NÂSIR-İ HUSREV’İN ŞİİRLERİNDE FELEKTEN ŞİKÂYET TEMASI

Klâsik İran şiirinde, her şairin şiirin eksenini oluşturan pek çok anahtar kelime ve kavram vardır. Bu anahtar kelime veya kelimeler hiç kuşkusuz şairden şaire farklılık gösterir. Örneğin bu kelime Mevlânâ’da “ilâhî aşk”, Hayyâm’da “şarap”, Firdevsî’de “kahramanlık” biçiminde görünür. Bu anahtar kelimelerden birisi de İran şiirinin başlangıcından bu yana geniş bir kullanım alanı bulmuş olan “felek” kelimesidir. İran edebiyatında şairler tarafından “felek” kelimesine yüklenen çeşitli anlamlarla oluşturulmuş yüzlerce terkip, teşbih, kinaye ve istiare bulunmaktadıri; bu terkiplerin ve mazmunların büyük kısmı İran edebiyatı yoluyla Divan Edebiyatımıza da girmiştir.
Felekten şikâyet teması, özellikle Mes’ûd-i Sa’d-i Selmân, Hâkânî, Ebu’l-Ferec-i Rûnî, Abdu’l-vâsi-yi Cebelî, Zahîru’d-dîn-i Fâryâbî, Esedî-yi Tûsî, Mu’izzî, Enverî, Hayyâm gibi X./XI. yüzyıl şairlerinin şiirlerinde sıkça işlenmiş; hatta Senâyî ve Attâr gibi mutasavvıf şairler bile, tasavvufî bir çeşni içinde dahi olsa, bütün engin gönüllüklerine rağmen dünyadan ve felekten şikayet etmekten geri durmamışlardır.
Makalemizin konusu olan Nâsır-i Husrev (394-481/1003-1088) ise İran şiirinde felek kelimesine çeşitli anlamlar yükleyerek çokça kullanan ve sürekli olarak onun davranışlarından, hallerinden, dönmesinden, değişip durmasından, vefasızlığından, cahilliğinden, zalimliğinden şikâyet eden, yani “felekten şikâyet temasını” şiirine eksen alan şairler arasında başı çekmektedir.
Nâsır-i Husrev edebiyat tarihçilerinin ittifakıyla birinci sınıf şairlerden birisi olarak kabul edilir. Onu çağdaşı olan diğer şairlerden ayıran pek çok ayrıcalığı vardır. Şiirinde övgüye, hicve, hezle, aşka, şaraba, sevgiliye, tabiat tasvirlerine hemen hemen hiç yer vermez. Doğru sözden ayrılmamayı, her koşulda hak bildiğini söylemeyi kendisine şiar edinir. Şiirde dahi olsa yalan sözden nefret eder. O, bütün gücünü insanlara doğru yolu göstermeye adamış; şiiri, dinî-mezhebî inançlarını yaymak için bir araç olarak kullanmıştır. Şiirlerinde son derece yalın, kesin, açık ve anlaşılır bir üslup kullanmaya çalışmış, tekellüf ve tasannudan uzak durmuş ve daima insanlara bir şeyler öğretmeyi hedeflemiştir. Bu tutumunda İsmailî mezhebinin dâîlerinden (propagandacılarından) olmasının da büyük etkisi olduğu açıktır.
Huseyn-i Rezmcû, Nâsır-i Husrev’in İran şiiri içindeki yüksek makamını ve İran edebiyatına olumlu katkılarını şu sözlerle dile getirir:
“Nâsır-i Husrev-i Kubâdiyânî’nin manzum eserleri, manevî değerleri ve göz alıcı parıltılarıyla ahlakî ve didaktik şiir sahamıza özel bir itibar ve görkem kazandıran, sorumlu İran şiiri manzarasının bir başka büyük zirvesidir. Nâsır-i Husrev, şiiri, dinî ve ahlakî düşüncelerini yaymak ve tebliğ etmek yolunda bir araç olarak kullanan tek şairdirii.”
Bununla birlikte Divan’ı kabaca gözden geçirildiğinde, şairin pek çok duygusal ve düşünsel iniş çıkış yaşadığı, zaman zaman birbiriyle taban tabana zıt görüşler ileri sürdüğü, kendi çağında İsmailî mezhebinin “Hüccet”i olacak kadar ileri derecede bilgi düzeyine sahip olmasına rağmen aklı ile duyguları arasında bir takım çatışmalar yaşadığı anlaşılmaktadır. Ne yazık ki şiirlerini yazılış tarihlerine göre izlemek imkânı bulunmadığından, gençlik ve yaşlılık dönemlerinde geçirmiş olması muhtemel bulunan düşünce ve duygu değişimlerini tespit etmek mümkün olmamaktadır.
Nâsır-ı Husrev, genellikle karamsar ve kötümser bir dünya görüşüne sahiptir; hayata açılan pencereleri uzak ve aydınlık ufukları göstermemekte, sürekli bir yeis halinde olduğu gözlemlenmektedir. O, bütün bilgeliğine ve sahip olduğu ilimlere rağmen dünyadan ve orada olup bitenlerden memnun değildir. Bunun en güzel örneği “felek” temasını kullandığı şiirlerinde görülen umutsuz yaklaşımlardır. Bütün Divan’ı boyunca felekten, dehrden, zamaneden, insanlardan şikayet edişi, bu pesimist filozof şairin neredeyse tam bir “bess-i şekvâ” ve “şekvâiyye”iii şairi olduğunun da açık bir delilidir.
Mehdî-yi Hamîdî onun şiirlerini ve iç dünyasını değerlendirirken şu saptamalarda bulunur:
“Onun kasideleri genellikle, uzun bir riyazetin ardından maddî güzelliklerin çoğunu çirkin göstermek ve insanı kendisinden ayrılabilme ve kopma imkânı bulunan şeylerden ayırmak ve koparmak maksadıyla söylenmiş beliğ ve parlak hutbelerdir. Kasidelerinde tegazzül ve teşbib yoktur. Şiirlerinin arasından hiçbir zaman gönül alıcı bir bahar güneşi doğmaz. Kelimelerinin perdesinin ardından bir sevgilinin parlayan çehresi ışıldamaz. Onun dünyaya bakışı, suçsuz bir cinayete mahkum olmuş ve derinliklerinde bir cennet tasviri çizilmiş bir bakıştır. Sözleri, uçma arzusunda olan, bedeninden yorgun düşmüş bir ruhun tegannileridiriv.”
Nâsır-ı Husrev’in felekten neden bu kadar çok şikâyetçi olduğunun anlaşılması için macera dolu hayatından kısaca söz etmekte yarar vardırv.
Tam adı, “Ebû Mu’în Nâsır b. Husrev b. Hâris-i Kubâdiyânî-yi Belhi-yi Mervezî” (394-481/1003-1088) olan Nâsır-ı Husrev (Farsça söyleyişle Hosrov), İran edebiyatının V/XI. yüzyılda yetişmiş önemli şair, yazar, filozof ve din adamlarından birisidir. Başta felsefe, astroloji, matematik, tıp, musiki olmak üzere zamanında geçerli olan bütün aklî ve naklî bilimleri tahsil etmiş; fıkıh, tefsir ve hadis okumuş, Hint ve Yunan felsefesini öğrenmiş, İslâm dışındaki semavî dinlerin kitaplarını da incelemiştir.
Bu denli geniş bilgiye sahip olması hasebiyle “Hakîm” lakabıyla anılan şair, daha çok genç yaşlarda Selçuklu emirlerinin ve sultanlarının hizmetine girmiş, bu cümleden olarak Çağrı Bey’in hizmetinde divan işlerinde çalışmış, ancak sürekli hakikat arayışında olan bilgin kişiliğinin de etkisiyle saray çevresinden uzaklaşarak 43 yaşında iken, İran’ın tamamını, Anadolu, Suriye, Filistin, Hicaz, Mısır, Sudan ve Tunus’u kapsayan yedi yıllık bir seyahate çıkmış ve izlenimlerini “Sefer-nâme” adlı ünlü gezi kitabında toplamıştır.
Dört kez hacca giden Nâsır-ı Husrev, uzun seyahatleri sırasında pek çok sıkıntı çekmiş, İslam dünyasının o sıralarda içinde bulunduğu kargaşayı yakından görmüş, aradığı huzur, barış ve hikmet ortamının sadece Şiî-İsmailîvi mezhebine bağlı Fatımiler tarafından yönetilen Mısır’da var olduğuna kanaat getirerek Mısır’a yerleşmiştir. Mısır’da yaklaşık üç yıl kalan Nâsır, İsmailî mezhebinin önde gelen dâîlerinden Hâce Müeyyed ile tanışmış ve onun etkisiyle İsmailî mezhebine girmiştir. Kısa zamanda İsmailî mezhebinin bütün inceliklerini öğrenmiş, adı geçen mezhebin yedi payesinden dördüncüsü olan “Hüccet” payesine dek yükselmiştir. Sekizinci Fâtımî halifesi el-Mustansır Billah (1036-1094) tarafından İsmâilî mezhebini yaymak üzere doğum yeri olan Horasan bölgesine (İsmailîlerin tabiriyle cezire), Belh şehrine gönderilmiştir.
Ne var ki Horasan’da propaganda faaliyetlerine başlar başlamaz Sünnî çevreler tarafında mülhit ve Karmatî olmakla suçlanmış, kendisinden duyulan rahatsızlık sonucunda Selçuklu yönetiminin şiddetli takibine uğramış, canı tehlikeye düştüğü için bir süre Mazenderan bölgesine kaçmış, ancak burada da uzun zaman tutunamayarak Bedahşan vadisinde bulunan Yemgân (veya Yumgân) vadisinde bir yere sığınarak oldukça ileri yaşlarda bulunduğu halde ömrünün sonuna dek sürgün hayatı yaşamış; pek çok dinî, edebî ve felsefî eserini çok zor şartlar altında kaleme almıştır.
Nâsır-ı Husrev’in Dîvânı’ndanvii başka çoğu İsmailî mezhebinin öğretilerini yaymak üzere kaleme alınmış Rûşenâyî-nâme, Sa’âdet-nâmeviii, Sefer-nâmeix, Zâdu’l-Musâfirîn, Vech-i Dîn, Câmiu’l- Hikmeteyn ve Hânu’l-İhvânx adlı eserleri vardır.
Yukarıda da kısaca değinildiği gibi zamanın hemen hemen bütün aklî ve naklî bilimlerde söz sahibi olacak kadar geniş ve derin bir bilgi birikimine sahip olan Nâsır-ı Husrev, bütün bilgisine ve görgüsüne rağmen doyumsuz bir ruha sahiptir. Sürekli hakikat arayışı içinde oluşu, kendisini diyardan diyara sürüklemiş, nice yolculuk sıkıntılarına katlanmış, ne var ki aradığı mutluluğu ve huzuru bir türlü bulamamıştır.
Nâsır-i Husrev, bir yandan dünyanın geçiciliğinden, değersizliğinden, insanın yaşadığı anın değerini bilmesi gerektiğinden söz ederek öğütler verirken, bir yandan da yaklaşık 10000 beyit tutan Divanı’nın hatırı sayılır büyüklükte bir bölümünde çektiği sıkıntıları, acıları, umutsuzlukları, kırgınlıkları dile getirmekten kendini alamaz; bütün bu şikâyetlerin tek kaynağı ve sebebi vardır: Felek.
Şairin başına gelen her türlü musibetin kaynağı felektir. Felek zalim, gaddar, acımasız, şefkatsizdir. Değirmen gibi dönmekte, insanları un gibi öğütüp durmakta, halden hale koymaktadır. Bütün bu şikayetler, herhangi bir şairin dilinde, çok da derinliği bulunmayan sıradan edebî bir mazmun olarak kullanılmış olabileceği halde, Nâsır-ı Husrev gibi pek çok dünyevî ve dinî ilimle haşır neşir olmuş, İslâmî ilimlere tamamen hakim olan ve bu konularda nice eserler vermiş birisi tarafından dile getirilince, insan ister istemez hayrete kapılmakta ve işin felsefî boyutunu inceleme ihtiyacı hissetmektedir.
Şikâyetin, “kendisinden şikâyet edilen ve kendisine şikâyet edilen” olmak üzere iki yönü vardır. Şikâyetin yerini bulması için, mantıken kimin, kime, neyi şikâyet ettiği açıkça ifade edilmelidir. Aksi taktirde edilen şikâyetler havada kalacaktır. Şairler şiirlerinde, kendisinden şikâyet edilenlere, yani şikâyete konu olan olaylara ve varlıklara “dünya, zaman, zamane, çerh, felek, gerdûn, dehr, devran, rûzgâr, kader, kaza” gibi açık seçik isimler koydukları halde “kendisine şikâyet edilen”i, yani şikâyetin mercii olanı her zaman açıkça zikretmezler.
Bilindiği üzere varlık zincirinin halkaları sonsuza doğru uzandıkça bir ilke, yani bir “mebdee” ulaşmak zorundadır. Bu mebde, yani başlangıç noktası İslâm inancına göre âlemleri ve onda bulunan her şeyi yoktan var eden Tanrı’dan başkası değildir. O halde, âlemler hâdis (sonradan meydana gelen) ve mahlûk (yaratılmış) olduklarına, yani daha açık bir ifadeyle kendi iradeleriyle hareket edemeyeceklerine; Tanrı’nın bilgisi ve iradesi dışında herhangi bir iyiliğe ve kötülüğe yol açamayacaklarına göre gerçekte kimden ve neden şikâyet edilmektedir? Felekten şikâyet konusunu sıradan bir mesele olmaktan çıkarıp felsefî bir boyuta büründüren de işte bu sorudur. O halde önce şikâyet edilen felek’in ne olduğuna bakmak gerekir.
“Felek” kelime anlamıyla gök demektir. Eskilerin (hükemâ) inancına göre dünya evrenin merkezidir. Dünyadan sonra yeri kuşatan yedi gökte sırasıyla “Ay, Utarit, Zühre, Güneş, Mirrih, Müşteri ve Zühal” gezegenleri, bu yedi göğün üstünde yıldız kümelerinden oluşan Burçlar göğü, onun da üzerinde Atlas göğü vardır. Hepsi birden dokuz kat halinde gökleri yani felekleri (eflâk) oluşturur. Bütün bu gökler dünyanın etrafında dönerler ve göklerde bulunan her bir yıldızın dünya üzerinde olumlu veya olumsuz bir takım etkileri olduğuna inanılır.
Yıldızların hareketlerinin, bulundukları konumların ve sahip oldukları tabiatların insanların davranışları ve yazgıları üzerinde etkili olduğu inancı çok eski zamanlardan beri mevcuttur. Bütün bu kozmolojik inanışlar İslâm kültürüne başta Yunan felsefesi olmak üzere İslâm öncesi kültürlerin ve uygarlıkların etkisiyle girmiş ve doğrusunu söylemek gerekirse pek çok konuda son derece olumsuz sonuçlar doğurmuştur.
Görünen odur ki şair (ya da şairler) felekten şikâyet ederken -açıkça zikretmemekle birlikte- gerçekte onun arkasında gizli bulunan mutlak irade sahibinden, yani Tanrı’dan, O’nun yaratışından, adaletinden, evrene koyduğu sistemden, evrendeki oluş ve bozuluş (kevn ü fesâd) düzeninden, kaza ve kaderden, dünya hayatının zorluklarından, ölümden vs. şikâyet etmektedirler. Bu şikâyet ediş zaman zaman, yaratışında ve fiillerinde sebeb-i hikmeti, yani nedenleri ve sonuçları bir türlü çözülemeyen pek çok olgu bulunan bu mutlak ilâhî iradeye gönül koyma, yani daha açık bir ifadeyle Tanrı’dan yine Tanrı’ya yakınma şeklinde olabildiği gibi, bazen de bir tür cebrîliğe veya kulların başına gelen her şeyde Tanrı’yı suçlamaya dek gidebilmektedir.
Felekten ve onun yapıp ettiklerinden şikâyet, başına gelenler karşısında kendi iradesinin hangi noktada başlayıp hangi noktada bittiğini çözmekten ve algılamaktan aciz kalan insanın, Tanrı’ya doğrudan söyleyemediği sözlerin kılıfı olmuştur adeta. Çünkü bu tür şikâyetlerin doğrudan dile getirilmesi, söyleyenin neyi kastettiği doğru olarak anlaşılmadığı sürece, dinin zahirî emirleri ve yasakları da dikkate alındığında, yanlış anlamalara, dolayısıyla yanlış çıkarımlara ve yanlış sonuçlara yol açacaktır. Tasavvufî metinler arasında örnekleri çokça görülen şathiyelere, ya da “ukâla-i mecânîn”in Tanrı hakkında dile getirdikleri insanı dehşete ve hayrete düşüren sözlerine, sırf bir vecit ve şuursuzluk halinde söylendiği kabul edildiği için gösterilen hoşgörünün, Tanrı’ya doğrudan doğruya serzenişte bulunan bir insana gösterilmediği ve derhal mülhit, zındık gibi yaftalarla damgalanarak dışlandığı, hatta katledildiği, var olan örnekleriyle tarihî bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Daha yerinde deyişle tasavvufun bilinmezlerine gösterilen anlayış, felsefenin hakikat arayışı peşinde olan sorularına gösterilmemiş ya da gösterilememiştir.
Nitekim aynı durum “felek” kelimesiyle birlikte yan yana ve çoğunlukla “zaman, zamane, rûzgâr” kelimelerinin yerine kullanılan “dehr” kelimesi için de söz konusudur. Edebiyatta sürekli olarak saldırıya uğrayan “dehr”, Yunanca Chron’un karşılığıdır. Chron mitolojiye göre başta Zeus olmak üzere tüm tanrıların yaratıcısıdır ve şairlerin sürekli yakınıp durdukları dehr, şu anda algılamakta olduğumuz izafî bir kavram olan zaman kavramı değil, tanrı olarak kabul edilen dehr’dir. Sosyolog Ali Şerîatî’nin de belirttiği gibi insanlar “Tanrı’ya söylemeye utandıklarını dehr’e söylemekteydilerxi.”
İmam Gazâlî de insanların bu açmazını yakından tespit etmiş ve bu konuda şunları söylemiştir:
“Şeytan insanlara vesvese yolunu açar, öfkeleri onlara galip gelsin diye sırrı herkese gizli olan kader meselesini onların önüne koyar. Böylece feleğe ve dehre sövmeye başlarlar. Derler ki felek aklını yitirmiş, dehrin başı dönmüş, nimeti hak etmeyenlere verip duruyor. Onlara denilse ki bu felek ve bu dehr yaratıcının kudreti altında değil midir? Değil deseler küfür olur, evet deseler yüce Tanrı’ya cefa etmiş olurlar; bu da küfürdür. Bu yüzden Peygamber ‘Dehre sövmeyiniz çünkü dehr Allah’tır.’ buyurmuşturxii.”
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere aslında feleğin ya da dehrin yaptığı iddia edilen şeylerden şikâyet, aslında açıkça Tanrı’ya ve onun yaratış sistemine itiraz anlamı taşımaktadır. Bunun böyle olduğunu en iyi bilenlerden birisi de hiç kuşkusuz Nâsır-ı Husrev’dir ve zaten şaşırtıcı olan da budur. Tefsir, hadis, fıkıh gibi bütün şer’î ilimleri tahsil etmiş olan şair, yukarıda da belirtildiği gibi çoğunu İsmailî mezhebini yaymak için yazdığı mensur eserlerinde bu konuları tüm gerçekliği ve çıplaklığıyla dile getirdiği halde, şiirlerinde büyük bir ikilem içerisinde çırpınmaktadır. Sözgelimi, ağırlıklı olarak felsefe ve kelâmla ilgili konuları ele aldığı Hânu’l-İhvân adlı eserinde feleğin, dehrin, âlemlerin ve zamanın kendiliklerinden hiçbir iradeye sahip olmadıklarını, hepsinin de mutlak bir iradenin malûlü ve eseri olduklarını pek çok münasebetle dile getirir:
“Feleğin hareket ve fiilleri âlemin başlangıcından sonuna kadar nefs-i küllîden saklı değildir. Nefs-i küll, bir şeyi feleğin hal ve hareketleri ile döndürmeye muhtaç değildir. Hiçbir şey feleklerin ve yıldızların hareketleri ile ortaya çıkmaz. Her şey ancak nefs-i küllînin muradınca ortaya çıkar. Feleğin kuvvetlerinde, bir kuvvetin batıl olması da söz konusu olamaz. Nefs-i küllînin muradının hilafına feleğin hareketleriyle bir şey var olsaydı, bu hareketle âlemin var oluşunda bulunmayan bir şey var olurdu. Âlemde bulunanın dışında hiçbir şey var olmaz. Şu halde feleğin kemiyeti ancak nefs-i küllün muradı üzerinedirxiii.”
Yine aynı eserde şu satırları okumaktayız:
“Tabâyiilerden (tabiiyyûn) bir grup, yıldızlarla feleklerin bilen ve konuşan varlıklar olduğunu söylemiş ve buna da hüccet getirerek şöyle demişlerdir: Canlıları ve konuşanları ortaya çıkaran âlemdir. Âlemin çıkardığı şeyin fazileti olsun da, onu çıkaran âlemin olmasın; bu doğru değildir. Âlemin ve onun içinde bulunan yıldızların, feleklerin ve tabiatların ne hayatı ne de bilgisi vardır. .... İnsan, gökyüzünün ortağı olan yerin oluşum sağlayacak his ve hayatının olmadığını görür. Yer (zemin)in hissi olmadığı gibi nutku da yoktur. Kendisine ne yapıldığını bilmez. Yer ile birlikte su, hava ve ateşi de bilgisiz olarak bulduk. Bu dördü de emir alarak iş yaparlar. Nebat ve hayvanı ortaya çıkarmakta felek ve yıldızlarla ortaktılar. Bu ortaklar cansız ve bilgisiz olduğuna göre, ulaşamadığımız gökyüzü ve yıldızlar da cansız ve bilgisizdirxiv.”
Bütün Divan’ı boyunca feleği türlü türlü zalimlikler, adaletsizlikler ve acımasızlıklarla suçlayan; onu evlatlarından öç olan şefkatsiz bir anaya benzeten ve sürekli olarak feleğe karşı kullanılabilecek tek silahın akıl ve ilim olduğunu vurgulayan Nâsır-ı Husrev, belli ki yaşadığı zorluklar ve sıkıntılar karşısında, karamsar ve kötümser tabiatının da etkisiyle, şikayetçi nefsine yenik düşmüştür; bu konuda aklı son derece karışıktır. Bununla birlikte sayıları azımsanamayacak pek çok şiirinde, insanın başına gelenlerin felekten değil, kendi yapıp ettiklerinden meydana geldiğini de açıkça itiraf etmekten çekinmemiştir.
Şairin çeşitli şiirlerinden seçilen örnekler konunun daha da açıklığa kavuşmasını sağlayacaktır. Nâsır-ı Husrev, çileli hayat hikayesinden ve şiirlerindeki feryatlardan da anlaşılacağı üzere, gerçekten de şikayet edip durduğu feleğin çemberinden geçmiş, inançları yüzünden ileri yaşlarda ana vatanından uzaklaşarak sürgünlere katlanmış ve gurbetin acısını sürekli olarak yüreğinde hissetmiştir. Bütün bunların sebebi ve suçlusu halden anlamayan, fazilete değer vermeyen cahil ve zalim felektir.

آزرده کـــرد کــژدم غربت جـــگر مرا
گويی زبون نيافت ز گيتی مگر مرا
در حال خويشتن چو همی ژرف بنگرم
صفرا همی برآيد از انده به سر مرا
گـــويم چـــرا نشــنة تـيـر زمانه کرد
چــرخ بـلـنـد جـاهل بيدادگر مرا
....
نی نی که چرخ و دهر ندانند قدر فضل
اين گفته بــود گاه جوانی پدر مرا

Gurbet akrebi yaraladı ciğerimi; sanki benden daha güçsüzünü dünyada bulamamış gibi.
Şöyle derince bakıyorum da kendi halime, üzüntüden safra vuruyor başıma.
Niye diyorum, zamanenin okuna hedef yaptı beni, şu zalim, şu cahil yüksek felek?
...
Yok yok, felekle dehr bilmezler faziletin kadrini, böyle demişti babam gençliğimde banaxv.

Feleğin işi gücü ilim ehline cefa etmek; iyilere kötülük, kötülere iyilik yapmaktır:

جز جفا با اهل دانش مر فلک را کار نيست
زانکه مادان را بر دانا بسی مقدار نيست
بد به سوی بد کرايد نيک با نيک آرمد
آن مر اين را جفت نیّ و اين مر آن را يار نيست
...
نيک را بد دارد و بد را نکو از بهر آنک
بر ستارة سعد و نحس اندر فلک مسمار نيست

Feleğin ilim ehline cefa etmekten başka bir işi gücü yoktur; çünkü cahil olan bilgili olana pek kıymet vermez.
Kötü kötü olana meyleder, iyi de iyi olanla huzur bulur; o buna eş değil, bu da ona yar olmaz.
....
İyiyi kötü tutar, kötüyü de iyi, çünkü felekte uğurlu (sa’d) ve uğursuz (nahs) yıldızın çivisi yokturxvi.

Şair, feleği pek çok şiirinde insanları doğuran, besleyip büyüten ama sonradan sürekli olarak onlara eziyet eden, hatta öz evlâtlarından öç alan şefkatsiz bir anaya benzetir:

ای قبّة گــردندة بـی روزن خضــرا
با قامــت فـــرتـوتی و با قوّت بــرنا
فرزند توايم ای فلک ای مادر بدمهر
ای مادر ما چونکه همی کين کشی از ما

Ey dönüp duran penceresiz yeşil kümbet, boyun posun yaşlı ama, bir genç gücündesin.
Senin çocuğunuz a felek, a şefkatsiz ana; ey anamız nasıl da ha bire öç alıp durmadasın bizden?xvii

چند گردی گردم ای خيمة بلند
چند تازی روز و شب همچون نوند
مادر بسيار فرزندی و ليک
خوار داريشان هميشه کندمند
مکر و ترفندت کنون از حد گذشت
شرم دار اکنون از اين ترفند چند
جز تو که شنيدست هرگز مادری
کو به فرزندان نخواهد جز گزند

Ey yüksek çadır (gök kubbe) niceye dek dönüp duracaksın etrafımda; niceye dek hızlı bir binek gibi gece gündüz saldıracaksın üzerime?
Nice nice evlâdın anasısın ama, hep harap bir halde zelil etmedesin onları.
Hilen düzenin haddi aştı artık, şu hilelerinden utan şimdi biraz.
Senden başka, evlatlarına kötülük isteyen bir anayı kim işitmiş?xviii

ای بار خدای کردگارم من فضل ترا سپاس دارم

Matlaıyla başlayan kasidesinde, Tanrı’ya övgüde bulunup şükrettikten sonra yaşlılıkta başına gelenleri, sürgün edilişini, Hanefî mezhebi mensuplarından gördüğü cefayı; saçının başının ağarışını, belinin bükülüşünü, güçlüyken zayıf hale düşmesini acı acı tasvir ettikten sonra sözü yine feleğe getirerek, kendisi ne yapmak isterse istesin onun bildiğini okuduğunu ve dizginini dilediği tarafa çektiğini söyler. Felek bir bakıma kaderin ve alın yazısının ta kendisidir.

اين چرخ همی کشاند خوش خوش چون اشتر سوی خود مهارم

“Felek bir deve gibi kendine doğru çekip durmada dizginimi hoş hoşxix.”
Felek halkı avlayıp duran bir avcı doğandır, halk da onun avı. Ama akıl sahibi bilge kişilerden başka hiç kimse onun işlerinden haberdar değildir. Çünkü halk hırs ve cehalet yüzünden daima uykudadır. Felek, bu dünya halkına pek çok gadreder, hileler düzer de onun hilelerine akıl sahiplerinden başkası takat yetiremez.

جز که هشيار حکيمان خبر از کار ندارند
که فلک بازِ شکار است و همه خلق شکارند
نه عجب گر نبودْشان خبر از چرخ و ز کارش
کز حريصی و جهالت همه در خواب و خمارند
...
غدر و مکر است بسی بر سر اين خلق فلک را
که بجز اهل خرد طاقت آن مکر ندارند

Akıl sahibi bilgelerden başka hiç kimsenin haberi yoktur işlerden; felek bir avcı doğandır halk da hepten av.
Felekten ve onun işlerinden haberi yoksa halkın şaşılacak ne var bunda; hırstan ve cehaletten hepsi uykuda, hepsi mahmur.
...
Felek, bu dünya halkına pek çok gadr eder, hileler düzer de onun hilelerine akıl sahiplerinden başkası takat yetiremezxx.

Feleğin sözüne ve ahdine de güvenilmez; o büyük bir yalancıdır.

هر وعده و هر قول که کرد اين فلک و گفت
آن وعده خلاف آمد و آن قول مزوّر

Şu felek ne vaat ettiyse, ne söz verdiyse (bana), o vaat tersine çıktı, o söz de sahtexxi.

Felek açıkça insanın düşmanıdır ve feleğin insana karşı zafer elde etmesini önlemek için tek yol ilim öğrenmektir.

بنگر که چه بايد هميت کردن
تا بر تو فلک را ظفر نباشد
از علم سپر کن که بر حوادث
از علم قوی تر سپر نباشد
هرکو سپر علم پيش گيرد
از زخم جهانش ضرر نباشد

Feleğin sana karşı zafer kazanmaması için bak sürekli olarak ne yapmalısın.
İlimden bir siper yap, çünkü olaylara karşı ilimden daha güçlü bir siper olmaz.
İlim siperini önüne tutan herkes, dünyanın yaralamasından zarar görmezxxii.

Bütün bu şikayetlerin ardından Nâsır-i Husrev de pek çok şair gibi gerçeği kabul ederek, şikayet edilip duran feleğin de aslında hiçbir günahı olmadığını, hatta onun da insanlar kadar çaresiz aciz ve başı dönmüş bir halde bulunduğunu itiraf ederek şöyle der:

نکوهش مکن چرخ نيلوفری را
برون کن ز سر باد خيره سری را
بری دان از افعال چرخ برين را
نشايد ز دانا نکوهش بری را
..
چو تو خود کنی اختر خويش را بد
مدار از فلک جشمْ نيک اختری را

Şu lacivert feleği kınayıp durma, başından şu inatçılık havasını çıkarıp at.
Yüce feleği fiillerden berî bil, bilgin kimseye berî olanı kınamak yaraşmaz zaten.
Sen kendin kendi yıldızını (talihini) kötü yapıyorsun, öyleyse felekten iyi talihlilik umup durmaxxiii.

Bir başka kasidesinde, bir yandan feleğin kendi dönüşünden bile haberdar olmadığını, bu yüzden bir şeye zarar veremeyeceğini dile getirirken, bir yandan da onu insandan başka meyvesi olmayan nadir bir ağaca benzetir.

مر چرخ را ضرر نيست در گشتنش خبر نيست
بس نادره درختيست که جز بشر ثمر نيست

Feleğin zararı yoktur, dönüşünden bile haberi yoktur. O öyle nadir bir ağaçtır ki insandan başka semeri (meyvesi) yokturxxiv.

Bütün bu şikayetlerine rağmen Nâsır-ı Husrev insanlara kaza ve kader konusunda nasıl bir yol tutmaları gerektiğini şu beyitleriyle gösterir:

به ميان قدر و جبر ره راست بجوی
که سوی اهل خرد جبر و قدر درد ر عناست
به ميان جبر و قدر روند اهل خرد
ره دانا به ميانة دو ره خوف و رجاست
راست آْنست ره دين که پسند خرد است
که خرد اهل زمين را از خداوند عطاست

Doğru yolu kader ile cebir arasında ara; çünkü akıl sahibinin katında cebir ile kader bir dert ve sıkıntıdır.
Akıl sahipleri kader ile cebir arasında giderler; bilgin kişinin yolu, korku ile ümit arasındaki yoldur.
Doğrusu şu ki din yolu aklın beğendiği yoldur; çünkü akıl, dünya halkına Tanrı’nın bir ihsanıdırxxv.

Konular