ÖMER HAYYÂM RUBÂÎLERİ

AHMET KıRCA: 18 Şubat 1936’da Suşehri’nde doğdu. İlkokulu
Suşehri Cumhuriyet İlkokulu’nda bitirdi. Ortaokulu Şebinkarahisar,
Tirebolu ve Sivas’ta; liseyi Sivas 4 Eylül ve Kastamonu
Abdurrahman Paşa Liselerinde okudu. 1957’de Kastamonu Gazi
Abdurrahman Paşa Lisesi’nden mezun oldu.
Millî Savunma Bakanlığı adına okuduğu Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi’ni 1961’de bitirerek Teğmen rütbesiyle Türk
Silâhlı Kuvvetleri’ne katıldı. Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay
Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı karargâh
ve kuruluşlarda çeşitli görevlerde bulundu. Kuleli ve Işıklar
Askerî Liselerinde öğretmenlik, Silâhlı Kuvvetler Dil Okulu’nda
Farsça öğretmenliği yaptı.
1983 yılında kendi isteğiyle ve Albay rütbesiyle emekliye
ayrıldı.
İÇİNDEKİLER



Önsöz / 9

-ITanrıyla
Dertleşme / 25

– II –
Dinlersen Bir Öğüt Vereyim Sana / 31

– III –
Gidenler, Gelmeyenler / 35

– IV – Ah, Şu Gençlik! / 39

– V –
Toprak Olmadan / 43

– VI –
Şimdiyle Mutlu Ol! / 47

– VII –
Ömür Kadehimiz Dolup Devrilmeden / 55

– VIII –
Şaşkın Görüntüler / 63

– IX –
Kurtuluş Yok Ecelin Elinden / 73

– X –
Dünya Yıkık Ömür Sarayımızdır / 77

Ömer Hayyâm Rubâîleri
8
– XI –
Dünya Malı Dünyada Kalır / 83

– XII –
Yaratılışın Asıl Sebebi Biziz/ 89

– XIII – Suçumuz Ne? / 95

– XVI –
Şu Seccâdeye Tapanlar / 99

– XV –
Bitmeyen Çile: Aşk / 105

– XVI –
Bir Varmış Bir Yokmuş / 109

– XVII –
Otlar Gibi Yeniden Bitebilseydik! / 123
Ömer Hayyâm Rubâîleri
9
ÖNSÖZ
FARSÇAYı öğrenmeden Ömer Hayyâm rubailerinin çevirilerini
okuduğum yıllarda değişik nedenlerle dikkatimi çeken
iki rubai vardı. Bunlardan biri aynı zamanda çevirmenin kitabının
arka kapağında yer alan şu rubaiydi:1
“Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!”
O günlerde ezberlemeye değecek kadar güzel bulduğum
bu rubaiyi, Farsçayı öğrendikten sonra asıl metninden okuduğumda
şaşırıp kaldım. Neden mi? Rubainin dört dizesinden
ilk ikisi asıl metinde hiç yoktu da ondan! Rubainin dizelerinin
düz yazı olarak tam çevirisi şöyledir:
1 Sabahattin Eyüboğlu, Hayyâm (Bütün Dörtlükler), Cem yay., İst. 1977,
s. 42.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
10
“Ey habersizler! Bu şekillenmiş varlık (beden) hiçtir,
Bu dokuz katlı ve bezenmiş gökkubbe de hiçtir.
Hoş ol ki bu Kurulup-Dağılma Yurdu’nda:
Bir nefese bağlıyız o da hiçtir.”
Dikkatli okunduğunda hemen anlaşılacağı gibi yapılan
çevirideki ilk iki dize, asıl metinde yoktur. Üçüncü dizede
geçen “Kurulup-Dağılma” denilen olgunun oluş yeri ise evren
değil, dünyadır. Ayrıca Kurulup-Dağılma nedir? Açıklanmadığı
için hiç bilinmiyor!
Şimdi aradaki belirgin farkı gösterebilmek için aynı rubainin
bu kitapta alt yazı açıklamaları ile birlikte bulacağınız
çevirisini (69. rubai) sunuyorum.
“Ey aymaz!. Gördüğün bu beden bir hiçtir,
Şu şatafatlı gökkubbe de bir hiçtir.
Hoş ol ki bu Kurulup-Dağılma Yurdu’nda:
Bir nefestir alacağın, o da hiçtir.”
Ömer Hayyâm rubailerinin çevirilerini Farsçayı öğrenmeden
okuduğum yıllarda aynı kitapta gördüğüm ve ilginç
bulduğum diğer rubai ise şuydu:
“Camiye gittim ama Allah bilir niye
Ne namaz kılmaya, ne dua etmeye.
Eskiden bir kilim aşırmıştım camiden
O eskidi gittim yenisini yürütmeye.”2
Bu rubaiyi daha okurken şaşırmış ve Ömer Hayyâm gibi
2 Sabahattin Eyüboğlu, Hayyâm (Bütün Dörtlükler), Cem yay., İst. 1977,
s. 30.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
11
birisi bunları nasıl söyleyebiliyor, diye sormaktan kendimi
alamamıştım. Öyle ya, koskoca Hayyâm, dinle, ibadetle alay
ediyor ve “hırsızlık” gibi ahlâk dışı bir olayın övücüsü oluyordu.
Sonuç şudur: Bu iki rubaiden birincisinde ilk iki dize asıl
metinde hiç yoktur; Hayyâm’ın söylemedikleri söylenmiştir.
İkinci rubai ise Hayyâm’ın değildir; başkalarının söyledikleri
Hayyâm’a mal edilmiştir. Hayyâm’ın söylemediklerinin söylenmiş
olmasının tek nedeni vardır: O da çevirmenin Farsça
bilmemesi, kitabının önsözünde kendisinin de açıkladığı
gibi bu çeviriyi Abdülbâki Gölpınarlı’nın düz yazı Hayyâm
çevirilerinden yararlanarak yapmış olmasıdır. Hayyâm’ın
olmayan rubailerin onunmuş gibi sunulmasına gelince bu
yeni değildir ve Hayyâm’ın olan rubailerle olmayanlar kesin
olarak ayrılamadığı için yalnız ülkemizde değil, bütün dünyada
eskiden beri yapılagelen bir yanlışlıktır.
İşte ben, bu düşünceden yola çıktım ve Ömer Hayyâm’ın
olmadığını düşündüğüm rubaileri hiç çevirmeyerek sürüp
giden bir yanlışlığa “Dur!” demek istedim. Hayyâm’ın olanları
ise asıl metinlere uygun olarak çevirmeye çalıştım.
Bu çalışma, şimdiye kadar hiç yapılmayanı yapmak değildir.
Bugüne kadar yapılanları küçümsemek hiç değildir. Bu
çalışma, yalnız ve yalnız gerçek Ömer Hayyâm rubailerini
asıl metinlerine uygun olarak ve onun söyleyişindeki güzelliklere
yaraşır bir şekilde sunma çabasıdır.
*
* *
Ömer Hayyâm’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
1121-1122’de öldüğü kesindir. İçinde “Yetmiş iki yıl
yaşadım gece ve gündüz” dizesinin bulunduğu rubaiye (179.
rubai) bakılırsa 72-73 yıl yaşamıştır. Bundan da 1048-
Ömer Hayyâm Rubâîleri
12
1049’da doğduğu anlaşılır. “El-Cebr” adlı eserinde kendisini
“Ebü’l Feth Ömer bin İbrahim’il Hayyâm” diye
tanıtmasından asıl adının ÖMER olduğunu anlıyoruz. “Hayyâm”
sözcüğü, Farsçada “çadır” demek olan “hayme”den gelir
ve “çadırcı” anlamındadır. Çağın geleneğine göre kendisine
bir mahlas (İkinci ad, takma ad) koymak zorunda olan
Hayyâm’ın “çadırcı” adını alması, onun halktan yana, halkın
içinden biri olduğunun kanıtıdır.
Ömer Hayyâm doğduğu Nişabur’da ölmüş ve orada gö-
mülmüştür.
Ömer Hayyâm, Matematik, Astronomi, Fizik, Metafizik
ve Felsefe konularında tam bir bilgindi. 1074-1075
yıllarında Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ve veziri Nizamülmülk
tarafından Merv’de bulunan gözlemevinin başına
getirilmiş ve takvimin yeniden düzenlenmesi için görevlendirilmiştir.
Ömer Hayyâm tarafından yeniden düzenlenerek
1079’da duyurulan bu takvim, Melikşah’ın ilk adıyla “Takvim-i
Celâlî” diye anılmış ve ölçümlerinin Gregorius takviminden
daha doğru olması nedeniyle Avrupa’da da beğenilmiş
ve tutulmuştur. Bu takvimin halk arasındaki adı “Ömer
Hayyâm Takvimi” idi. Ömer Hayyâm, daha önce Gazneliler
devrinde Birûnî tarafından bulunup kullanılan Su Terazisini
de yapmış ve kullanmıştır.
Matematik, Fizik, Astronomi, Metafizik ve Felsefe konularında
10’a yakın eseri ve risalesi (bilimsel makale) bulunan
Hayyâm, gerçek bir Matematik bilginiydi. Cebir (Aritmetik)
konularını içeren “El-Cebr” adlı kitabı pek çok Batı
diline çevrilerek basılmış ve onun zamanımızdan dokuz asır
önce bulduğu denklem çözümleri, Yüksek Matematik okutulan
Batı üniversitelerinde ders konusu olmuştur.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
13
Felsefede İbn-i Sînâ yolunu tutan Ömer Hayyâm, zamanın
modası olan Tasavvufa da yönelmiş ancak hiçbir
zaman tam bir sûfî (Tasavvuf yanlısı) olmamıştır.
Ömer Hayyâm eski Yunan Düşüncesini de incelemiş ve
öğrenmiştir.
Ömer Hayyâm, yaşadığı dönemde “Hoccetü’l Hak” (Ger-
çek Belge, tam gerçeğe ulaşmak için başvurulacak birinci
belge) diye anılıyor ve zamanın aydınları kendisine büyük
saygı gösteriyorlardı. Yaygın bir adı da “Hakîm Hayyâm-ı
Nişâbûrî”(Nişaburlu Filozof Hayyâm)’ydi.
Ömer Hayyâm, düşüncelerini RUBAİ (Tam ve doğru
yazılışı RUBÂÎ’dir.) adı verilen dört dizelik küçük şiirlerle
anlatmış ve şiirde “Rubai” biçiminin yaratıcısı olmuştur.
Rubai, belli aruz kalıplarıyla yazılan ve kendisine özgü
dış ve iç yapısı olan bir söyleyiş şeklidir. Dış yapı olarak rubaide
birinci, ikinci ve dördüncü dizeler uyaklıdır. Dört dize
birden de uyaklı olabilir. Önemli olan iç yapı ise “anlatılmak
istenilenin en kısa yoldan ve bir mesaj verecek şekilde söylenmesi”
olarak özetlenebilir. Bu mesaj verilirken parçaların
(rubainin dizelerinin) anadan (ana fikirden) kopmayacak şekilde
düzenlenmesi önemlidir. Şekil olarak küçük şiir gibi
görünen rubai, hiçbir zaman küçük şiir değildir ve tam tersine
anlatılmak istenilenin dar bir çerçevede ve bir
açıklamaya gerek kalmaksızın verilmesinin gerekmesi nedeniyle
büyük şiirdir. Ömer Hayyâm, bu şiir biçiminin yaratıcısı
olmakla kalmamış, kitaplar dolusu yazmakla anlatılabilecek
şeyleri; aşkı, üzüntüyü, sevinci, özlemi, kuşkuyu,
gözyaşını, zamanın ve ölümün acımasızlığını dört dize ile ve
en güzel şekilde anlatması nedeniyle yalnız İran Edebiyatı’nın
değil, Dünya Edebiyatı’nın ölümsüzlerinden biri
olmuştur.
*
Ömer Hayyâm Rubâîleri
14
* *
Ömer Hayyâm, bugün kesin olarak bilemediğimiz bazı
nedenlerle söylediği rubaileri yazmamıştır. Bu rubailer, onun
yaşadığı dönemde şiiri ve kendisini sevenler arasında elden
ele dolaşmış, dost toplantılarında okunmuş, cönklerde
ve el yazması kitapçıkların sayfa kenarlarındaki boşluklarda
yer almıştır.
Ölümünden sonra çıkan el yazması dergilerde birer iki-
şer yazılan Ömer Hayyâm rubailerini bir araya toplayan ilk
eser, ondan yaklaşık üç asır sonra Şeyh Mahmûd-ı Yerbudâğî
tarafından 1461-1462’de Şiraz’da yazılan bir dergidir.
158 rubaiyi içeren bu dergi, bugün Oxford’daki Bodleian kü-
tüphanesindedir. Bu dergiden bir yıl sonra (1462-1463) Yâr
Ahmed Reşîdî-i Tebrîzî, Ömer Hayyâm rubailerini “TarabHâne”
(Sevinç Evi) adını verdiği dergide toplamıştır. Bugün
İstanbul Üniversitesi ve Nûr-ı Osmânî kütüphanelerinde birer
nüshası (el yazması kopya) bulunan Tarab-Hâne’nin incelenmesinden
1462-1463’de yazılan ilk Tarab-Hâne’de 400 kadar
rubai bulunduğu anlaşılmaktadır.
Daha sonraki asılarda sayıları 1000’i aştığı halde Doğu
dünyasında unutulmaya yüz tutan Ömer Hayyâm rubailerini,
Avrupa’ya ilk tanıtan İngiliz Profesör Thomas Hyde’dir.
Thomas Hyde, 1700’de yayımladığı “Eski Pars, Medyalı ve Farsîlerin
Din Tarihi” adlı eserinde Ömer Hayyâm’ı anlatmış ve
çevirilerini yayımlamıştır.
Ömer Hayyâm, İngiliz yazar ve araştırmacı Fitzgerald’ın
1859’da İngilizceye büyük bir ustalıkla çevirdiği rubailerle
Batıda büyük ün kazandı. Fitzgerald’ın çevirisini başka Avrupa
ülkelerinde yapılan çeviriler izledi; İngiltere’de yalnız
bir yılda (1913) yapılan Ömer Hayyâm çevirilerinin sayısı
120’ye ulaştı. Fitzgerald’tan sonra Fransa, Danimarka, Rus-
Ömer Hayyâm Rubâîleri
15
ya gibi Avrupa ülkelerinde Ömer Hayyâm’ı yeniden ele alıp
inceleyen yazar ve düşünürler ortaya çıktı. Bunlardan Danimarkalı
Arthur Christenson ve Rus Zhukovski Ömer Hayyâm’ı
ve rubailerini derinliğine incelediler.
Ülkemizde yapılan ilk Ömer Hayyâm çevirisi, 1903’te
Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi) Farsça öğretmeni Muallim
Feyzi Efendi’nin “Hayyâm” adıyla yayımladığı küçük
bir antolojidir. Muallim Feyzi Efendi’den günümüze kadar
yapılan Ömer Hayyâm çevirileri ve incelemelerinde en dikkati
çeken özellik bunlardaki rubai sayısının birbirinden çok
farklı oluşudur; örneğin Ömer Hayyâm rubailerini Osmanlıca
ve düz yazı olarak çevirenlerden Hüseyin Danış’ın
“Rubâiyyat-ı Ömer Hayyâm” adlı eserinde3 (Bu kitap Rıza
Tevfik ve Hüseyin Danış’ın ortak çalışması olarak 1922’de
basılmış, 1927’de Hüseyin Danış aynı kitabı ikinci defa
yayımlamıştır.) 397, Abdullah Cevdet’in kitabında4 576 rubai
vardır. Türkçe ve düz yazı ile çeviri yapanlardan, Abdülbâki
Gölpınarlı
5 497, Asaf Hâlet Çelebi6 388 rubai
yayımlamıştır. Ömer Hayyâm rubailerini Farsça metinleriyle
birlikte yayımlayıp şiirleştiren Hamâmîzade İhsan7 345 rubai
çevirmiştir. Rubai metinlerinin Türkçe okunuşlarını da yazarak
çeviri yapanlardan Rüştü Şardağ’ın kitabında8 265,
Mehmet Kanar’ın İranlı yazar Sâdık Hidayet’ten çevirdiği
Hayyam’ın Teraneleri’nde9 143 rubai vardır.
3 Hüseyin Danış - Rıza Tevfik, Rubâiyyât-ı Ömer Hayyâm, Evkaf mat. İst.
1922.
4 Abdullah Cevdet, Rubâiyyât-ı Hayyâm, İkbal küt., İst.1926.
5 Abdülbâki Gölpınarlı, Hayyâm (Rubailer), Remzi kit., İst. 1953.
6 Asaf Hâlet Çelebi, Ömer Hayyâm Rubaileri, Hece yay., Ank. 2003.
7 Hamâmîzade İhsan, Ömer Hayyâm Rubaileri, Altın kit., İst. 1965.
8 Rüştü Şardağ, Bütün Yönleriyle Hayyâm Rubaileri, Özgür yay., İst. 1985.
9 Sâdık Hidayet, Hayyâm’ın Teraneleri, Çev. Mehmet Kanar, YKY yay., İst.
2000.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
16
Konuyu böylece özetledikten sonra hemen akla gelebilecek
bir soruyu, “Bu kadar çok rubainin varlığı ortadayken
neden 180 rubaiyi çevirmeyi yeğlediğim,” sorusunu
yanıtlamak istiyorum:
Ömer Hayyâm’ın yaşadığı dönemde hiç yazılmayan daha
sonra da en fazla 400 olarak bilinen rubailerin sayısı nasıl olmuş
da dünyada 1000’i aşmış, ülkemizde ise 600’e ulaşmıştır.
Bunun tek nedeni, 3. bölümde de açıklamaya çalıştığım gibi
Ömer Hayyâm rubailerine kendisinden sonra gelenlerin yazıp
söylediklerinin eklenmiş olmasıdır. “Bunlardan hangisi Hayyâm’ındır,
hangisi değildir?” diye kesin bir ayırım yapmak
olanak dışıydı. Ancak belli ölçütler kullanarak bir ayırım
yapılabilirdi. Konuyu bu açıdan ele aldım ve “Hayyâm’ın olması
gerekenleri” bulmaya çalıştım. Yaptığım çalışma sonunda
onun olduklarını düşünmem nedeniyle çevirmeye karar
verdiğim rubailerin büyük çoğunluğu, onun olduğuna kesin
gözüyle bakılan ve ulaşabildiğim kaynaklarda ortaklaşa var
olanlardır. O halde Ömer Hayyâm’ın olmadıkları düşüncesiyle
bu çeviriye almadığım rubailer hangileridir?
1. Ömer Hayyâm, yaşamının herhangi bir döneminde
bağlı olduğu İslâmiyet dışındaki düşüncelere yönelmiş olsa
bile -ki yönelmemiştir- dini kötülememiştir. Hemen belirtmeliyim
ki onun softalığa, gericiliğe, bağnazlığa karşı olan
düşünceleri bunun dışındadır ve bunlara karşı olmak bilen
bir kişi olarak zaten göreviydi. Öyleyse inanç ve ibadetlere
ters düşen rubailer onun değildir, olamaz. Şimdi, şiir olarak
ilk defa tarafımdan çevrilen aşağıdaki rubaiyi (1. rubai) dikkatlerinize
sunuyorum:
Ey, salt varlık olan rabbim! Sen yokluktan uzaksın,
Hiçbir yerde değilsin ama her yerde varsın.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
17
Ey, yeri yönü bulunmadan var olan varlık!
Sen nerdesin? Neresi var ki orda olmayasın?
Bir de şu rubailere bakalım:
“Yardım et rinde, nedir bil rintlik.
Yok namazmış, ya oruç; hep delilik!
Sana Hayyâm desin en doğru sözü:
Şarap iç, yol kes, aman, yap iyilik.”10
“Ölünce badeyle yıkayın beni.
Saf şarapla telkin edin beni.
Bulmak isterseniz mahşer günü beni.
Meyhane kapısının toprağında arayın beni.”11
Birinci rubaiyi söyleyen Hayyâm, bu iki rubaiyi söyleyen
kişi olabilir mi? Yaşadığı dönemde “Hoccetü’l Hak” (Gerçek
Belge, tam gerçeğe ulaşmak için başvurulacak birinci belge)
diye anılan koskoca Hayyâm, bu kadar ipe sapa gelmez şeyi
söyleyebilecek kadar küçük müdür?
2. Terbiye ve ahlâk kurallarına aykırı olan ve içerisinde
bir incelik bulunmayan rubailer onun değildir. Şu örneğe
bakınız:
“Ben ne camiye yararım, ne havraya.
Bir başka hamur benimki, başka maya.
Yoksul gâvur, çirkin orospu gibiyim:
Ne din umurumda, ne cennet, ne dünya!”12
10 Rüştü Şardağ, Bütün Yönleriyle Hayyâm Rubaileri, Özgür yay., İst. 1985.
s. 167. 11 Mehmet Kanar, Hayyam’ın Teraneleri, YKY., İst. 2000, s. 84
12 Sabahattin Eyüboğlu, Hayyâm (Bütün Dörtlükler), Cem yay., İst.
1977, s. 33.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
18
Hayyâm bu kadar incelikten yoksun ve çirkin sözü söylemiş
olabilir mi?
3. Basit bir düşünceyi anlatan ve bir mesaj vermeyen rubailer
onun değildir. “Camiye gittim, ama Allah bilir niye”
dizesiyle başlayan rubai buna açık bir örnektir.
4. Onun düşünce biçimine uymayan rubailer Ömer Hayyam’ın
değildir.
5. Rubai türünün iç ve dış yapısına uymayan, birbirinden
kopuk ve ana ile (ana fikirle) bağdaşmayan dizelerden olu-
şan rubailer onun değildir.
Benim, “Ömer Hayyâm’ın olanlar-olmayanlar” diye bir
ayırım yaparken kullandığım ölçütler bunlardır. Bu ölçütlerin
dışında kalan rubaileri kaynak olan metinlerde var olmuş
olsalar bile onun saymadım ve çevirmedim.
Bu çeviride yer alan rubailer arasında şarap ve meyhane
ile ilgili olanlar olduğu gibi Tanrı’ya serzeniş niteliğinde olmaları
nedeniyle din karşıtı izlenimi verecek olanlar da
vardır. Ama uyanık bir gözle bakanlar, onların boş yere söylenmiş
sözler olmadığını anlayacak ve verilmek istenilen
mesajları algılayacaklardır.
Yaptığım çeviride yer alan rubailerin birinci kaynağı, Abdülbâki
Gölpınarlı’nın 1953’te yayımladığı düz yazı Ömer
Hayyâm çevirilerinin de kaynağı olan İstanbul Üniversitesi
kütüphanesi “Nadide Eserler” bölümünde 593 numarada
kayıtlı Tarab-Hâne nüshasıdır. Yedi bölümlük bir dergiler
topluluğunun üçüncü bölümü olan bu nüshanın yazarı ve
yazıldığı tarih belli değildir. Ancak birinci bölüm olan Leme-
ât’ın sonundaki tamamlanma tarihinden 1485’te (asıl nüsha
olan Yâr Ahmed Reşîdî-i Tebrîzî’nin 1462-1463’te yazdığı
Tarab-Hâne’den 23 yıl sonra) yazıldığı anlaşılmaktadır.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
19
Bu çeviride yer alan rubailerin ikinci kaynağı, Nûr-ı
Osmânî kütüphanesinde 3895 numarada kayıtlı başka bir
Tarab-Hâne nüshasıdır. Önsözünün İstanbul Üniversitesi kü-
tüphanesindeki nüsha ile aynı olması nedeniyle Tarab-Hâne
olduğu kesin olan bu nüshanın da yazarı ve yazıldığı tarih
belli değildir. İki Tarab-Hâne arasındaki en belirgin fark, rubai
sayısı ve sıralarının birbirini tutmamasıdır; İstanbul Üniversitesi
kütüphanesindeki Tarab-Hâne’de 481 rubai bulunmasına
karşın Nûr-ı Osmânî kütüphanesindeki Tarab-Hâ-
ne’de 374 rubai vardır.
İncelediğim bu iki kaynaktaki rubailerden “Hayyâm’ındır.”
diye seçtiklerime Hüseyin Danış, Abdullah Cevdet, Dr.
Hüseyin Rıfat, Hamâmîzade İhsan gibi rubai metinlerinin
Farsçalarını da yazarak çeviriler yapanların eserlerinde bulduğum
5-10 rubai ile 1945’te Tahran’da Muhammed Ali Furûgî
ve Dr. Kâsım-ı Ganî tarafından yayımlanan Rubâiyyât-ı
Hakîm Hayyâm-ı Nişâbûrî (Nişaburlu Filozof Hayyâm’ın Rubaileri)’den
seçtiğim birkaç rubaiyi ekledim ve çeviriyi tamamladım.
Bu kitapta okuyacağınız rubailerden on kadarı
şiir olarak ilk defa çevrilmiştir.
Bu konudaki sözlerimi bitirirken bir noktaya değinmek
istiyorum. Ömer Hayyâm’ın olan rubailerden çevirmediklerim
olabilir. Tam tersine onun olmayanları çevirmiş de olabilirim.
Ama şu Yunus’un, Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun,
Dadaloğlu’nun, Pir Sultan Abdal’ın diye bildiklerimizin
hepsi onların mıdır? Nasrettin Hoca fıkralarının hepsini
Hoca mı söylemiştir? Elbette ki hayır! Başkaları da onların
söylediklerine benzer şeyler söylemiş, bunlardan tutulanlar
onların olmuş, onların sayılmıştır. Bu düşünce ile yola
çıktım ve Ömer Hayyâm’ın olup olmadıkları kesin olarak
bilinmeyen rubailerden onun söyleyiş ve düşünce biçimine
uygun olanları onun saydım ve çevirdim.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
20
*
* *
Şiir çevirebilmek için nelerin bilinmesi gerekir? Ben,
bunları önem derecelerine göre şöyle sıralıyorum:
1. Dili bilmek: Şiirin yazıldığı dili bilmek, şiir çevirebilmenin
birinci ve vazgeçilemez koşuludur. Dili bilmeden bir
şiiri eksiksiz çevirmek olanak dışıdır. Herhangibir dilden
yapılan Türkçe bir düz yazı çeviriden yararlanarak şiir çevirisi
yapılması durumunda şiirin dizelerinin hatta şiirin nasıl
kaybolabileceği konusunda 1. bölümde verdiğim örnek, dil
bilmeden şiir çevirisi yapılamayacağının en açık kanıtıdır.
2. Şiiri bilmek: Şiiri bilmek, başka bir deyişle şiir bilgisi,
şiir çevirebilmek için gerekli ikinci önemli koşuldur. Öyle
olmasaydı bir dili akademik derecede bilenlerin en güzel şiir
çevirilerini yapmaları gerekirdi.
3. Ozanın düşünce biçimini bilmek: Çevirisi yapılacak şiirin
ozanının düşünce biçimini veya biçimlerini bilmek de
önemli bir koşuldur. Bu bilinirse Ömer Hayyâm gibi söylediklerine
çok şey katılmış olan bir ozanın olan dizeler, olmayanlardan
daha kolay ayırt edilebilir, söyledikleri ise doğ-
ru yorumlanır.
4. Sosyal, siyasal ve kültürel yapıyı bilmek: Şiir çevirebilmek
için gerekli sayılabilecek bir koşul da şiirin yazıldığı
dönemin sosyal, siyasal ve kültürel yapısının bilinmesidir.
Bazı çevirilerin altına koymak gereğini duyduğum kısa altyazıları
okuyanlar, bu koşulun şiir çevirmede neden önemli
olduğunu daha iyi anlayacaklardır.
Vurgulamaya çalıştığım bu veriler açısından
bakıldığında, eski şiir geleneğinden gelen ve hem şiiri hem
de dili bilen Yahya Kemal Beyatlı, Dr. Hüseyin Rıfat,
Hamâmîzade İhsan, Vasfi Mahir Kocatürk gibi isimlerin
yaptıkları çevirileri saymazsak ülkemizde Cemal Yeşil’den
Ömer Hayyâm Rubâîleri
21
bu yana (Cemal Yeşil’in ağdasız ve güzel bir Türkçe ile çevirdiği
34 rubai Varlık’ın eski sayılarında yayımlanmıştır.)
doğru (metinlere uygun) ve güzel (şiirsel) bir Hayyâm çevirisi
yapıldığını söylemek mümkün müdür? Bence Hayır!
Nedeni ise açıktır; herkes işin bir ucundan tutmuş ama
doğru tutmadığı, dili bilen şiiri bilmediği, şiiri bilen dili
bilmediği, diğer koşullar ise hiç önemsenmediği için
yapılanlar yeterli olmamıştır.
*
* *
Ömer Hayyâm’ı tanımayan büyük bir çoğunluğun Hayyâm
adını şarapla birlikte anması, üzüntü verici bir durumdur.
Büyük şehirlerimizin hemen hepsinde en az bir
Hayyâm meyhanesi vardır ve bu meyhanenin duvarlarını
Hayyâm şiirleri süsler. Bu biraz da ipe sapa gelmez sözde
Hayyâm şiirlerini çevirip yayanların sebep oldukları bir
olaydır.
Az da olsa Ömer Hayyâm’ın hiç şarap (içki) içmediği,
onun şiirlerindeki şarabın “Tanrısal şarap” olduğu düşüncesinde
olanlar vardır. Yaşadığı dönemde su gibi içilen şarabı
bunca insan içerken onun içmediğini düşünmek safdillik
olur. Hayyâm elbette içki içmiş ve içki meclislerinde bulunmuştur.
Bazı rubailere bakarak bir yargıya varmak gerekseydi
onun bir içki düşkünü olduğu söylenebilirdi. Ama daha
önce de açıklamaya çalıştığım gibi bu rubailerin büyük ço-
ğunluğu onun değildir. Ayrıca bilimde bir otorite olan ve ya-
şadığı dönemde “Hoccetü’l Hak” (Gerçek Belge, tam gerçeğe
ulaşmak için başvurulacak birinci belge) diye anılan Hayyâm’ın
bir içki düşkünü olması mümkün müdür? Bu sebeple
denilebilir ki Hayyâm’da şarap bir simge; bağnazlığa,
Ömer Hayyâm Rubâîleri
22
haksızlığa, ezilmişliğe, yokluğa, umutsuzluğa, zamanın ve
ölümün acımasızlığına bir karşı çıkış, bir panzehirdir. Onun
şiirlerinde “Şarap iç!” sözünün bu durumları vurgulayan bir
dizenin hemen ardından gelmiş olması, onun şarabı bir
simge olarak kullandığı hakkındaki savımızı destekler niteliktedir.
*
* *
Ömer Hayyâm rubailerini çevirirken en çok zorlandığım
konu “sözcükler” oldu. Dilimizdeki yeni sözcükleri kullanmayı
yeğlemekle birlikte zaman zaman eski sözcükleri de
kullandım. Çünkü bugün kullandığımız dilde tam
karşılıklarının olmaması nedeniyle tek bir Türkçe sözcükle
karşılanması olanak dışı olan Farsça sözcükler vardı. Bunların
birden fazla Türkçe sözcük kullanılarak karşılanması
ise dizelerin gereğinden fazla uzamasına yol açabileceği
nedeniyle uygun değildi. Bazı sözcüklerin karşılıklarını gü-
nümüzdeki yakın anlamları ile verdim; örneğin “atlas” yerine
“ipek”, “kerpiç” yerine “tuğla” dedim. Birkaç dizeyi, anlatılmak
istenileni tam olarak vurgulayabilmek için, asıl
metinden az çok farklı şekilde çevirdim. Bunları yaparken
hep bütünlükten yana oldum ve rubainin içeriğine aykırı bir
iş yapmamaya özen gösterdim.
Rubai metinlerinde çok geçmesi nedeniyle çevirilerde de
çokça geçen “felek” sözcüğü ile ilgili kısa bir açıklama yapmak
isliyorum.
Nedir bu felek? Felek “gök” demektir. Çoğulu “eflâk”
olmakla birlikte felek kelimesi de bu anlamda, “gökler” anlamında
kullanılmıştır. Ama felek daha çok DÜNYA, ZAMAN,
ŞANS, TALİH, KADER anlamlarında kullanılagelmiştir.
Bu nedenle felek sözcüğü hiçbir zaman Tanrı
Ömer Hayyâm Rubâîleri
23
anlamında algılanmamalıdır. Öyle olmasaydı “zalim felek”,
”kahpe felek”, ”kambur felek” gibi sözler söyleyebilir miydik?
*
* *
“Ömer Hayyâm’ın olanlar-olmayanlar” diye bir çalışma
yapmaya hiç gerek görmeden daha çok sayıda rubaiyi çevirebilirdim.
Ömer Hayyâm incelemecilerine göre Hayyâm rubailerinin
sayısı yüz kadardır. En iyi Hayyâm incelemecilerinden
biri olan Rus Zhukovski, Hayyâm’ın 83 gezgin (her
yerde var olan) rubaisi olduğunu saptamıştır. Bu nedenle rubaileri
çoğaltmayı hiçbir zaman düşünmedim ve istedim ki
az ama öz olanla günümüzün bağnazlıktan, haksızlıktan, ezilmişlikten,
umutsuzluktan bunalan insanına bir mesaj verebileyim.
Bir şiir, Ömer Hayyâm rubailerinde olduğu gibi yazılıp
söylendiği dilin kuralları içerisinde en güzel şekilde söylenmiş
olabilir. Ama onu başka bir dilin kuralları içerisinde
söylemek, o dile uyarlamak ayrı bir iştir. Ömer Hayyâm rubailerini
çevirirken buna büyük önem verdim ve hep “Hayyâm
Türkçe söyleseydi bunları nasıl söylerdi?” diye düşündüm.
Suut Kemal Yetkin, “Bir Şiir Başka Bir Dile Çevrilebilir
mi?” başlıklı deneme yazısında13 şöyle der: “Şiirde İç’in Dış’
tan ayrılmadığı, özün biçimle var olduğu bir gerçek iken, hâ-
lâ yabancı dillerden yapılagelen şiir çevirilerinde, söylenilen
şeyin söyleyişten ayrı olarak ele alındığını görmekteyiz. Şiiri
sadece konuda, temada bulan bu yanlış anlayışın şiirle hiçbir
ilgisi yoktur. Gerçek olan şudur ki söylenilen ne olursa ol-
13 Suut Kemal Yetkin, Şiir Üzerine Düşünceler, Varlık yay., İst. 1969, s.
50-53.
Ömer Hayyâm Rubâîleri
24
sun şiir söyleyişsiz olmuyor.” Suut Kemal Yetkin, aynı
başlık altındaki incelemesinin bir başka yerinde ise şöyle
diyor: “Yabancı dille yazılmış bir şiiri Türkçe’ye çevirmek
isteyen kimsenin herşeyden önce o şiiri yazan şairle uzun
zaman düşüp kalkmış olması, onun o şiiri yazarken içinde
bulunduğu havayı yaşamış olması gerekir. Başka bir deyişle
bir şiiri çevirmek, onu yeniden yaratmak demektir.”
Son yıllarda Ömer Hayyâm rubailerini çevirenlerden
kaçının bu satırlardan haberi vardır, bilmiyorum ama ben
1957-1958 yıllarında önünde oturmak suretiyle kendisini
dinlemek mutluluğuna eriştiğim rahmetli öğretmenimin bu
uyarılarına hep kulak verdim; Ömer Hayyâm rubailerini çevirirken
özü (temayı) biçimle (söyleyişle) birlikte ele aldım
ve birini diğerinden hiç ayırmadım. Ömer Hayyâm’la oturup
kalktım.
Bu vesile ile, Ömer Hayyâm rubailerini çevirme
çalışmalarım esnasında beni kabul etme inceliğini göstererek
yardımlarını esirgemeyen Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Fars Dili ve Edebiyatı Ana Bilim
Dalı Başkanı Profesör Sayın Mürsel Öztürk’e, değerli
yardımcısı Doçent Dr. Derya Örs’e, bu çeviriyi yapıp
yayımlamam konusunda başlangıçtan sona kadar beni destekleyerek
sonuca ulaşmamda büyük payı olan çok sevgili
kardeşim ve sınıf arkadaşım Tahsin Benli’ye en içten teşekkürlerimi
sunmayı bir borç biliyorum.
14 Şubat 2006 Ahmet KIRCA
Kadıköy, İstanbul

Konular