Dünyam Sâdık Hidâyet

Kitaplarının isimleri mi yoksa bir yarış hâlinde olmam mı beni ona çekmişti? Neden daha önce onun kitaplarını okumamıştım neden bu kadar yabancı kalmıştım? Fars edebiyatına diyerek bir anda kendimi bu kompleksin içinde buluvermiştim. Onu sırf yarış hâline olduğum okul arkadaşıma nispet olsun diye okuyacaktım. Aynı hafta içinde bütün sahafları dolaştım. Ta ki Bahar Kitapevinde Varlık serisi birinci baskısını bulana kadar. Hem de birinci baskısı diye diye o gün otobüse nasıl bindim eve nasıl gittim gider gitmez iki saat içinde nasıl okuyup bir anda bitirdim hiç hatırlamıyorum. Ama şunu biliyorum daha önce hiç yaşamadığım bir hisse kapılmıştım. Karakterinin adı ‘Kör Baykuş’ olan hastalıklı, ıstıraplı, can çekişen bir yaralıydı. Artık yarışı bırakmıştım. Kendimi sadece kitabın akışına bırakmıştım. İran edebiyatı bu kadar büyük bir edebiyattı diye geçirdim zihnimden. Farsça öğrenmeye başladığım sene, Sadık Hidayet’in büyülü yazı dünyası beni İran kültür merkezine sürüklemişti. Onların edebiyatını en iyi onlardan öğrenebilirdim. Fakat düşüncelerimde biraz yanıldım. Çünkü Sadık Hidayet sisteme başkaldıran hatta Tanrıyla oyun oynayan, Tanrı’dan önce hayatına son vermiş bir yazardı. Arapları hiç sevmemiş fazlasıyla Fars milliyetçiliği yapmış Fransa’da bohem hayatın içinde yazarak kaybolmuş birisiydi.. Kendimi ölüme ve intihara hep en yakın hissettiğim için Kör Baykuş’un ölümü, yazarının ölümü ve hikâyelerindeki karakterlerin ölümü beni ona iyice sarmıştı.

“Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi. Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak bunun nedeni, ölümün seslenişini duymuş olmamızdır.” Diyor Kör Baykuş’ta Hidayet. Anlatılarının sonunda hep bir ölüm ve yalnızlık teması karşımıza çıkar. Onu hayatınızın en mutlu zamanlarında okursanız yaşadığınız mutluluğun arkasından bir acının geleceğini anlayabilirsiniz. Az düşündüğünüz zamanlarda, bencil olduğunuz durumlarda bir tokat gibidir öyküleri. “Ölüm ona göre son derece kolay ve doğal geliyordu. “ derken ‘Çıkmaz’ hikâyesindeki Şerif ve Muhsin hiç beklemediğimiz bir anda yanı başımızda beliriverir. Kime göre ölüm doğal ve kolaydı. Ölene göre mi yoksa yaşamaya devam edene göre mi? ‘Neden eşeğe bindiğini ve nereye gittiğini bilmeyen ‘erkeğini kaybetmiş bir kadın’ olan Zerrinkülah’ sevgilinizden ayrıldığınızda aynadaki yansımanız olur. Hiçbir şeyi bilmeyen aslında sizsinizdir. Aşkı yaşarken, ölümle hep iç içe oluşunu, yaşam savaşı verirken aslında ölümü arzu ettiğinizi birkaç satır arasına sıkıştırılmış sözlerden anlarsınız. Alabildiğim kadar kitaplarını aldığım, alamadığım bir iki kitabını da kütüphaneden alıp okuma şansı bulduğum yazarım. Sadık Hidayet’i okumayı aklımdan bile geçirmediğim bir gün kütüphanede Emile Zola’nın “Therese Raquin”ini ararken, önüme çıkan ‘Diri Gömülen’ yine beni yolumdan saptırmıştı. Bir saat içinde okuyup bitirebileceğimin, bir süre kendime gelemeyeceğimin sinyallerini vermeye başlamıştı bile. Bir elimde Fransız edebiyatı diğer elimde İran edebiyatı. Bu bence tesadüf değildi.

“Hiç kimse intihara karar vermez. İntihar bazılarına mahsustur. Onların yaradılışında vardır. Herkesin yazgısı alnına yazılmıştır. İntihar da bazı kimselerle doğmuştur. Ben, yaşamı sürekli alaya aldım. Dünya, tüm insanlar, gözümde bir oyuncak, bir rezillik, boş ve anlamsız bir şeydir. Uyumak, bir daha bir uyanmamak istiyorum, rüya görmek de istemiyorum. Oysa bütün insanlarca intihar çok acayip ve tuhaf bir şey olduğu için; kendimi adamakıllı hasta etmek, ölecek hale gelip bitkinleşmek istiyordum. Herkes esrar içtiğimi duyduktan sonra “Hastalanıp öldü” desinler istiyordum.” Daha açar açmaz sayfa on beşte bu cümleleri okuduğunuzu düşünün. Kim bu satırların başını, sonunu merak etmez. Bu cümleler kimi alıp götürmez gerçeğe. Yerimden bir an kımıldamadan yalnızca hızlı hızlı ama sindire sindire Hidayet’in sözlerini okudum. İntihar evet Therese Raquin’de intihar vardı Fransız usulü giyotinle intihar. Sevgili Sadık Hidayet’tin edebiyatla içli dışlı olduğu, eserlerinin çoğunu kaleme aldığı zamanlar Fransa’da yaşadığı yıllardır.

Hayatımın dönüm noktalarında, aldığım radikal kararların arkasında hep o vardır. Onun yazdıkları. O kadar inanıyorum ki yazdıklarına, ‘Vejetaryenliğin Yararları’ kitabını okumaya başladığım anda dokuz ay süren, sonucu et zehirlenmesiyle biten veganlık günlerimin sebebidir. “Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın” Hz. Ali’den alınmış kitabın ilk cümlesi beni yine bir başlangıca sürüklemişti bile. Bir öykü kitabımı yoksa bir deneme mi ya da bir sağlık kitabı mı henüz karar verebilmiş değilim. Hep bilimsel olarak kanıtlanmış bilgiler, doktorların adıyla verilmiş, hem arada öyküleyici cümleler hem de Sadık Hidayet’in Avrupa’da Amerika’da bulunduğu yıllarda hekimlerden öğrendiği bilgileri deneme tadında anlattığına tanık oluruz. Dokuz ay boyunca et yemediğim sürede aile boyu herkes Sadık Hidayet’e düşman olmuştu. Ağzıma bir dirhem et dahi sürmedim. Ama yumurta, süt ürünleri vs… yiyordum çünkü hayvanlarda yavrularını bu gıdalarla besliyorlar. Bu düşünceye o kadar inandım ki hâlâ da inanıyorum. Et yemeye müsait olmayan bir çene- diş yapımızın olduğunu yutak borumuzun uzun ve dar olduğu için eti içimizde çürütemediğimizi anlayan anlamayan pek çok kimseye benimsetmeye çalışmıştım ama nafile. Bünyem o kadar hafiflemiş ve rahatlamıştı ki et yemediğim uzun bir sürenin ardından zorla yedirilen et dört gün boyunca acilde yatmama sebep olmuştu. Bu yenilgiyi hâlâ kabul edemiyorum. Sadık Hidayet haklıydı. Senelerce Budaların arasında yaşamış, uzun yaşayan insanların da veganlar olduğunu bilimsel olarak ispat etmişti. Eğer vegan olma fikrini içinizde taşıyorsanız bu kitap size kararlı bir başlangıç yapmanızı sağlayacaktır.

Her şeye ve herkese bir ikinci gözle bakmamı sağlayan yegâne yazarım Sadık Hidayet. Söyleyin bana “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de devası da yoktur bu dertlerin.” Diye haykırırken yalnız yapayalnız büyük bir adam. Nasıl kayıtsız kalabilirsiniz bu haykırışlara? Kalamazsınız çünkü bu haykırışlar sizin haykırışlarınızdır. Bırakın yaralarınızı, acılarınızı siz söyleyemiyorsanız böyle cesaretli biri söylesin. Siz dinleyin ama gülerek ama hüzünlü. Anlattıklarını en uç hâliyle yaşamış ve kendini bir gaz odasına hapsederek öldürmüş bu büyük yazar, aslında çok güçlü. Onu okuduğunuz zaman bu gücü anlayacak ve hissedeceksiniz. Çünkü o sizin sesiniz, sizin sözcünüz. Diğerleri gibi olmayan bu yazara kulak verin. O sizin için itiraf ederken intihar ediyor aslında. Kendisi son ana doğru kurtulmaya çalışmış olsa da pencerelere çivilediği odunları sökemediği için ölmüş. İran’ın ‘Kafkası’ sizi zaman zaman şeytana uymaktan alıkoyuyor. Yaşamak için, sizin göremediğiniz yaşam sebeplerinizi önünüze seriyor.

Konular