ŞEYH ŞEHABEDDİN SÜHREVERDİ VE KIRMIZI AKIL HİKAYESİ

AKL-İ SORH
(KIRMIZI AKIL)

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla

Şükürler olsun o sultana ki her iki alemin mülkünün sahibidir. Her bir şey ki vardı Ondandı. Varolan her şey Onun varlığıyladır. Varolacak her şey Onun varlığından olacaktır. O Evveldir, Ahırdır ve Zahirdir, Batındır ve O her şeyi görendir.
Selam ve dua yaratılmışlara, gönderdiği elçilerine özelliklede Onunla nübüvveti sonlandırdığı Muhammed-i Muhtar’a, ashabına ve din alimlerine –Rızvanullahi Aleyhim Ecmain- olsun.

Dostlardan aziz bir dost bizden bir sual etti:
-Kuşlar birbirinin dilini bilir mi?
-Dedim: Evet bilirler.
-Dedi: Sen nerden biliyorsun?
-Dedim: Hakikatin müsavviri ilk halde bizim yokluğumuzda ilk halleri irade etti. Beni de bir oyunun parçası yarattı. Benim bulunduğum o ülkede başka kuşlarda vardı. Birbirimizle konuşur, birbirimizi duyardık ve birbirimizin sözlerini anlardık.
-Dedi: Peki şu anki hal nasıl oluştu?
-Dedim: Bir gün kaza ve kader avcıları takdir tuzağını kurdular ve irade tohumlarını orada hazırladılar. Böylece beni bu yolla esir ettiler. Daha sonra benim gerçek vatanım olan o ülkeden bu yere getirdiler. O an iki gözümü birden bağladılar ve bende dört muhalif bent oluşturdular. Ve on şeyi bana vekil kıldılar. Beşi bana taraf önde dışarıda ve beşi de bana taraf arkada içerde. O an beni tahayyür alemine koydular ve böylece gerçek vatanım olan o ülkeye dair ne varsa unuttum. (Artık) Hep böyle olduğumu sanıyordum. Bir müddet bu şekilde devam etti ve gözlerim biraz açılmaya, görmeye başladım. O kadar açılmış gözlerimle bakıyor, bir şeyler görüyordum ki önceden görmemiştim. Gördüklerime şaşırıyordum. Böylece günden güne gözlerim biraz daha biraz daha açıldı ve ben (yeni) gördüğüm her şeye daha da şaşırıyordum…
Sonunda gözlerimin hepsini açtılar. Alemi nasıl varsa bütün sıfatlarıyla bana gösterdiler. Ben bana koydukları sınırlar, bentler ve vekillerle (bu aleme) bakıyordum. Kendi kendimle -bir gün gelirde bu dört muhalif bendi benden kaldırırlar mı? Bu vekilleri benden geri çekerler mi? Ve kanatlarım açılır mı?- diye konuşuyordum; öylece havada bütün bent ve zincirlerden uzak kanat açıp uçayım….
Bir zaman geldi ki o gün bana kılınmış vekilleri kendimden gaflette buldum. Bundan daha iyi bir fırsat bulamayacağımı düşünerek yavaşça bir köşeye çekilip üzerimdeki bent ve zincirlerle aksayarak sahraya doğru yöneldim. O sahrada bana doğru gelen birisini gördüm ve ona doğru gittim. Onu selamladım. Bütün lütfüyle bana karşılık verdi. O şahsa baktığımda yüzünün ve sakallarının kırmızı olduğunu gördüm. Genç birisi olduğunu sandım.
-Dedim: Ey genç! Nerden geliyorsun?
-Dedi: Ey oğul! Bu hitap hatadır. Ben yaratılışın ilk çocuğuyum ve sen beni genç diye mi çağırıyorsun?
-Dedim: Niçin sakalın saçların beyazlamamış?
-Dedi: Benim sakalım beyazdır ve ben nurani bir yaşlıyım. Seni tuzağa düşüren avcılar ve sende bu muhtelif bent ve sınırları koyan, sana vekiller tayin eden beni de ne zamandır siyah (karanlık) bir çukura attı. Beni kırmızı görmen ondandır. Yoksa ben beyaz ve nuraniyim. Nurun bulunduğu her beyazlık siyahla karıştığı zaman kırmızı görünür. Akşamın ilk kızıllığı ve seherin sonu ilk şafağı beyazdır ve onda nurda vardır. Bir tarafı nura doğruyken aydınlık öbür tarafı solda karanlığa doğrudur. Bu yüzden kırmızı görünür. Bedr ayının nasıl ki nuru da vardır ve nura mevsuftur, bir tarafı gündüz diğer tarafı gece kırmızı görünür. Lambada aynen böyledir. Alt tarafı ışıklı ve yukarısı dumanlı siyah ve dumanla ateş arasıda kırmızıdır. Buna benzer şey çoktur…
-Sonra dedim: Ey yaşlı! Nereden geliyorsun?
-Dedi: Benim yurdum olan Kaf dağının ardından ve senin ülkende orasıydı ama sen bunu unutmuşsun.
-Dedim: Sen orada ne yapıyordun?
-Dedi: Ben seyyahım. Devamlı alemin etrafında gezerim ve acayipliklere bakarım.
-Dedim: Alemde acayipliklerden neler gördün?
-Dedi: Yedi şey. Evvel vatanımız olan Kaf dağı, ikincisi geceyi aydınlatan Cevher, üçüncüsü Tuba ağacı, dördüncüsü on iki alem, beşincisi Davut’un zırhı, altıncısı Cevher kılıcı, yedincisi Hayat kaynağı.
-Dedim: Bana bunları anlat.
-Dedi: Evvel Kaf dağı dünyanın etrafını çevreledi. O on iki dağdan oluşur ve sen sınırlamalarından, bentlerinden kurtulursan oraya varırsın. Zaten seni oradan getirdiler. (Yine) Olan her şeyin ilk haline döndüğü yerdir orası.
-Sordum: Peki ben oraya nasıl gideyim?
-Dedi: Yolu zorludur. Önce önüne iki dağ çıkar Kaf dağından. Biri sıcak iklimli öbürü soğuk. Orada sıcaklığın ve soğukluğun haddi yoktur.
-Dedim: Bu kolay olur, sıcak iklimleri kışın ve soğuk iklimleri yazın geçerim.
-Dedi: Hata edersin. O ülkede hava hiçbir mevsimde sefere uygun değildir.
-Sordum: Bu dağın mesafesi ne kadardır?
-Dedi: Öyle ki başladığın birinci yere (ilk makama) ulaşabilirsin. Öyle ki bir ucu bir noktada açık bir pergel hareket ettirildiğinde aynı noktaya ulaşır ya! Buda öyledir.
-Dedim: Bu dağ delinmez mi ve açılan delikten geçilmez mi?
-Dedi: Buda mümkün değil. Ama istidadı (yeteneği) olan herkes delmeye gerek kalmadan bir anda burayı aşabilir. Belesen[ii] yağı gibi. Avucunu güneşe doğru tutup ısındığında eline damlatacağın bir damla Belesen yağının içeriği dolayısıyla bir anda elini delip geçeceği gibi. Eğer sende bu dağı geçebilecek mahiyete sahip olursan bir göz açıp kapayıncaya kadar her iki dağı da aşarsın.
-Dedim: Bu mahiyeti nasıl kazanabilirim?
-Dedi: Anlatmaya çalışayım.
-Dedim: Eğer bu iki dağı aşabilsem ötekiler kolay olur mu?
-Dedi: Kolay olur. Bazıları daim bu iki dağda esir kalır. Bazıları da üçüncü dağa ulaşır ve orada karar kılarlar. Bazıları dördüncü, beşinci ta böylelikle on birinci dağa ulaşır. Çabuk davranan akıllı her kuş daha öteye ulaşır.
-Dedim: Madem ki! Kaf dağını anlattın geceyi aydınlatan Cevher’i de anlat.
-Dedi: Geceyi aydınlatan Cevher’de Kaf dağındadır. Ama üçüncü dağında. Onun varlığıyla gece aydınlanır. Ama devamlı aynı halini korumaz. Onun aydınlığı da Tuba ağacındandır. Ne zaman Tuba ağacıyla karşı karşıya gelse o taraftan tam bir nur, aydınlık bir halka gibi görünür. Tuba ağacına yaklaştıkça bir bölümü o kadar da aydınlanırken sen taraftan bir kısmı karanlık görünür. Kalanı aydınlıktır. Tuba ağacına yaklaştıkça bulunduğu taraftan aydınlığın içinden karanlık görünür. Ama Tuba ağacına taraf olan kısmı ise aydınlıktır. Tuba ağacına taraf yaklaştıkça sen taraftan iyice karanlık görünmeye başlar ve Tuba ağacına doğru olan kısmıysa tam bir aydınlık. Tuba ağacını geçtikçe sen taraftan aydınlık artar. Öyle ki aydınlık aslında artmamakta sadece onun alanının aydınlığı yansıtması artmaktadır. Karanlık azalmakta ve sonunda Tuba ağacıyla karşı karşıya gelmekte bütün alanı aydınlatmaktadır.
Buna örnek şudur ki; düğmeye benzer bir nesneyi (Guy) ortadan delin ve bu delikten bir cismi geçirin, bir kabı suyla doldurun ve ortası delinmiş ve içinden bir cismin geçirildiği düğmeye benzer bu nesneyi bir yarısı suyun içinde kalacak şekilde kabın içine koyun. Ki bu nesnenin suyla teması esnasında bütün etrafı suyla kaplanmış olsun. Bu duruma suyun altından bakan birisi bu nesnenin bir yarısının suda olduğunu görür. Eğer su dolu kabın ortasında sağ taraftan bakıldığında nesnenin kabın ortasında ki bir kısmını suda görür ve diğer kısım bu durumda suda görülememektedir. Öyle ki kabın etrafında çeşitli yönlere yapılacak hareketlerde suyun içinde olan nesnenin bakılan kısmı dışında ki bölümleri görülemeyecektir. Ama bunun tersi diğer kısım suyla teması olmadığı kanaatini doğuracaktır ve su dolu kabın kenarına her bakıldığında nesnenin az bir kısmının suda ve çoğunluğunun suyun dışında olduğu müşahede edilecektir. Su dolu kabın sağ tarafından bakıldığında bu nesnenin bir yarısının suda ve öbür yarısının suyun dışında olduğu görülür. Aynı şekilde su dolu kabın kenarında yukarıdan bakıldığında suyla temasın az ve nesnenin büyük bölümünün suyun dışında olduğu sanılacaktır. Kabın ortadan tam üstünden bakıldığındaysa nesnenin tamamının suyun dışında olduğu düşünülecektir. Eğer su dolu kabın altından bakan ne suyun ne de nesnenin görülmediğini söylerse, biz onu takdirle karşılarız ki dediği doğrudur.
........
Yaşlıya Tuba ağacının ne olduğunu ve nerede bulunduğunu sordum.
Dedi: Tuba ağacı büyük bir ağaçtır. Cennetlik insanlar cennete gittiklerinde bu ağacı orada görürler. Daha önce söylediğimiz on bir dağdan bir dağ vardır ki bu ağaç o dağdadır.
Dedim: Bu ağaçta hiç meyve yok mudur?
Dedi: Bu dünyada gördüğün her meyve o ağaçta da bulunmaktadır. Bu gördüğün bütün meyveler aslında onun ürünüdür. Eğer o Tuba ağacı olmasaydı ne bu meyveler, ağaçlar ne de çiçekler ve bitkiler varolabilirdi.
Dedim: Meyve, ağaç ve çiçeklerin Tuba ağacıyla nasıl bir ilişkisi var?
Dedi: Simurg’un yuvası bu ağacın üstündedir. Simurg sabahları kanatlarını yeryüzüne doğru açar ve yuvasından havalanır. Simurg’un kanatları Tuba ağacında meyvelerin oluşmasına ve yeryüzünde bitkilerin üremesine neden olur.
Yaşlıya dedim: Duydum ki Zal’ı Simurg büyütmüş ve Rüstem İsfendiyar’ı Simurg’un yardımıyla öldürmüştür.
Yaşlı dedi: Evet doğrudur.
Dedim: Nasıl oldu bu?
Dedi: Zal doğduğunda saçları ve yüzü beyazdı. Babası Sam Zal’ın sahraya atılmasını emretti. Onu karnında taşıyaraktan büyük acılara katlanmış olan Zal’ın annesi yapacak bir şeyin olmadığını görerek bu üzücü duruma razı oldu. Zal’ı istemeyerekte olsa sahraya atmak zorunda kaldı. Mevsimlerden kıştı ve havalar soğuk. Hiç kimse Zal’ın hayatta kalabileceğini düşünemezdi. Bu durumun üzerinden birkaç gün sonra Zal’ın annesi bu üzüntüye dayanamayarak kalbindeki çocuğuna karşı olan sevgiyle kendi kendine Zal’ın durumunu öğrenmek için onu bıraktığı sahraya gitme kararı aldı. Zal’ın annesi sahraya ulaştığında Simurg’un kanatları altında oğlunun hayatta olduğunu gördü. Annesini gören Zal’ın dudaklarında bir tebessüm oluştu. Annesi Zal’ı kucağına alarak ona süt verdi. Onu eve götürmek istediyse de geçen birkaç gün içinde Zal’ın hayatta kaldığının öğrenilmesinden çekindiği için onu eve götürmekten vazgeçti. Zal’a süt verdikten sonra onu tekrar Simurg’un kanatları arasına bıraktı ve bu durumu herkesten gizlemeye çalıştı. Akşam olduğunda Simurg sahrayı terk etmişti. Zal’ın başucuna gelen bir ahu o akşam kendi memelerinden ona süt verdi. Ahu Zal’a süt verdikten sonra onun başına bir şey gelmemesi için başucunda uzanmış ve onu tehlikelerden korumuştu. Böylece o günde Zal’ın başına bir tehlike gelmeden geçmişti. Zal’ın annesi daha sonra çocuğunun başucunda yatan ahuyu uzaklaştırdıktan sonra onu evine getirdi.
Yaşlıya dedim: Bu nasıl bir durumdur?
Yaşlı dedi: Bende bu durumu Simurg’dan sordum. Simurg dedi ki; Zal Tuba ağacının inayetine malikti ve biz onun helak olmasını istemedik. Ahunun yavrusunun bir avcının eline geçmesini ve onun kalbinde Zal’a karşı bir ana şefkati uyanmasını sağladık. Akşama kadar bu şefkatle koynunda Zal’a bakmakta, süt vermekteydi..
Dedim: Rüstem ve İsfendiyar’ın olayı neydi?
Dedi: Öyle ki Rüstem İsfendiyar karşısında aciz oldu ve yorgunluktan evine dönmek zorunda kaldı. Babası Zal defalarca Simurg’dan Rüstem’e yardım etmesi için ricada bulundu. Simurg’da bulunan bir özellik odur ki, eğer ayna yada ona benzer bir nesne Simurg’un karşısında tutulduğunda bu aynaya bakan herkes şaşkınlık içinde kalır bir şey yapamaz duruma gelir. Bunu bilen Zal demirden iyice cilalanıp parlatılmış bir kalkan yaptı ve bu kalkanı Rüstem’e giydirdi. Aynı şekilde Rüstem’in başlığı da parlatılmış cilalı bir başlıktı. Zal Rüstem’in atını da çeşitli parlak aynalarla süsledi. Rüstem’i Simurg’un karşısına gelecek şekilde döğüş meydanına gönderdi. Şimdi bütün gerekli olan İsfendiyar’ ın savaşmak için Rüstem’in karşısına geçmesiydi. İsfendiyar Rüstem’e yakınlaştığında Simurg’un görüntüsü ayna ve kalkana yansımış bu görüntü İsfendiyar’ın gözlerine ulaştığında o artık hiçbir şey göremez olmuştu. İsfendiyar bu durum karşısında gözlerine bir şey olduğunu sandı. Oysa diğer şeyleri görebilmekte onları seçebilmekteydi. Sonunda attan düşen İsfendiyar Rüstem’in eliyle öldürülmüştü.
.........
Yaşlıdan sordum ki: dünyada sadece bir bu Simurg mu var?
Dedi: Bilmeyen böyle düşünür. Oysa her zaman Tuba ağacından bir Simurg yeryüzüne iner ve yeryüzündeki onun varlığıyla yok olur. Eğer yeryüzüne Tuba ağacından her defasında bir Simurg inmeseydi hiçbir şey varolamazdı. Tuba ağacından yere inen Simurg on iki aleme doğru hareket eder.
Dedim: Ey yaşlı! Nedir bu on iki alem?
Dedi: Öncelikle bilesin ki Sultanımız mülkü abad etmek istediğinde evvela bizim vatanımızı abad etti. Sonra bizleri çeşitli işlere mesul kıldı ve on iki alemi yarattı. Bu alemlerin her birinde şakirdler ve çıraklar tayin etti. Bu şakird ve çırakları çeşitli işlerle mesul kıldı. Böylelikle on iki alemin altında başka alemler ortaya çıktı. Bu alemlere de usta tayin edildi. Daha sonra usta da bu işlerle mesul kılındı. Bu birinci alemin altında da bir diğer alem ortaya çıktı. İkinci bir ustayı da başka işlerle mesul kıldı. Böylece ikinci alemin altında da alemler, ustalar ve sonunda yedi alem ve bu alemlerin ustası tayin edildi. On iki alemde bulunan her bir şakird ve çıraklara, sonra da birinci ustaya paye verildi. O on iki alemden iki alem bu ustaya bırakıldı. İkinci ustaya da paye verildi. O on iki alemden diğer iki alemde kendisine bırakıldı. Üçüncü ustada da aynı şekilde tayin edildi ve dördüncü usta diğerlerinden daha güzel bir kisveye büründürüldü. Yukarıdaki on iki alemden bir alem ona bırakıldı ama onun o on iki aleme de nazır olması istendi. Beşinci ve altıncı usta içinde birinci, ikinci ve üçüncüde olduğu gibi karar kılındı. Yedinciye gelindiğinde o on iki alemden sadece bir alem kalmıştı ki oda yedinci ustaya bırakıldı. Ama ona ayrıca bir paye verilmedi. Yedinci usta bunun üzerine feryat etti ki her ustaya iki alem ve bana bir alem verildi. Ayrıca her ustaya paye verildi ve bana verilmedi.
Emredildi ki yedinci ustanın aleminin altında iki alem daha var edilsin ve buraların hükmü kendisine verilsin. Ayrıca her alemin altında düzgün ekim alanları oluşsun ve buraların sorumluluğu da yedinci ustaya verilsin.
Kararlaştırıldığı gibi dördüncü ustanın güzel kisvesinden, her gün biraz daha güzelleşen başka bir kisve, yedinci ustaya da bahşedildi...
İşte Simurg’un hareket ettiği on iki alem budur. Simurg hakkında ki konuşmuştuk.
Dedim: Ey yaşlı! Bu alemlerde ne dokurlar?
Dedi: Daha çok ipek dokunur ve diğer akla gelen her şey. Ayrıca Davut’un Zırhı da bu alemlerde dokunur.
Dedim: Ey yaşlı! Davut’un Zırhı nedir?
Dedi: Davut’un Zırhı sende oluşturulmuş çeşitli bent ve sınırlardır.
Dedim: Bunu nasıl yapıyorlar?
Dedi: Yukarıdaki on iki alemden üç alemde bir halka oluşturulur. Böylece on iki alemde dört yarım tamamlanmamış halka meydana gelir. Bu tamamlanmamış dört halka yedinci ustaya bırakılır. Yedinci ustada da her biri üzerinde işler. Yedinci ustanın eline ulaşan bu halkalar ekim alanlarına sevk edilir. Burada halkalar bir müddet tamamlanmamış şekilde kalır. Sonra bu yarım dört halka tek bir halkada birleştirilir. Böylece senin gibi kuşlar bunda esir edilir. O zırh boynuna geçirilir ve orada yarım kalmış iş tamamlanır.
Yaşlıdan sordum ki her zırhta ne kadar halka vardır?
Dedi: Okyanuslarda ne kadar katre olduğunu bilmediğimiz gibi bunda da kaç halka olduğunu bileyemeyiz.
Dedim: Bu zırhı kendimizden nasıl uzaklaştırabiliriz?
Dedi: ‘Belarek Kılıcı’yla.
Dedim: Belarek Kılıcı nerede bulunur?
Dedi: Bizim vatanımızda bir cellat vardır ve bu kılıç onun elindedir. Her zırhın bir miadı vardır. Her zırhın miadı dolduğunda cellat Belarek Kılıcını öyle bir vurur ki bütün halkalar birbirinden ayrılır.
Yaşlıdan sordum: Bu zırhları kuşanmışların kılıcın darbesi esnasında gördüğü zarar ve duyduğu ıstırap birbirinden farklı mıdır?
Dedi: Farklı olur.
Dedi: Bazılarına öyle gelir ki yüz yıl ömrü olsa ve bütün ömrü boyunca neyin daha acı ve zarar vereceğini düşünse bu darbeden daha ağır acı ve ıstırap verecek başka bir şeyi hayal bile edemezler. Ama bazıları içinde durum hiçte böyle ıstıraplı ve zararlı değildir.
Dedim: Ey yaşlı! Ne yapayım ki bu darbenin acısı, zararı benim için kolay, katlanılabilir olsun?
Dedi: Hayat kaynağına ulaş ve bu kaynaktan suyu başından aşağı dök. Böylece üzerindeki zırh bedeninde sağlamlaşsın ve kılıcın darbesinden doğabilecek yaradan kurtulabilesin. Çünkü hayat kaynağından üzerine dökeceğin suyla üzerindeki zırh daralır ve bedenini kaplar. Böylece Belarek kılıcının darbesi ve onun sende açacağı yaralar karşısında daha az zararla kurtulabilirsin.
Dedim: Ey yaşlı! Bu Hayat Kaynağı nerededir?
Dedi: Onun makamı Zulmettedir. Eğer onu istiyorsan Hızır gibi olmalısın ve tevekkülü elden bırakmamalısın. Belki böylece bu kaynağa ulaşabilirsin.
Dedim: Bu kaynağa ulaşmanın yolu ne taraftadır?
Dedi: Yüzünü her yöne dönsen orası onun makamıdır. Ona taraf gidildikçe yol alınır.
Dedim: Zulmetin alâmetleri nedir?
Dedi: En önemlisi Siyahlık ve karanlıktır. Sen kendinde halihazırda zulmettesin ama bunu bilmemektesin. Bu yolu gitmeye başlayan kendisinin zulmette olduğunu görmeye başlar. Daha öncede zulmette olduğunu ve aydınlığı görmediğini anlar. İlk adım böylelikle başlar. Bundan sonra daha ileriye gitme imkanı vardır. Eğer birisi bu makama ulaşabilirse daha ileriye gitmesi mümkündür. Hayat kaynağına ulaşmak için yola çıkan zulmette uzun süre çileye razı olmalıdır. Eğer bu kaynağın talibi buna liyakati varsa bütün zulmetlerin ardından nura ulaşır. Talib bu merhaleleri geçmeden tam bir aydınlık olan ve arştan hayat kaynağına inen o nura ulaşamaz. Yol alan talib bu kaynağa vardığında buranın suyuyla arınırsa Belarek Kılıcının açacağı yara ve zararlardan kendisini emniyette bulur.

Şiir

Aşkın kılıcıyla öl ki kavuşabilesin ebedi hayata
Ki senin kendi kılıcından korkmaz, kimse etmez haya

Bu kaynağın suyuyla arınmışlar hiçbir zaman hiçbir şeyden zarar görmez.
Hakikatin manasını kavrayanlar bu kaynağa ulaşabilir ve orada arınabilirler. Arındıktan sonra da çeşitli istidatlarla donanırlar: Belesen yağının terkibinde bulunan hasiyet gibi. Avucunu güneş karşısında tutan birisi avucunun içine damlatacağı bir damla Belesen yağının avucunu delip geçtiği gibi. Eğer Hızır olsan Kaf dağını bir anda geçersin.
Bu macerayı bu aziz dosta anlattığımda bana dedi ki; sen o kuşsun ki tuzağa düşmüş ve avlanmaktasın. Ve bende şu anda senin tuzağında kötü bir av sayılmam.
Şiir

Ben o kuşum ve alemin avcıları,
Her zaman bana muhtaç olsun
Benim avım siyah gözlü ahulardır,
Hikmet gözdeki gözyaşları gibi olsun,
Yanımızda bu sözlerin bir manası yok
Ki bize bu manalardan dem vuran olsun
Allah’a şükürler olsun ki Onun hüsnü tevfikiyle bu risale son buldu. Selam ve salat yaratılmışların en hayırlısı Muhammed’e, Onun bütün sahabelerine ve ailesine olsun.

Konular