmazsa nereden toplarsa toplasın mal hususunda cesur olur. Davranış (gitme)’ın değerini de iyi biliniz; davranışın değerini iyi bilmeyen kişi, arkadaş edinme (sohbet)’de ihtiyatlı olmaz.”xxviii
Ve dedi: Şeyh Bâyezîd’den hikâye etmişler ki: “Yaptığın her erdemli işin peşinden, bir kötülük yapma; çünkü gözün ona ilişince, kötülüğü görürsün iyiliği değil.” Şeyh dedi: “Sana tavsiyem, iyiliği de kötülüğü de unut!.”xxix
Harakânî’nin aynı manayı ifade eden şu fıkrası Tezkiretu’l-evliyâ’da yer alır:
Ve dedi: Öyle olmalı ki, sizi izlemekle görevli melekleri sizden râzı olarak geri göndermelisin; eğer bu olmuyorsa, öyle olmalı ki, akşam vakti amel defteri onların elinden alıp silinmesi gerekeni silmeli ve yazılması gerekeni yazmalısın; eğer olmuyorsa, öyle olmalı ki (melekler) akşam dönünce: “Ne onun yaptığı bir iyilik vardı ne de kötülük”, desinler. O zaman Yüce Allah der ki: “Ben onların iyiliğini size söylerim”.xxx
Harakânî nefsin arındırılması için benimsediği çile ve riyazet hususunda da şeyhi Bâyezîd’in bir sözünü naklettikten sonra kendisinin de benzer metodu benimsediğini söyler:
Bâyezîd -Allah yüce ruhunu kutsasın- dedi: Bir gece nefse: “İbadet et, dedim.” “Ben ölmüşüm”, dedi. Elbiseleri çıkardım ve dedim: “Ölüye iyi elbise yakışmaz”; hasır sardım ve uyudum (uzandım); dedim ki: “Eğer o ölmüş ise, sabaha kadar işkencede olacak.”xxxi
Şeyh Ebû’l-Hasan-i Harakânî dedi: Ben de bir gece dedim: “Ey nefis, namaz kıl.” “Kılamam”, dedi. Kalktım, kendimi iple astım ve dedim: “Ölmüşsün sen.” O anda onu mihraba getirince: “Kılarım”, dedi.xxxii
Şeyh Bâyezîd, aynı hususta başka yerde şöyle der:
“…Nefsimin bir şey yapmasını emrettim o reddetti. Bir yıl boyunca ona su vermemeyi kararlaştırdım.”xxxiii
“Nefsimden Allah’a itaat etmesini istedim reddetti. Ona bir yıl su vermedim.”xxxiv
Harakânî de şöyle der:
“Gece olup insanlar uykuya dalınca, sen bu vücudu pranga (kelepçe), incitici kilim (işkence elbisesi) ve deri kamçı arasına al (işkence yap) ki yüce Allah bu vücuda acıyarak şöyle der: ‘Ey kulum bu vücuttan ne istiyorsun?’ De ki: ‘Allah’ım seni istiyorum.’ O zaman der ki: ‘Ey kulum, bu çaresizi bırak, ben seninim.’”xxxv
Şeyh Bâyezîd’in riyazetle ilgili hâli hakkında denilir ki “… Bâyezîd ulu ve yüce Allah’ı zikredince idrar yerine kan çıkardı.”xxxvi
Şeyh Harakânî de kendi hâli ve kâmil bir sâlikin vasıfları hakkında şöyle der:
“Allah’ın adını anan bir kimsenin, şu üç halden boş olmaması gerekir: Ya idrarı kan gibi kızarması gerekir ya da kömür gibi siyah; yahut ciğeri pare pare kopup önüne dökülmelidir.”
Devamla dedi ki: “Çok defa elimi bedenime götürürken beş parmağım kana bulaştığı halde, hâlâ Allah’ı ona yaraşır şekilde anmış değilim.”
Ve dedi: “Üç halden biri, (sende) ortaya çıkmadıkça bu dünyadan gitme: Ya Allah’a olan muhabbetinden dolayı, gözyaşının kana dönüştüğünü görmelisin; ya O’nun korkusuyla kendi idrarının kana dönüştüğünü görmelisin; ya da uyanık olduğun halde, kemiklerinin eriyerek inceldiğini görmelisin.” xxxvii
Bâyezîd’in insan severlikle ilgili şu meşhur sözünü (din açısından doğru mu hatalı mı olduğu burada tartışılmayacaktır):
“İlâhî! Eğer geçmiş ilminde birine ateşle azap yapmak varsa, onda (cehennemde) cesedimi, başkası sığmayacak kadar büyüt.” veya “Allah mahlûkat yerine cehennemde bana azap etseydi…”xxxviii
Harakânî çeşitli sözlerinde biraz farklı naklederek yorumladığı gibi kıyamet gününde kendisinin de aynı rolü üstlenmek istediğini vurgular.
Bâyezîd bir vakit derdi: “Ey Allah’ım, kıyamette beni kendi hükmün ile kendi halkın arasında siper yap; onların hesabını benden sor; çünkü onlar zayıftırlar güçleri yetmez.”xxxix
Ve dedi: “Hakk Teâlâ bana öyle fikir verdi ki, O’nun bütün mahlûkâtını onda gördüm; onda kalıp durdum; gece gündüz onun meşguliyet beni sardı, fikir basirete dönüştü; küstahlık ve muhabbete dönüştü; heybet ve vakara dönüştü; o fikirle O’nun birliğini kavradım ve öyle bir mertebeye ulaştım ki fikir hikmete dönüştü, dosdoğru yola ve halka şefkat haline dönüştü; O’nun halkına kendimden daha şefkatlisini görmedim; dedim: Keşke bütün halkın yerine ben ölseydim de, halkın ölümü tatması gerekmeseydi; keşke bütün halkın hesabını benden sorsaydı da, halkın kıyamette hesap vermesi gerekmeseydi; keşke bütün halkın cezasını (azabı) bana çektirseydi de onların cehennemi görmeleri gerekmeseydi.”xl
Harakânî, Ebû Saîd Ebü’l-Hayr ile meşhur görüşmesinde de şöyle der:
“Yarın kıyamette, hemen ortaya çıkma çünkü sen tamamen lütufsun, dayanamazsın; bu nedenle ilkin ben gidip kıyametin dehşetini yatıştırırım, ondan sonra sen çık gel...”
“Allah, bir kâfire öyle bir güç vermişti ki, dört fersahlık bir dağı yerinden sökmüş ve (Hz.) Musa’nın askerleri üzerine atmaya gitmişti. O halde Allah’ın bir mümine, kıyametin dehşetini yatıştıracak kadar güç vermesi, tuhaf olur mu hiç?xli
Şeyh Bâyezîd’in Hacla ilgili tartışmaya açık görüşlerinin benzerinin, müridi Şeyh Harakânî’de de mevcut olduğu görülür. Bâyezîd’in kaynaklarda yer alan bu husustaki bazı sözleri şöyledir:
Ebû Yezîd dedi: “Hac yolculuğuna çıktım, yolda bir zenci gördüm. Bana: ‘Nereye gidiyorsun?’ dedi. ‘Mekke’ye’ deyince, ‘Sen aradığın şeyi Bistâm’da bıraktın, oysaki sen bilmiyorsun. O sana şah damarından daha yakın olduğu halde sen O’nu arayıp durursun.’”xlii
“İlk kez hac ettiğimde evi (Kâ‘be’yi) gördüm; ikincisinde evin sahibini gördüm fakat evi görmedim; üçüncüsünde ne evi ne de evin sahibini gördüm.”xliii
“Allah’ın Beytu’l-haram’ının etrafını tavaf ediyordum. Ona varınca Beytu’l-haram’ın beni tavaf ettiğini gördüm.”xliv
Nitekim Şeyh Ebû Saîd, hac yolculuğuna çıkıp Harakân’da Şeyh Ebü’l-Hasan’ı ziyaret ettiği sırada aralarında şu diyalog geçmişti:
Ebû Saîd’in müntesibi müellif Muhammed b. Munevver’in ifadesiyle Eû Saîd, Ebü’l-Hasan’a dedi:
“Sana bir şey danışacağım; mübarek (hac) yolculuğuna çıkıyorum, (bu) cemaati kendimle birlikte götürüyorum.” Ebü’l-Hasan: “Ya Ebâ Saîd, hemen buradan geri dön… Seni Mekke’ye bırakmazlar. Sen, seni Mekke’ye götürmelerinden daha üstünsün. Seni tavaf etmesi için, Kâ‘be’yi sana getirirler… Ey Şeyh! Biz, her gece Kâ‘be’nin senin etrafını tavvaf ettiğini görüyoruz, senin Kâ‘be’de ne işin vardır? Geri dön; çünkü seni bunun için getirttiler. Haccı yaptın. Ebü’l-Hasan’ın, hüzün çölünü aştın; onun niyazının lebbeyk (emrine hazırım)’ini duydun; onun tekkesinin Arafât’ına çıktın; onun nefisinin şeytanlarının taşlanmasını şahit oldun...”xlv
Ebü’l-Hasan’ın müntesibi Nûru’l-‘ulûm’un müellifinin ifadesiyle Harakânî, Ebû Saîd’in yukarıdaki sorusunu şöyle cevaplar:
“Ey Ebû Saîd, neden Kâ‘be’nin sana geleceği gibi (bir mertebede) değilsin?”
“(Şeyh Ebû Saîd) dedi: ‘Bu mertebe senin içindir.’ (Şeyh Ebü’l-Hasan) ‘Gecenin ortasında Kâ‘be’yi görmek için bu gece bizimle birlikte mescitte otur’, dedi… Şeyh (Harakânî) dedi: ‘Ey Ebî Saîd, bak!’”
“Ebû Saîd, ev (Kâ‘be’n)’in iki şeyhin başı üzerinde tavaf ettiğini gördü. Ebü’l-Hasan dedi: ‘Allah’a sığınırım!’ Ebû Saîd Kabe’nin halkasını tuttu ve hacet istedi.”xlvi
Harakânî’nin başka bir sözü:
“Hakk’ın dışında her ne varsa hepsini terk ettim; o vakit kendimi andım ve Hak Süphânehu ve Teâlâ’dan cevap geldi; halktan ayrıldığımı anladım; lebek Allahumme lebeyk diyerek ihrâm giydim, hac yaptım, vahdaniyette tavaf ettim, Beytülma‘mûr beni ziyaret etti; Kâ‘be beni tesbih etti; melekler bana senâ etti.”xlvii
Harakânî şeyhi Bâyezîd’in mâsivâ ile ilgili şöyle dediğini nakleder:
Bâyezîd -Allah onun aziz ruhunu kutsasın- dedi:
“Bütün insanları ölü yerine koymadıkça, kendi amelimi (işimi) ihlâslı görmedim.”xlviii
Harakânî’nin de Tezkiretu’l-evliyâ’da buna benzer şu iki sözü yer almıştır:
Ve dedi: “Kendimi yalnız başıma bir mahlûk olarak görmedikçe kendi amelimi ihlâslı görmedim.”xlix
Ve dedi: “O’nun dışında bir kimsenin var olduğunu gördükçe amelimi ihlâslı görmedim; her şeyi O olarak görünce ihlâs zuhûr etti. O’nun ihtiyaçsızlığına bakınca bütün halkın amelini bir sinek kanadı kadar (değerli) görmedim. O’nun rahmetine baktım, bütün halkı bir darı tanesi kadar bile görmedim. Böylesi yerde bu ikisinin varlığından hiç söz edilir mi?”l
Harakânî bir yerde de Bâyezîd’i de aşarcasına veya onun, birçok kesim tarafından tepkiyle karşılanan meşhur mirâçla ilgili iddiasına gönderme ile şöyle der:
Ve dedi ki: “Bâyezîd, ‘Ben ne mukim ne de misafirim.’ demişti. Ben ise, O’nun bir tekliğinde yolculuk yapanım.”li
Ebü’l-Hasan-i Harakânî’nin, kendisi için mânevî mürşit olarak kabul ettiği Bâyezîd’den ne derece yoğun bir şekilde etkilenerek onu örnek edindiğinin ortaya konması için, apayrı bir çalışmanın yapılması gerekir. Dolayısıyla muhtelif tasavvufî meselelerde ikisinin ortak görüşlerini ihtiva eden elimizdeki birçok malzemeden burada sadece bazı örnekler verildi.
Harakânî ayrıca Bâyezîd’in burada verilen sözleri dışında birçok başka sözünü, onunla ilgili menkıbe ve kerâmetleri de nakletmiştir. Bunların birçoğu da özellikle Harakânî’nin sözlerini içeren Muntahab-i Nûru’l-‘ulûm’da yer almaktadır. Dolayısıyla hem bu anılan kitap hem de Harakânî’nin çeşitli kaynaklarda bulunan diğer sözleri şeyhi Bâyezîd’in bazı hususlarıyla ilgili olduğu için ayrıca oldukça önem arz eder.lii
Tasavvufî düşünceleri ve tasavvufî hâli yaşama biçimiyle ilgili kendisinden rivayet edilen sözlerde ve müritlere tavsiyelerde Bâyezîd’den aşırı şekilde alıntılarda bulunanliii, onu kendine mânevî mürşit olarak kabul eden Ebü’l-Hasan, aşağıdaki sözleriyle tasavvufî merhaleleri kat etmede Bâyezîd’i aştığını işaret eder. Bu da oldukça dikkat çekici olmalıdır:
Ve dedi: “Eğer insanlar, ‘Bâyezîd’in mertebesine ulaştı da saygısızlık etti’, demelerinden çekinmeseydim, Bâyezîd’in Allah’a karşı söylemiş ve düşünmüş olduğu her şeyi size söylerdim.”
(Attâr devamla der ki)
Daha ilginç olanı, ondan naklettiklerine göre, demiştir ki: “Bâyezîd’in düşünceyle vardığı yere, Ebü’l-Hasan ayakla (yürüyerek) oraya varmıştır.”liv
Şeyh Harakânî mânevî şeyhi Bâyezîd hakkında böyle bir sözü sarf etmiş mi yoksa bir uydurması mıdır (?) bilemiyoruz. Fakat Harakânî’den önce yaşamış ünlü sûfî Şiblî’nin (ö. 334) de Bâyezîd’le ilgili bir tarizi kaynaklarda yer alır:
“…Şiblî’ye Bâyezîd’in şathiyeleri ve başka hususları soruldu… ‘Şayet Bâyezîd -Allah ona rahmet etsin- burada olsaydı çocuklarımızdan (müritlerimizden) birinin eliyle müslüman olurdu.” Yani çağımızdaki müritlerden istifade ederdi.lv
Ebû Nasr es-Serrâc et-Tûsî’nin (ö. 300/912) yorumuyla, Şiblî’nin, bu sözüyle kendi zamanına kadar tasavvuf ilminin daha çok mesafe kat ettiğini, şathiyeler hususunda kendi müritlerinin daha ileri derecelere vardığını belirtmek istediği kaydedilmiştir.lvi
es-Serrâc’ın bu yorumu dikkate alınırsa, şayet Harakânî öyle bir söz söylemişse, muhtemelen kendi zamanında tasavvufun zirvelere ulaşmış olması sebebiyle kendisinin de daha ileri bir noktaya vardığını ima etmek istediği neticesi çıkarılabilir.
Harakânî’nin şeyhi Bâyezîd’in şathiyelerine benzer bir sözü de şöyledir:
Naklederler ki, bir gün bir hırkalı havadan (dışardan) geldi ve Şeyh’in önünde yere ayak vurarak dedi: “Devrin Cüneyd’i benim, devrin Şiblî’si benim ve devrin Bâyezîd’i benim.”
Şeyh (Harakânî) de ayağa kalktı ve yere ayağını vurarak: “Devrin Mustafa’sı benim ve devrin Tanrı’sı benim, dedi.”lvii
Bâyezîd’in sözlerini içeren Kitâbu’n-nûr’daki bir rivayete göre Bâyezîd bir şehre gider. Etrafında kalabalık bir halk kitlesini toplanınca şehirden çıkar ve kalabalığın kendisini takip ettiğini görünce, “nedir bunlar?” der. “Sana arkadaşlık yapmak istiyorlar” denilir. “Allah’ım! Halkın seninle senden perde ve senden bana perde olmamalarını dilerim!” der. Sonra onlarla sabah namazını kılar ve onlara yönelerek şöyle der:
“Benden başka ilâh yoktur; öyle ise sadece bana ibadet ediniz.” O halk “Bâyezîd delirmiş” dedi, onu terk etti.lviii
Şeyh Harakânî’yi Nakşibendî tarikatı silsilesine dahil eden müellifler başta olmak üzere, sûfîlerden bazısı yukarıda üzerinde durulan söz konusu mânevî ilişkiyi rahatlıkla kabul ederek savunurken, bir kısım sûfî müellifler bu tür tasavvufî bir ilişkiyi temelde reddetmemekle birlikte, doğru bulmamışlardır. Onların naklettiklerine bakılırsa, irfan ve tasavvuf ehlinin çoğuna göre, bu iki zatın arasındaki söz konusu şeyh-mürit ilişkisi sağlıklı değildir ve onun asıl şeyhi yukarıda adı geçen Ebü’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî’dir. Çünkü tasavvuf ehli ıstılahına göre, bir sûfînin bir mürşide mürit olabilmesi için, başkasının aracılığı olmaksızın o mürşitle birebir görüşmesi, sözlerini duyması ve onun önerilerini dikkate alması gerekir. Hatta sâlikin cismanî bir mürşide uymasının vâcip olduğunu ve mânevî terbiye ile bir mürşide mürit olmanın tasavvuf otoriterlerinin kanıt ve görüşlerine aykırı olduğunu savunanlar da vardır. Bazısı da Harakânî’nin, bir mürşide ihtiyacı olmayacak kadar üstün bir mertebeye vardığını ifade eder.lix
Dolayısıyla dikkat çeken hususlardan bir de Harakânî’nin Bâyezîd’den mânevî terbiye aldığını zikreden yazarlar, genellikle onun birebir kendisiyle görüştüğü ve kaynakların da şahitlik ettiği yukarıda adı geçen Şeyh Kassâb’ı anmaktan da geri durmamış olmalarıdır. Bu durum her halükârda onun için başka bir mürşidin kabullenmesi ve söz konusu mânevî ilişkinin yeterli bulunmaması veya mevsûk görülmemesi anlamına gelebilir.

Konular