AZERBAYCAN, ARRAN VE AZERBAYCAN DİLİNE DAİR Arran Yerine Azerbaycan Adının Seçilişi

Nasrullah-i Cihanşahlu


Özet: Selçuklular Maveraünnehir’den kalkarak Horasan’ı ve İran topraklarının diğer yörelerini ele geçirmeden önce, İran’daki halklar Türkçe’ye aşina değillerdi ve Türkçe konuşmuyorlardı. İddiamızın en iyi kanıtı yazarların ve şairlerin eserleri, köy, şehir, dağ ve ırmak adları, özellikle çiftçilik ve sanayi ile ilgili üretim araçlarının ve yaşam için gerek duyulan ihtiyaç maddelerinin adlarıdır. Bunların tümü Avesta, Med ve Pehlevi dillerinde olup bugün de aynı isimler vardır.
Anahtar Kelimeler: Azerbaycan, Arran, Azeri dili

On Azerbaijan, Arran and Azerbaijan Language
Choosing the name Azerbaijan instead of Azerbaijan

Before migration of the Saljuqids to purpose of conquest Khorasan and the other lands of Iran, the Iranian people were not acquainted with Turkish language and were not speaking Turkish. The best proof of our thesis is the works of writers and poets, and the names of villages, cities, mountains and rivers and especially the names connected with farming and technological production tools. All of these names were in Avesta, Mad and Pahlavi languages and also they have existed today.
Keywords: Azerbaijan, Arran and Azerbaijan Language
Belki kullanılır diye Azerbaycan, Arran ve Azerbaycan diline dair bir yazı gön­derdim. Bu konuda çok şey söylenip yazılabilir, fakat Musâvât (Eşitlik) Devleti dışişleri bakanı Dr. Kasımzade Bey’den işittiklerim çok öğretici bir belgedir.
1311/1932 yılında Şeref lisesinde beşinci sınıf öğrencisiyken Dr. Kasımzade Bey bizim Fransızca hocamızdı. (İki yıl sonra Tahran Hukuk Fakültesi hocası ve İran dı­şişleri bakanlığı uluslar arası sorunlar danışmanı oldu.) Romanof hanedanının toplu kıyımı, Rus 1918 devrimi, Bakü’de ve Kafkasya’nın diğer yörelerinde müstakil Musâvât Devleti’nin kurulduğunu babamdan duymuştum ve Dr. Kasımzade Bey’in Musâvâtçıların acilen kurdukları devlette dış işleri bakanı olduğunu biliyordum. Bir gün teneffüste fırsatını bulup kendilerinden soru sorma izni istedim. İlkin Fransızca hakkında soracağımı sandı, ama ben Azerice konuşmaya başlayınca gülerek “Siz Azerbaycanlı mısınız?” diye sordu. “Evet” dedim. “Sorunuz ne peki?” dedi. “Kısaca Musâvât partisi ve devletinin kuruluşundan bahseder misiniz lütfen?” dedim. Şöyle anlattı:
“Lenin işlerin idaresini ele alıp da Bolşevik partisi Çarlık baskısı altında halka özgürlük ilan ettiği sırada biz Bakü’de Ulusal Musâvât Partisi’ni kurduk. Aynı isimde bir de devlet kurduk. Ben bu devlette dış işleri bakanı oldum. Eski vatanımız İran’a katıldığımızda Rusların şerrinden kurtulabileceğimizi sanarak İran makamlarına mü­racaat ettik ve “Biz Arran halkını tekrar vatanımıza kabul ediniz” ricasında bulunduk. Ne yazık ki onlar bir girişimde bulunmadıkları gibi bize cevap dahi vermediler. Bu yüzden Musâvât Partisi, Genç Türkler Partisi’ne baş vurdu. Onun da yararı olmadı. O sıralarda topraklarımızın adını Azerbaycan koyduk ve bu bahaneyle kendimizi İranlı tanıtabileceğimizi ve tekrar Rusya’ya ilhaktan masun kalabileceğimizi sandık. Bunun da yararı olmadı ve Sovyet devleti bizi yeniden Sovyetler Birliği’nin bir parçası saydı ve Musâvât Parti’mizi ezdi. O sıralarda parti liderlerine göre daha gençtim. O henga­meden kaçıp Fransa’ya gittim. Birkaç yıl orada hukuk okudum. Şimdi ne mutlu ki vatanım İran’dayım. Arran’a ilk kez Azerbaycan adını Musâvâtçıların vermesinden ve bunu da vatanları İran’a mülhak olma amacıyla vermelerinden daha açık seçik bir belge olduğunu sanmıyorum.
Almanya’da, bu cümleden olmak üzere Berlin’de bu gruptan yani Azerbaycan’ın parçalanması taraftarı olanlardan birkaç kişi var. Bunların İranlıların, hele hele Azer­baycanlıların arasına çıkacak yüzleri yok. Kendi görüşlerini açıkça söyleme cesaretine de sahip değiller. Bana göre bu kukla oyunundaki iplerin ucu Amerikalı yöneticilerin elinde. Bu oyun Türkiye ve Bakü Türklerinin yardımıyla oynanıyor ve İslamî hükü­meti çekip çevirenlerin liyakatsizlik ve cahilliklerinden yararlanıyorlar.
Azerbaycan ve Arran Diline Gelince
Ucuz hammaddeye ve pahalı sanayi mamullerini satacak pazarlara ihtiyaç duyan devletler daima yöneticilerinin kendilerine itaat ettiği toprak ve devletlerin arayışı içindedirler. Bu yüzden büyük, sanayileşmiş, güçlü ve kendini yönetmesini bilen halkı olan devletlerin varlığından rahatsız olur ve korkarlar. Bu ülkelerin hırslı yöneticileri amaçlarına ulaşmak için ulusları ayrılmaya ve parçalanmaya götürebilecek ırk ve dil ihtilaflarını kışkırtıp körüklerler. Yabancılar ile onların uyanık veya gafil kuklalarının ülkemiz İran’da eskiden beri buldukları bahanelerinden biri de, İran’ın batısında Kürtlerin, Azerîlerin, Zenganlıların (Zencanlıların) konuştuğu Kürtçe ve Azerice’dir.
Kürt dili ve ağızları hakkında kanıt getirmeye ve vatanımızda eskiden yapılan şeyleri hatırlatmaya ihtiyaç görmüyoruz. Çünkü hiç kuşkusuz Kürtler Medlerin altı veya dokuz kolundan birine mensupturlar ve ilk eski İran devletini şimdiki toprak­larda kurmuşlardır. Kürtçenin ağızları Pehlevî dilinin bir bölümünü teşkil eder. Kürt­ler bu toprakların her tarafında yaşamaktadırlar. Bazı dönemlerde siyasi ve askeri se­beplerle bizden ayrılan İranlı erkek ve kız kardeşlerimizdir.
Azerî Dili
Ülkemizin iki büyük üstadı Dr. Taki-yi Arrânî ve Ahmed-i Kesrevî’nin bu ko­nuda söyledikleri ve yazdıkları şeye rağmen, bu konuya girmeden önce bugünkü Azerî dilinin başlangıcına, değişmesine ve içeriğine değinme gereksinimi duyuyorum.
Selçuklular Maveraünnehir’den Horasan’a ve İran topraklarının diğer yörelerine saldırmadan önce, ülkemizin tüm batısında, Sâve, Zerend, Kazvin, Hergân, Hemedan, Zengan, Âzerpâdgân ve Arran’daki halkımız Türkçe’ye aşina değillerdi ve Türkçe konuşmuyorlardı. İddiamızın en iyi kanıtı yazarların ve şairlerin eserleri, köy, şehir, dağ ve ırmak adları, özellikle çiftçilik ve sanayi ile ilgili üretim araçlarının ve yaşam için gerek duyulan ihtiyaç maddelerinin adlarıdır. Bunların tümü Avestaca, Medce ve Pehlevice olup bugün de aynı isimler vardır.
Hicrî yedinci yüzyıla kadar yazılan seyahatnamelere ve tarihçilerin yazdıklarına kısa bir bakışla bile, İran’ın batısındaki halkın sadece Selçukluların saldırısından önce değil, ondan sonraki yıllarda da yine Pehlevî (Fehlevî) ağızları konuştukları pek güzel ortaya çıkar.
378/988 yılında ölen ve Verrâk adıyla tanınan İbn-i Nedîm Muhammed b. İshak, el-Fihrist’te 145/762’de ölen İranlı ünlü bilgin Rûzbih İbn-i Mukaffa’dan rivayet ede­rek şöyle yazar: “İran halkı Derî, Farsî, Pehlevî ve Hûzî lehçelerini konuşur. Pehlevîyi Isfahan (Ispehan), Rey, Hemedan, Zengan, Mâh-ı Nihâvend ve Âzerpâdgân halkı bi­lir.
331/943 yılında seyahat ve ticaret amacıyla Bağdat’tan ayrılan ve İslam toprakla­rını 28 yıl süreyle dolaşan İbni Havkal Ebu’l-Kâsım Muhammed-i Bağdâdî, el-Mesâlik ve’l-Memâlik adlı kitabında Azerbaycan halkının dilinin tüm İran halkının dili gibi Farsça olduğunu kabul etmiştir.
346/957 yılında ölen Ebu’l-Hasan Ali b. Huseyn-i Mes’ûdî , et-Tenbîh ve’l-işrâf adlı kitabında Pehlevî, Derî ve Âzerî lehçelerini Fars dili ve tüm İran halkının dili ola­rak yazmıştır.
Sâmânîler döneminde yaşayıp İran topraklarının büyük bir kısmını ve bu arada Âzerpâdgân’ı gezen coğrafyacı Makdisî, Şemseddin Ebû Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr halkımızın konuştuğu lehçeleri sekiz kola ayırır ve Âzerpâdgân halkının konuş­tuğu dilin Pehlevî olduğunu yazar ve buna “Fârsî-yi mungalika” (Anlaşılması güç Farsça) adını verir.
750/1349’da ölen, Kazvin’de yaşayan ve birçok kez Zengan ve Âzerpâdgân’ın yörelerine giden coğrafyacı Hamdullah-ı Mustevfî, Nuzhetu’l-kulûb’da Tebriz, Merâga ve Zenganlıların dilinin Pehlevî olduğunu yazar.
Başkalarının eserlerinden de anlaşıldığına göre, şimdi bir kısmı Azeri Türkçesi konuşan, batıdaki halkımız Safevilerin başlangıcına kadar Pehlevice konuşuyorlardı. Nitekim Safevilerin atalarından günümüze kadar gelen şiirler Kürtçeye benzer bir Pehlevice ile söylenmiştir.
Şimdi de İran’ın batısında yaşayan halkımızın dilindeki değişikliğin ne zaman ve nasıl meydana geldiğini görelim. Selçuklular güneye yönelmeden önce Sâmânî padi­şahları Türk boylarının bir kısmını askere aldılar. Gazneli padişahlarının baba ve ata­ları olan Enuştekin ve Alptekin de bunlardandı. Bu Türk liderleri zamanla Sâmânîle­rin yönetiminde üst kademelere kadar yükseldiler ve Sâmânî topraklarının kimi böl­gelerine emir ve hakim olarak atandılar.
İlk kez, Gazneli Mahmud’un annesinin babası Alptekin ve daha sonra babası Sebüktekin kendi yönetimleri altındaki topraklarda özerklikten söz ettiler ve nihayet Gazneliler Devleti’nin temelini attılar. Bu zamana kadar Türkler İran’ın doğusuna sızmış olsalar bile halkımızın konuştuğu dilde ve lehçelerde her hangi bir değişiklik olmadı. Çünkü Türk boylarının göçü sona ermemişti. Ama Selçuklular adı verilen Türkler, Gazneli Sultan Mahmud’un hizmetine girerek Merv, Buhara ve Hîve gibi bölgelere yerleşerek Gaznelilerin yardımcı kuvvetleri sayıldılar.
Mahmud’un 421/1030’da ölümünden sonra oğlu Mesud’un esrarkeş ve zayıf ya­pılı bir insan olması dolayısıyla Selçuklular itaatsizliğe başladılar. Birkaç yıl böylece idare ettikten sonra Merv’de Mus’ud’un kuvvetleriyle yapılan iki savaşı müteakip Ho­rasan’a hakim oldular. Nitekim Tuğrul Bey 429/1038 yılında Nişabur’u başkenti ola­rak ilan etti. 433/1042’de Rey, Gorgan ve Taberistan’ı, 434/1043’de Isfahan’ı, 446/1054’de Âzerpâdgân’ı, 448/1056’da Bağdat’ı ve daha sonra Pars ve Kirman’ı ha­kimiyeti altına aldı.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Selçuklu boylarının çoğu göçebe ve besici idi. Bu nedenle, sürüleri için vatanımızın neresinde daha iyi otlaklar bulurlarsa oraya gidip yerleştiler. Bunlar daha çok Zerend, Sâve, Hergan, Kazvin kenarları, Hemedan, Zengan, Âzerpâdgân ve Arran’da yurt tuttular. Bunun ardından diğer Selçuklu toplu­lukları Atabek adı verilen Selçuklu şehzadelerinin lalaları eşliğinde Âzerpâdgân, Arran, Fars ve Kirman’a gittiler. İşte bu zamandan itibaren muzaffer ve hakim Sel­çuklu Türklerinin dili, onlarla temas ve alışveriş zorunda olan halkımız arasında ya­yılmaya başladı. Muhtelif ülkelerdeki Türk dillerine ve Türk lehçelerine aşina olanlar ve özellikle Türk lehçelerini tanıyanlar, ülkemizin batısında hakim Türklerin dilinin etkisi altında oluşan dilin saf Türk dili olmadığını bilirler. Nitekim Zengan ve Âzerpâdgân’daki Azeri Türkçesinde bulunan kelimelerin dörtte üçünden çoğu Avestaca, Pehlevice ve Derî dillerine mensup olduğu gibi, bu dildeki fiillerin çoğu Avestaca ve Pehlevice kökenlidir ve Türk dili gramerine göre çekilir. Öyle ki bir Zenganlı, Tebrizli veya Merâgalı şimdiki değişikliğe uğramış diliyle Özbek, Tatar, Kırgız veya Kazak Türküyle konuşamaz. Bir dereceye kadar da olsa Türkiye Türkle­rinin dili hariç, bunlar birbirlerinin dillerini anlayamazlar. Türkiye Türklerinin dilinde ise, işgalci Selçuklar ve Guzların dilindeki değişmeler ve içinde Farsça, Pehlevice, Arapça, Rumca ve Yunanca gibi dillere ait kelimelerin çokça bulunduğu işgal altın­daki topraklardaki halkın dilinin tesiriyle Türklerin dilinde değişmeler olduğu için anlayabilirler.
Her şeyden ziyade, ilmî bakımdan belirgin olan hususa gelince, gerek tarım, ge­rek sanayi ile ilgili üretim araçları ve ev gereçleri asla değişikliğe uğramamıştır. Çünkü yeni gelen bu göçebe ve sığır çobanlarının bu konuda halkımıza tahmil edecek ve öğretecek bir şeyleri yoktur.
Moğol ordusu ile birlikte 616/1219’dan sonra vatanımıza saldıran bir başka Türk boyu da Tatarlardı. Bunlar, bazı tarihçilere göre Moğol ordularının hemen hemen beşte birini oluşturuyorlardı. Kuşkusuz bu Tatarlardan bir çoğunun vatanımızda yurt tutmasının lehçelerin değişime uğramasında etkisiz kaldığı söylenemez.
Bilgisizliklerinden veya siyasi maksatlar sebebiyle halkımızın bir bölümüne “Türk” diyenler şunu ya bilmiyorlar ya da bilmek istemiyorlar: Çaldıran Savaşından ve Tahmasb’ın şahlık zamanından sonra, hele hele Osmanlı Türklerinin ülkemizin ba­tısındaki bir bölümü işgal ettikleri Afgan fitnesinde yırtıcılıkları, canavarlıkları ve kötü davranışlarıyla halkımızda öyle bir nefret uyandırdılar ki halk arasında “Türk” adı “cahil” (nâdân) kelimesiyle birlikte anılır oldu. Nitekim Zengan’da bir kişiye “ca­hil” diyecekleri zaman “Turkdi vele getsin” (Türk’tür; bırak gitsin) derler.
Ama Selçuklular İran halkının kültürüyle yakından aşina olduktan sonra bu kül­türe alışıp gönül verdiler. Gerçekten de Amuderya’dan Akdeniz kıyılarına kadar geniş topraklar üzerinde hükümet eden Selçuklu hükümdarları İran kültürünü yüceltmeye çalıştılar. Öyle ki Tus’lu Nizamülmülk o zamanın en büyük üniversiteleri olan ve bil­ginlerin yetişmesinde büyük rol oynayan üniversiteler kurdu. Hayyam, Abdurrahman-ı Hâzinî ve diğer dostları Melikşah’ın isteğiyle, hesapları bugünün hassas zîclerinden pek de farklı olmayan en büyük ve hassas zîci hazırladılar.
İranlı komutanlar Selçuklu ordusunu çete durumundan çıkardılar ve nihayet Al­parslan sadece on beş bin askerden oluşan ordusuyla, Doğu Roma imparatoru Romanus Diyocanes’in ikiyüz binden fazla Rûmî, Yunanlı, Gürcü, Ermeni, Bulgar ve Fransız’dan oluşan büyük ordusunu 465/1071’de Van Gölü yakınlarındaki Malaz­girt’te tarümar etti, Roma imparatorunu esir altı. Aynı ordu daha sonra, iki yüz yıllık Haçlı Savaşlarına bahane olacak Filistin’i Hıristiyanların elinden aldı.
Sencer zamanında Selçuklular, Oğuz veya Guz adı verilen diğer Türk topluluğu­nun itaatsizliğiyle karşı karşıya kaldı. Nihayet Sencer 548/1153’de Merv yakınlarında bu göçebe ve barbar Guzlara yenildi, kendisi ve eşi tutsak edildi. Üç yıl boyunca 555/1156 yılına kadar tutsak yaşadı. Ancak o yıl eşinin ölümünden sonra kaçabildi. Orta Asya’nın en vahşi kabilesi sayılan Guzlar İran’da Maveraünnehir’den batıya ka­dar akınlarda bulunup birçok kıyım yaptılar. Nitekim sekiz yüz yıl sonra bile Zengan köylerindeki kadınlarımız itaatsiz çocuklarını yatıracakları zaman “Yat, yohsa Guzan geler” (Yat, yoksa Guzlar gelir) derler.
Allahtan Guzlar ülkemizde az kaldılar. Akınlarının çoğu Doğu Roma toprakları­naydı. Gerçekten de bunların lideri Osman Gazi 699/1299’da Doğu Roma toprakları­nın çoğunu Selçukluların elinden aldı. (Osmanlı ülkesinin adı da bu Osman Gazi’den gelir.) Nihayet diğer bir Guz komutanı Fatih Mehmet 857 Hordad/Mayıs 1453’de Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopol’u aldı ve miladî 395 yılında Teodor’un em­riyle kurulan bu devleti ebediyen ortadan kaldırdı. Şimdi Türkiye Devleti de Guzların kurduğu Osmanlı Devleti’nin kalıntısıdır. Bu yüzden, zaman içinde bizden ayrılmış olan doğu kesimindeki halkının bir kısmı dışında şimdiki Türkiye halkının, gerek Ho­rasanlı, gerek Şirazlı, gerek Zenganlı ve Azerbaycanlı olsun biz İranlılarla hiçbir ırk, kan ve nesep akrabalığı yoktur.
Arran’ın Yazgısına Gelince
Bildiğimiz gibi, İran ordusunun, Abbas Mirza’nın, Bakü Han diye tanınan Huseyn Kuli Han, Sarı Arslan diye bilinen Hasan Han Serdar-ı Eyrevânî ve Karabağ hanı İbrahim Halil Han-ı Cevanşîr gibi diğer komutanların fedakarlıklarından sonra, Gülistan ve Türkmençay antlaşmalarıyla Arran nihayet Rusların eline geçti ve buraya “Kafkas ötesi” anlamında Zagafgazya adını verdiler. 1918 yılında Ekim Devrimi olunca, Rusların esiri olan halk kurtuluş zamanının geldiğini sandı. Bu nedenle Gür­cistan bağımsızlığını ilan etti; Ermeniler Daşnak (doğru) ve Arranlılar Musâvâ (eşit­lik) adında birer parti kurdular.
Liderleri bilgin ve yurtsever insanlardan oluşan Musâvâtçılar, belki yeniden va­tanlarına bağlanma ya da en azından özerk olma umuduyla topraklarına Azerbaycan adını verdiler, ama ne yazık ki böyle olmadı. Komünist devrimciler Musâvâtçıların li­derlerinin çoğunu öldürdüler; sadece bunların birkaçı ölümden kaçabildi. Tahran Hu­kuk Fakültesi hocası ve İran dışişleri bakanlığı uluslar arası işler danışmanı Dr. Kasımzade Bey bu Musâvâtçıların liderlerinden ve kaçanlardan biriydi. Burada şunu da hatırlatmalıyız ki 1918 yılına kadar, yukarıda da işaret edildiği gibi, Arran hiçbir zaman Azerbaycan adını almamıştır. Tüm İran tarihi yazanlar buraya Arran demişler­dir. Arran Med diline ait bir sözcük olup “sıcak topraklar” demektir. Farsça’nın diğer lehçelerinde ise “germsîr, germsâr, semîran” derler.
Arran, Gülistan ve Türkmençay antlaşmalarına kadar daima İran’ın bir bölümü olmuştur. Bunun “Hânnişîn” (hanlık) adı verilen Bakü, Karabağ, Şervan, Gence, Şeki, Dağistan gibi bölgelerinin yöneticileri ayrı ayrı İran devleti tarafından seçiliyordu. Bu hanların çoğu aynı zamanda İran ordusunda komutandı.
Pantürkizmden dem vuranlar havanda su dövmektedirler. Birleşik veya İran’dan ayrı Azerbaycan’dan dem vuranlar da yine ya gafildirler ya da Azerbaycan ve Arran halklarına düşman olanların etkisi altındadırlar. İran’ın düşmanları bir zaman Arran halkını zorla vatanları İran’dan ayırıp bu hale getirdiler. Şimdi birkaç gafil Azerbay­can’ın İran’dan ayrılması sevdasındadır.
Azerbaycan halkı hiçbir zaman kendilerini İran’dan ayrı ve İranlıdan başka ta­savvur etmiyorlar. Bütün Zengan ve Âzerpâdgân’ı karış karış arasanız, tüm köylüler arasında bir kişiyi bile, şehirliler arasında ise birkaç yoldan çıkmış dışında İran’dan ayrılma düşüncesinde olan kimseyi bulamazsınız. Batıdaki halkımız yani atalarımız İran topraklarına geldiklerinden bu yana daima Aşur, mel’un İskender, kültür yıkan çöl Arapları, kinci, cahil ve.... Osmanlı Türkleri gibi mütecavizlerin saldırıları karşı­sında daima vatanımız İran’a siper olmuşlardır; şimdi de öyledirler.
Şimdi Azeri Türkçesi konuşan batıdaki halkımızın bir kısmı daima Farsça yazar, Farsça konuşurlar. Sözüm ona Farsların onlara zulmettikleri, halen etmekte oldukları, onları Farsça konuşup yazmaya zorladıkları meselesi, akılsızca bir masaldan başka bir şey değildir. Bu masal, Azerbaycan Demokrat Fırkası’nın bir yıllık hakimiyet döne­mine aittir ve bizim gibi üst düzey yöneticilere aittir. Ben de bu masalı uyduranlardan biriydim. Bu masal şimdi gafil, küçük bir grup ile yabancılara alet olan bazı kişilerin eline geçmiştir ve kendilerini ne uğursuz bir geleceğin beklediğini bilmeden akılsızca bu masalı dile getirmekte ve propaganda yapmaktadırlar. Eskiden yabancıların entri­kalarıyla bizden ayrılan Afganistan, Maveraünnehir ve Arran gibi topraklarda yaşayan halkın şimdiki uygunsuz durumu ve karanlık geleceği şu andaki gafillere ibret kaynağı olmalıdır. Tüm milletimiz için gelişmiş gelenek ve göreneklerimizin hakim olması yolunda hep birlikte çalışmalıyız. Öyle ki, İran topraklarında herkes yasal haklardan yararlansın, başkaları ve vatanı karşısındaki görevini bilsin. Şimdiye kadar bir avuç aydın geçinen, tembel ve iddiacının aylaklığı sonucunda halkımız gerektiği gibi hakla­rına ve görevlerine aşina değildir. Kendi vatanlarında hak ve görevlerini bilmeyen halk, ne kadar ileri düzeyde ve kapsamlı olursa olsun, kanunu koruyamaz. En iyi ör­nek, atalarımızın canlarını ortaya koyarak elde ettikleri İran meşrutiyetinin ilanıyla kabul edilen gelişmiş anayasadır. Ama kendi hak ve görevlerimizi bilmediğimiz için bunu koruyamadık; bundan yararlanamadık. Nitekim her önüne gelen bencil ya da aydın geçinen kişi bunun bir kısmını elimizden aldı ve sonunda bu günlere düştük. Biz her türlü dağılmadan kaçınmalı ve İran’da kanunun hakim olması için çalışmalı­yız.
Son olarak şunu da hatırlatmalıyım ki şimdi Azerbaycan denilen Arran halkı İranlı vatandaşlarımız, erkek ve kız kardeşlerimizdir. Yabancıların entrikaları ve za­manın akışı onların sevgisini yüreklerimizden silmemiştir. Anavatanın ve halkımızın kucağı onların kendi vatanları olan İran’a dönüşlerine açıktır. Şimdi Rus zincirinden kurtulduklarına göre, insani bir şekilde kendi geleceklerine giden yolu bulacaklardır.

Berlin, 6 Şehriver 2557/1998

Konular