SİYÂVEŞ-İ KESRÂYÎ VE ÂREŞ-İ KEMÂNGÎR (OKÇU ÂREŞ) ADLI ŞİİRİ

44 Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)
Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) • 44-51
*Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü,
Kırıkkale, Türkiye
Öz
İran Edebiyat tarihinin en büyük hamasi manzumelerinden ve doğunun en tanınmış
epopelerinden biri, Firdevsî‟nin Şahnâme adlı eseridir. Çağdaş şairlerden Siyâveş-i Kesrâyî, bu
manzumeden esinlenerek İran-Turan sınırını belirlemek için ok atmakla simgeleştirdiği Âreş-i
Kemângîr‟i akıcı ve etkili dizeleriyle ölümsüzleştirmiş; Âreş‟i millî bir kahraman olarak
nitelemiştir. Bu çalışmada Kesrâyî‟nin hayatına, eserlerine ve edebî üslûbuna kısaca değinilmiş;
Âreş-i Kemângîr adlı manzumesi hakkında bilgi verilmiş ve bu manzumenin çevirisi
sunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Siyâveş-i Kesrâyî, Âreş, Âreş-i Kemângîr, Nîmâ, Firdevsî, Şahnâme.
Siāvash Kasrāī and his poem called Ārashe Kamāngīr
Abstract
One of the biggest epic poems in the history of Persian literature and one of the well-known
Eastern epics is Ferdowsi‟s work called Shahnāmeh. Modern poet Siāvashe Kasrāī, was inspired
from Ferdowsī‟s epic poem, immortalized Ārashe Kamāngīr, who is symbolized with shooting
arrows, with effective and fluent verses to draw the line of Persia and Turan; described Ārashe
as a national hero. In this study, Kasrāī‟s life, works and literary style were mentioned briefly,
information about Ārashe Kamāngīr was given and this poem‟s translation was presented.
Keywords: Siāvashe Kasrāī, Ārash, Ārashe Kamāngīr, Nīmā, Ferdowsī, Shahnāmeh.
Siyâveş-i Kesrâyî, 1305/1925 yılında
Isfahan‟da doğmuştur (www.kasrai.com;
Şerîfî, 1391 hş./2012, s. 9; Kanar, 1999, s.
186). Ancak Rûzbih‟in “Edebiyyât-i Muâ‟sır-i
Îrân” adlı eserinde Kesrâyî‟nin Tahran‟da
dünyaya geldiği ifade edilmektedir (Rûzbih,
1381 hş./2002, s.178). Fakat Rûzbih‟in bu
ifadesine başka kaynaklarda rastlanılmamıştır
ve Kesrâyî‟nin doğum yerinin Isfahan
olduğunu beyan eden kaynaklar birden fazla
olduğu için doğum yerini Isfahan olarak ifade
etmemiz mümkündür. Tahran‟a yerleştikten
Sorumlu Yazar:
Kırıkkale Üniversitesi,
Fen Edebiyat Fakültesi,
Doğu Dilleri ve
Edebiyatları Bölümü,
Kırıkkale, Türkiye
gkhngkmn_@hotmail.com ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) 45
sonra Tahran Üniversitesi‟nde, Siyasî Bilimler ve
Hukuk Fakültesini (Rûzbih, 1381 hş./2002, s. 178)
bitirmiş, bir süre Belûçistân Üniversitesi‟nde
hocalık görevinde bulunmuştur. Aklında sürekli
politik ve sosyal içerikli şiir yazmak var olmuş,
beşerî ülküler ve sosyal adalet onu şiir yazmaya
iten en büyük nedenler olmuştur. Avusturya‟nın
başkenti Viyana‟da kalp rahatsızlığı sonucu
1374/1995 yılında hayata veda etmiş ve bu ülkede
defnedilmiştir (www.kasrai.com).
Nîmâ‟nın istekli ve yetenekli öğrencilerinden biri
olan Siyâveş-i Kesrâyî‟yi, Nîmâî şiirin en önde
gelen temsilcileri olarak bu dönemde Nîmâ
Yûşic‟in ardından anabiliriz ve Nîmâ tarzı şiiri
daha da geliştirenler arasında sayabiliriz
(Yıldırım, 2012, s. 129). Üslûbu ve tarzı Nîmâ
gibi olan Kesrâyî, şiirlerini de Nîmâî kalıplarda
söylemiştir (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 414).
Nîmâ tarafından uygulanan serbest aruz vezni,
1947 yılından sonra bazı şairler tarafından kabul
edilerek kullanılmış ve bunlar arasında bulunan
Siyâveş-i Kesrâyî de vezin ve anlamla uyumlu bir
ahengin oluşumunda ve şiir konularında büyük bir
başarı elde etmiştir.
Bu dönem şiiri, Nîmâ‟nın temelini attığı sosyal
sembolizm sayesinde aşamalı olarak yol kat etmiş
ve ideolojik bir hale bürünerek politik bir güce
dönüşmüştür. Şiir söylemeye gençlik yıllarından
itibaren başlayan, şiirin yanında politikayla da
meşgul olan Kesrâyî‟nin şiirlerinde bu açıkça
görülmektedir. Edebî faaliyetlerin yanı sıra, üyesi
olduğu Tudeh partisindeki (Lengrûdî, 1377
hş./1998, s. 414) politik faaliyetlerden de uzak
durmamıştır. Devrimden (1979) sonraki yıllarda
şiir söylemesi yasaklanmış fakat sonunda
mecburen sürgün edilmiş ve son on iki yılını İran
dışında, yani önce Kabil‟de, daha sonra da
Moskova‟da geçirmiştir (www.kasrai.com).
Kesrâyî, daha çok politik şiir sahasında şöhret
kazanmıştır ve bu şiirleri “Âvâ (Ses)” adlı şiir
kitabında bir araya getirilmiştir (Rûzbih, 1381
hş./2002, s. 179). İlk şiir kitabı olan “Ses”
(Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 414-418), 1957
yılında basılmıştır ve bu eser 28 şiir ile birkaç
rubâîden oluşmaktadır (Lengrûdî, 1377 hş./1998,
s. 414-418). Siyâveş-i Kesrâyî‟nin ayrıca yedi
bölümden oluşan şiir kitabı ve 1381/2001 yılında
Tahran‟da basılmış “Âmin Kuşunun İsteğiyle”
adlı bir de kitabı vardır. Şiir kitabı, 946 sayfa
olarak Nigâh yayınları tarafından basılmıştır. Bu
kitapta şu şiirler yer almaktadır: Ses (1336/1957),
Okçu Âreş (1338/1959), Siyâveş‟in Kanı
(1342/1963), Taş ve Şebnem (1345/1966), Suskun
Demâvend‟le (1345/1966), Evcil (1346/1967),
Ateşin Kor Renginde Dumanın Tadında
(1355/1976), Tutsaklıktan Zaferi Müjdeleyen
Horozun Sesine Kadar (1357/1978), Benim
İran‟ımın Ayaklanışı (1358/1979), Amerika
Amerika (1358/1979), Kırk Kilit (1360/1981),
Baltanın Darbeleri (1362/1983), Bağ (1363/1984),
Toprak İçin Armağan (1363/1984), Şafak Vakti
Yıldızları (1369/1990), Kırmızı Bilye
(1374/1995), Siyâveş‟in Kanından (1378/1999),
Güneşin Arzusu (1381/2002).
Eserlerinin en önemlileri arasında Okçu Âreş,
Siyâveş‟in Kanı, Taş ve Şebnem, Suskun
Demâvend‟le ve Evcil yer alır (www.kasrai.com).
1979‟a kadar bütün şiirleri Tahran‟da yazılıp
basılmıştır.
Kesrâyî, “Ateşin Kor Renginde Dumanın
Tadında”, “Sessizlik Zamanı Değil”,
“Tutsaklıktan Zaferi Müjdeleyen Horozun Sesine
Kadar”, “Amerika Amerika” adlı şiirlerini
tamamen politik amaçla yazmıştır (Rûzbih, 1381
hş./2002, s. 180). “Suskun Demâvend‟le” adlı
eseri, Kesrâyî‟nin önceki şiirlerinden daha olgun
ve daha zor bir dille yazılmış Nîmâî tarzda bir şiir
kitabıdır (Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 347).
Şiirleri, sözün akıcılığı ve uzun mazmunlar
açısından çok değerli ve etkili (www.kasrai.com);
kelimelerin anlamı ise derindir (Lengrûdî, 1377
hş./1998, s. 346). Şiirlerini çok duygulu ve çok
etkili dile getirmiştir. Şiiri bir propaganda aracı
olarak kullandığını söyleyebiliriz; bunu da
şiirlerinin muhtevasından ve tam bir manifesto
tarzında kendi sesiyle okuduğu “Okçu Âreş” adlı
şiirinden anlamak mümkündür. Şairin diğer şiirleri
de Nîmâî şiir kalıplarında söylenmiştir. Siyâveş,
çocuklar için “Köyümüzde Kıştan Sonra” adlı bir
de hikâye kitabı kaleme almıştır
(www.kasrai.com).
Siyâveş-i Kesrâyî, toplumsal düşünce
çerçevesinde hem aşk şiirleri hem hamasi
(kahramanlık) şiirler söylemiştir (Kanar, 2000,
ARAŞTIRMA MAKALESİ
46 Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)
XXII, s. 426-427; Yıldırım, 2012, s. 121-122).
Şiirleri sosyal realizmden izler taşır. Edebiyyât-i
Kârgerî (İşçi Edebiyatı) olarak tanınan bu tür ve
bu şiir örneği, siyasî süse bürünmüştür. Ayrıca
hem klasik hem de modern üslûpta güzel şiirler
söylemiştir. Modern şiir tarihinde birçok şiir
meşhur ve kapsayıcı olmuştur, ancak çok azı
halkın her kesimi üzerinde bu kadar etkiye
sahiptir. Kesrâyî‟nin arzusu ve hevesi şiirlerinde
açıkça görülmektedir, bu şevkin vermiş olduğu
hisler belki onun isyanından, baskıdan, belki de
heyecan ve coşkusundan kaynaklanmaktadır.
İran kültürü ve toplumunda büyük bir yankı
uyandıran Okçu Âreş, İran‟da modern üslup ve
modern bir bakış açısıyla yazılmış ve bu açıdan
yol açıcı bir etkisi olan ilk hamasi manzumedir
(Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 498). Eserlerinin hiç
biri, form ve içerik açısından bu eserinin önemini
ve konumunu yakalayamamıştır (Rûzbih, 1381
hş./2002, s. 180).
Fikri güçlü ve tahayyül yeteneği gelişmiş olan ve
şairane hissinden hep övgüyle söz edilen Siyâveş-i
Kesrâyî, “Okçu Âreş” adlı manzumesini, epik bir
destan olan ve Firdevsî tarafından kaleme alınan
“Şahnâme”nin en ünlü hikâyelerinden olan Okçu
Âreş destanı üzerinden yazmıştır. Firdevsî‟nin
Şahnâme adlı eserindeki Âreş‟le benzerlik
göstermektedir. Bu şiir toplumda geniş bir
yansıma bulmuş; şairin daha çok sevilmesine ve
tanınmasına sebep olmuştur (Rûzbih, 1381
hş./2002, s. 179). Kimileri şu görüştedirler: “Okçu
Âreş, modern şiirin ortaya çıkışından 1357
hş./1978 yılına kadar en meşhur ve en kapsamlı
Farsça modern şiirdir (Rûzbih, 1381 hş./2002, s.
179; Lengrûdî, 1377 hş./1998, s. 493).” Bu şiirin
toplumsal ve tarihi açıdan, destansı şiir ve gazel
söyleme açısından üslûbu ve muhtevasıyla farklı
bir özelliği vardır.
Siyâveş-i Kesrâyî şiirlerinde ümitsizliğe yer
vermeyen ender şairlerdendir, bu bakımdan ümit
dolu ifadeler şiirinde çokça yer tutmaktadır.
Özellikle “Okçu Âreş” adlı şiirinde bu özellik
belirgin bir biçimde göze çarpmaktadır ve hemen
hemen her yerde ümit dolu hitaplar, Nevruz
Amca‟nın yürekleri yumuşatan ifadeleri, hayatın
güzellikleri vasfedilmiştir. Bu manzumesinde de
çokça ümit belirtilerine yer vermiş olması eserinin
bir diğer özelliğidir (www.kasrai.com).
Eski bir İran efsanesi vardır, Okçu Âreş.
Rivayetlere göre eski hikâyelerde uzun yıllar İran
ve Turan arasında bir savaşın varlığından söz
edilmiştir. İlk defa İran‟ın baş düşmanı Turanlı
Efrasiyab İran‟a hücum etmiş ve Ceyhun‟dan
geçerek Mazenderân‟a kadar ilerlemiştir. İran
padişahı Menûçehr, düşman karşısında
direnmiştir, fakat düşman kuvvetli ve asker sayısı
da çoktur. İranlılar, zaferden ümitsizliğe kapılarak
endişelenmiştir. Günler zor geçmiştir. Sabır ve
beklemekten başka çare yoktur. Turan ordusunun
da beklemekten ve azıklarının azalmasından
dolayı canı burnuna gelmiş, iki taraf da çaresizce
uzlaşma yolunu seçmiştir. Yapılan antlaşmayla
İran ve Turan sınırının, İranlı pehlivanlardan
birinin bir ok atımı mesafesiyle belirlenmesine
karar verilmiştir (Zulfikârî, 1388 hş./2009, s. 28;
Yıldırım, 2008, s. 66). Bundan sonra İranlıların
umut dolu gözleri bu oka dikilmiş ve hepsi ok ne
kadar uzağa giderse İran toprakları da o kadar
genişleyecek diye düşünmüşlerdir. Deneyimli,
bilge bir yiğit ve Menûçehr ordusu arasında en
meşhur okçu (Dihhodâ, 1388 hş./2009, I, s. 106)
olan Âreş, bu oku atmak için öne atılmıştır. Âreş
ok atmadan önce soyunup vücudunun hiçbir
yerinde kusur olmadığını halkına göstermiş ve
kendi canını halkı için feda edeceğini söylemiştir
(Bîrûnî, 1923, s. 220; Zulfikârî, 1388 hş./2009, s.
28). Şiirde anlatıldığı üzere Âreş ok ve yayı almış,
Elburz Dağına çıkmış, iman ve can gücüyle oku
yaydan bırakmıştır. Ok bir buçuk gün uçmuş;
dağlardan, derelerden, ovalardan geçerek Ceyhun
nehrinin kenarında bir ceviz ağacının dibine
düşmüştür. Orayı da bundan sonra İran ve Turan
sınırı olarak belirlemişlerdir. Merakla bekleyen
halk, bu büyük zaferi kutlamak için Âreş‟i dağın
tepesinde hiç durmadan aramışlar, ancak
bulamamışlar ve vazgeçip geri dönmüşlerdir.
Orada Âreş‟in kendisi yoktur, sadece yay ve oksuz
ok kuburu kalmıştır. Çünkü bütün gücünü ve
bedenini o okta toplamış, onunla birlikte yaydan
çıkmıştır. Âreş yaya kendini, kendi canını
koymuş, yüz binlerce kılıcın ve askerin yapacağı
işi yapmıştır. Bir milleti, ölümün eşiğinde teslim
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) 47
olmaktan ve çaresizlikten kurtarmış, bir hayat
daha bahşetmiştir.
Bu efsane birkaç şekilde yeniden yaratılmıştır;
bunlardan biri Kesrâyî‟nin tercüme ettiğimiz ve
ele aldığımız nazım olarak kurguladığı efsane,
diğeri de Behrâm-i Beyzâyî‟nin nesir olarak
kurguladığı efsanedir (Zulfikârî, 1388 hş./2009, s.
28).
Bu manzumenin esin kaynağı şüphesiz
Firdevsî‟nin “Şahnâme” adlı eseridir. Ancak
Siyâveş-i Kesrâyî bu destana taze bir ruh
kazandırmıştır. Firdevsî‟nin Âreş‟i, kendi cismani
gücünün tamamını bir oku fırlatmak için koyduğu
güçlü ve kuvvetli kollara sahiptir; ama
Kesrâyî‟nin yarattığı Âreş, gücünü düşüncesinden
alır ve bedeninin toz toprak olması da bunun
göstergesidir. Kesrâyî‟nin Âreş-i Kemângîr adlı
manzumesindeki “Nevruz Amca” hikâyesi,
tabiatın yenilenmesi, baharın, umudun ve
mutluluğun habercisi olarak beyan edilir. Nevruz
Amca‟nın çocuklara olan hitabı da, aslında
gerçekten ümit dolu olması gereken bir nesil
içindir. Bu manzume, hamasi manzume olmasının
yanı sıra hem metin ve özellikle mazmun hem de
kalıp ve ifade tarzı açısından büyük bir öneme
sahiptir.
Okçu Âreş
Kar yağıyor;
Kar yağıyor kayaların ve taşların üzerine.
Dağlar suskun,
Dereler üzgün;
Yollar, çan sesiyle kervanı beklemede…
Evlerin çatısından bir duman yükselmiyorsa,
Lambanın zayıf ışığı bize bir mesaj getirmiyorsa
ya da,
Ayak izleri belli olmuyorsa yollarda,
Biz ne yapıyorduk âhın gönlü bulandıran kar
fırtınasında?
Şimdi, şimdi aydınlık bir hücre,
Tepede, benim karşımda…
Kapı açtılar,
Şefkat gösterdiler bana.
Hemen anladım ki, soğuk ve hararetli öfke
masalından uzakta,
Ateşin alevinin yanı başında,
Kendi çocukları için hikâye anlatıyordu Nevruz
Amca:
“… hayat güzeldir demiştim.
Söylenmiş ve söylenmemiş nice hikâyeler
buradadır.
Bulutsuz semâ,
Altın gibi güneş,
Çiçekli bağlar,
Tensiz ve bedensiz ovalar,
Karın içinde bir çiçeğin galebe çalması,
Suyun billurunda bir balığın raks ederkenki latif
kıvrımı,
Dağda yağmur yemiş toprağın kokusu,
Mehtabın pınarında buğday tenlilerin uykusu,
Gelmek, gitmek, koşmak;
Âşık olmak;
İnsanoğlunun derdiyle hemhâl olmak,
İnsanların mutluluklarıyla mutlu olmak,
Çalışmak, çalışmak,
Dinlenmek,
Kuru ve susuz çöllerin manzarasını görmek,
Yeni bir testiden berrak su yudumları içmek,
Koyunları seher vakti dağa sürmek,
Âvâre bir dağın bülbülleriyle dost olmak,
Tuzağa düşmüş âhu yavrularına süt vermek,
Öğleye kadarki yorgunluğu derenin gölgesinde
bırakmak;
Zaman zaman,
Sis kaplamış çatıların bu seramik tavanının
altında,
Kederin karmakarışık öykülerini yağmur
damlalarından işitmek,
Kımıltısız, gökkuşağı beşiğini
Çatının kenarında görmek,
Ya da karlı gecede,
Ateşlerin önünde oturmak,
Alevin ateşli ve mütemadiyen rüyalarına gönül
vermek…
Evet, evet, hayat güzeldir.
Hayat, hiçbir zaman sönmeyecek bir ocak gibidir.
Eğer onu alevlendirirsen, her sahilde alevinin raksı
bellidir.
ARAŞTIRMA MAKALESİ
48 Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)
Yoksa sönüktür ve suskunluk da günahımızdır.
Yaşlı adam, yavaşça ve gülümseyerek,
Solmuş can ocağına bir odun atar.
Gözleri, odanın karanlıklarında dolaşıyordu;
Mırıldanarak usulca, kendi kendine konuşuyordu:
“Hayatı alev tutuşturmalı;
Alevleri odun yakmalı.
Sen varlık ormanısın, ey insan!
Ey özgürce yeşeren,
Dağların üzerine korkusuzca yelken açmış orman,
Kuş yuvaları senin parmak uçlarında ebedî,
Pınarlar senin gölgeliğinde kaynar,
Güneş, rüzgâr ve yağmur, başına fedâî,
Canın, ateşin emîri…
Kıvançlı ve taze ol ey insan ormanı!
“Hayat alev istiyor” diye seslendi Nevruz Amca,
Odun, alevleri yakıp kavurmalı.
Çocuklarım, bizim masalımız Âreş‟ten idi
O, cân u gönülden ateş bahçesinin hizmetçisi idi.
Bir zamanlar,
Acı ve karanlık bir zaman.
Talihimiz, kötülüğümüzü isteyenlerin yüzü gibi
simsiyah.
Düşmanlar kastetmiş canımıza.
Sille yemiş şehir, sayıklamakta;
Dillerde nice perişanlık hikâyeleri dolaşmakta.
Hayat taş gibi soğuk ve kara;
Kötü şöhretli bir gün,
Utanç zamanı.
Kölelik zincirine gayret dolanmış,
Aşk, gönül solgunluğu hastalığında cansız.
Mevsimlerden kıştı,
Seyir sahnesi kayboldu, oturmak haremlikte
gerçekleşti.
Sessizliğin hareminde,
Düşüncelerin çiçeğinden unutkanlık kokusu
sızıyordu.
Korku vardı ve ölüm kanatları;
Kimse kımıldamıyordu, dalın üzerindeki yaprak
bile.
Özgürlerin siperi sessiz;
Düşmanların otak yeri coşkulu.
Ülkenin sınırları,
Fikrin etek genişliği, düzensiz hudud gibi.
Şehrin kuleleri,
Kırık ve virâne, kalbin çeperi gibi.
Düşmanlar kaleden ve sınırdan geçti.
Hiçbir kalp kin biriktirmiyordu.
Hiçbir gönül sevgi beslemiyordu.
Hiç kimse bir kimseye el uzatmıyordu.
Hiç kimse bir başkasının yüzüne gülmüyordu.
Arzu bahçeleri yapraksız,
Gözyaşlarının seması bulutlu.
Temiz yüzlü özgürler esarette;
Namertler de işte.
Düşmanlar toplandı defalarca
Düşman, elçileri topladı.
Kirli yüreklerindeki sinsi planlarıyla
Kendi elimizle yenilgiye uğratsınlar diye
Arsız, onların hassas düşünenleri bile
Aman, gözümüz iyi gün görmesin artık
Aradıkları büyüyü, buldular nihayetinde
Gözler, dehşetle göz hapsinde
Her tarafı sorup soruşturuyorlardı;
Bu haberi, her bir ağız anlatıyordu gizlice.
Son ferman, son aşağılama…
Sınırı, karanlığın uçuşu çiziyor.
Eğer yakınlara inerse,
Evlerimiz dar,
Arzularımız mezar…
Eğer uzağa uçacaksa
Ne zamana dek? Nereye kadar?
Âh! Çelik kol nerede ve nerede imanın pençesi?”
Her bir ağız, bu haberi anlatıyordu.
Gözler, konuşmadan her tarafı soruşturuyordu.”
Yaşlı adam, kederli, bir elini diğer eline
ovuşturuyordu.
Uzak derelerin arasından, yorgun bir kurt
inliyordu.
Karın üzerine kar yağıyordu.
Rüzgâr kanadını, pencerenin arkasına sürüyordu.
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) 49
Sabah oluyordu -yaşlı adam yavaşça (güne)
başladı, -
Dost askerleri düşman ordusunun karşısında;
Çöl değil, askerden bir deniz…
Gökyüzü, yıldızlarının elmasını elinden yitirmişti.
Karanlık, sabahın ağzında nefessiz kalıyordu;
Rüzgâr tüy döküyordu Elburz Dağının açık
ovasının üzerine.
İran orduları ızdırap içinde çok eziyet ettiler,
İkişer ikişer ve üçer üçer fısıldaşarak birbirlerinin
etrafında;
Çocuklar çatıda,
Kızlar oturmuş pencere önünde,
Kederli anneler kapı eşiğinde.
Yavaş yavaş, gizlice fısıldaşarak zirveye geldi.
Toplum, köpürdü bir deniz gibi,
Coştu;
Kükredi;
Dalgaya kapıldı;
Toplumun göğsünden çıkmışçasına sedeften bir
inci
Bir yiğit belirdi:
“Benim Âreş!
O adam öyle bir başladı ki düşmanla; -
Âreş benim, asker hür bir adam,
Okluk kuburundaki tek okumla acı oyununuzu
bozarım
İşte burdayım.
Soyumu sor(uştur)mayınız.
Ben zahmet ve çabanın evladıyım;
Göktaşı gibi geceden kaçanım,
Sabah gibi kavuşmaya hazır.
Kutlu olsun savaşta giydikleri o elbiseye;
Afiyet olsun zafer esnasında içtikleri o şaraba.
Şarap ve elbise
Afiyet ve mübarek olsun size!
Kalbimi ellerimin arasında tutuyorum
Ve yumruğumla onu sıkıyorum, -
Gönül, kinle dolu, kanla dolu bu kadehi;
Gönül, öfkenin bu takatsizliği…
Mecliste zaferinizin şerefine içtikçe;
Savaşta kalbinizin kadehini ezdikçe;
Kin kadehi, taştandır.
Meclisimizde ve mücadelemizde testi ve taş,
(birbirine) düşmandır.
Bu çekişmede,
Bu işte,
Halkın kalbi vardır avucumda;
Suskun, sessiz halkın ümidi de sırtımda.
Galaksinin yayı elimde,
Usta okçuların okçusuyum
Hızla kayan yıldız, benim hissem,
Dağın kıvançlı zirvesi, benim meskenim,
Yeni doğan güneşin gözünde yer ettim.
Benim okum ateşin korundandır.
Rüzgâr bana itaat eder.
Lakin bugün güç ve mertlik çare değildir.
Kurtuluş, gençlik gücü ve çelik bedenle olmaz.
Bu meydanda,
(Düşmanın) varlığını yok eden, (bizi) huzura
kavuşturan okun ucuna
Uçuştan geri kalmasın diye candan bir tüy gerekir.
İşte o zaman semaya doğru başını kaldırdı,
Başka bir ahenkle bir başka konuştu:
“Hoşça kal, ey sonuncu sabah, ey seher hoşça kal!
Çünkü senin Âreşle bu son vedalaşman olacak.
Dosdoğru sabaha yemin olsun!
İyi niyetli, sevgi yayan güneşin sırrına and olsun!
Çünkü Âreş‟in canı karanlıkta kalacak,
İşte o zaman, vakit kaybetmeden o yaydan
çıkacak.
Yeryüzü bunu biliyor, gökler de,
Çünkü beden kusursuz ve can temizdir.
İşimde ne bir hile var ne de bir büyü;
Başımda ne bir korku var ne de içimde bir
endişe.”
Durdu ve dudak sessizliğe büründü birdenbire.
Nefes, takatsiz bir biçimde coşar gönüllerde.
“Önümden ölüm,
Bir peçe, korkutucu bir biçimde geliyor yüze.
Dehşete düşüren her adımda,
Beni gözetliyor kanlı gözlerle.
Akbabanın kanatlarıyla uçuyor başımın
çevresinde,
Yoluma oturuyor, yol kesiyor;
ARAŞTIRMA MAKALESİ
50 Curr Res Soc Sci (2015), 1(3)
Yüzüme sevimsizce gülüyor;
Acı gülümsemenin sesini dağa ve dereye döküyor,
Ve tekrar geri alıyor.
Gönlüm ölümden bezmiştir;
Çünkü şeytan huylu ölüm, hakir bir adamdır.
Ama üzüntülerden yaşamın ruhunun karardığı o
an,
İyiliğin ve kötülüğün savaş yolunda olduğu o an,
Ölümün arzusuna saplanmak tatlıdır.
İşte özgürlüğün gerekliliği budur.
Binlerce konuşan göz ve suskun dudak,
Beni, ümidimin habercisi belliyor.
Binlerce titrek el ve coşkulu gönül
Bazen beni yakalıyor bazen de önüne katıyor.
İlerliyorum.
Gönlümü ve canımı insanlık süsleriyle
donatıyorum.
Yaşamın gözde ve gülümsemede olduğu gücüyle
Peçeyi, ölümün korku uyandıran çehresinden
çıkaracağım.
Dua için yere koydu iki dizi(ni).
Semâya doğru açtı ellerini:
“Doğ ey güneş, ey ümidin azığı!
Yüksel ey güneşin salkımı!
Sen bir kaynayan pınar, ben ise takatsiz bir
susamış.
Çık, can suya kanana kadar dol taş!
Öfkeli bir ölümün arzusuna adım atmışken
İçimde melun şeytanla cedelleşirken,
Aydınlık dalgalarda yıkanmak istiyorum;
Ey altınımsı gül, senin gül yaprağından renk ve
koku istiyorum.
Siz, ey alnı, korku uyandıran gök gürültüsüyle
parlatan,
Gecenin sekisi üzerinde rüya gibi bir manzaraya
sahip
Güneşli günün gümüş demirlerini omuzda döven,
Ateş bulutunu bağrına basan suskun asi zirveler,
Gururlu ve kıvançlı olunuz!
Seher vakitlerinin rüzgârına meyli olan perçemler
gibi umudumu yüceltiniz
Dağda ve bayırdaki o kaplanlar gibi gururumu
saklayınız.”
Yeryüzü suskundu ve gökyüzü de.
Sanki bu dünya Âreş‟in sözünü dinliyordu
Güneşin pençesi kaydı yavaş yavaş dağların
ensesine.
Binlerce altından mızrak saçıldı gökyüzünün
gözüne.
Âreş şehre doğru göz gezdirdi usulca.
Çocuklar çatıda;
Kız çocukları oturmuş pencere pervazına;
Anneler kederli kapı kenarında;
Adamlar ise yolda.
Sözcüksüz bir nağme, üzüntü verici bir dertle
Gözlerden yükseliyordu beraberindeki sabah
esintisiyle.
Hangi nağme dökebilir acaba,
Acaba hangi makam icra edebilir,
Yokluk tarafına doğru yiğitçe giden sağlam
adımların sesini
Bile bile giden adımların sesini?
Sessizlikte bıyık altından gülen düşmanları,
Yol açtılar.
Çocuklar çatılardan onu çağırdılar.
Anneler ona dua ettiler.
İhtiyar adamlar göz gezdirdiler.
Kız çocukları, gerdanlıkları sıkıştırmış avuçlarda,
Yoldaşını, yaptılar aşkın gücü ve vefa.
Âreş, aynı şekilde suskun,
Elburz Dağı‟nın eteklerini yırtarak tırmandı
Ve onun peşinden,
Gözyaşı perdeleri indi art arda.”
Bir an gözlerini kapadı Nevruz Amca,
Dudaklarında gülümseme, boğulmuş rüyasında.
Çocuklar, yorgun ve meraklı gözlerle
Yiğitliklerden dolayı hayretler içinde.
Ateş kıvılcımları uçuşmakta,
Rüzgar ise kargaşada.
“Akşamları,
Âreş‟i dağın tepesinde hiç durmadan arayanlar,
Vazgeçtiler, döndüler geri,
(Orada) yoktur Âreş‟in kendisi
Kalmıştır sadece yay ve oksuz tiğliği.
Evet, evet, Âreş oka kendi canını koydu.
Âreş, yüz binlerce kılıcın yapacağı işi yaptı.
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Curr Res Soc Sci (2015), 1(3) 51
Âreş‟in okunu, sabahtan ertesi günün öğlesine
kadar
Ceyhun‟a doğru yol alan süvâriler,
İri kıyım bir ceviz ağacının gövdesine saplanmış
olarak buldular.
Ve orayı, ondan sonra,
İran‟ın ve Turan‟ın sınırı olarak yeniden
adlandırdılar.
Güneş,
Kendi telaşsız firarında
Dünyanın çatısına ayağını sürerek doğdu yıllarca.
Mehtap,
Gece gezmelerinden nasipsiz, herkes sessiz
Her sokağın ve her mahallenin ortasında
Uğradı her avluya ve her kapıya
Güneşi ve ayı da gezdi
Yıllar geçti
Yıllar ve yeniden,
Elburz Dağı‟nın tamamında,
Bir uçtan bir uca gördüğünüz kederli ve sessiz bu
tepeler,
Gördüğünüz bu karlı derelerin içinde
Geceleyin yolda kalan yolcular
Âreşin adını sürekli dağlarda anıyorlar
Ve muratlarını (ondan) istiyorlar.
Âreş, dağın kayalıklarının diliyle cevap veriyor.
Onlara yolların iniş çıkışından haber veriyor;
Ümit veriyor
Ve yol gösteriyor.”
Kulübelerin dışına yağıyor
Kar yağıyor kayaların ve taşların üzerine.
Dağlar suskun,
Dereler üzgün,
Yollar, çan sesiyle kervanı beklemede…
Çocuklar çoktandır uyuyorlar,
Nevruz Amca da uyuyor.
Ateşliğe bir kucak odun atıyorum
Alev bütün yakıcılığıyla yükseliyor.
Kaynakça
Bîrûnî, Ebû Reyhan Muhammed b. Ahmed, (1923). el-
Âsâru‟l-bâkiye „ani‟l-kurûni‟l-hâliye (nşr. Eduard Sachau).
Leipzig: Otto Harrassowitz.
Dihhodâ, Ali Ekber. (1388 hş./2009). Âreş (c. I, s. 106).
Tahran: Lugatnâme.
Kanar, M. (1999). Modern İran Şiiri Antolojisi. İstanbul: Şule
Yayınları.
Kanar, M. (2000). İran (c. XXII, s. 426-427). İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
Lengrûdî, Şems (Muhammed Takî Cevâhirî-i Geylânî). (1377
hş./1998). Târîh-i Tahlîli-i Şi„r-i Nov, I-IV. Tahran: Neşr-i
Merkez.
Rûzbih, Muhammed Rızâ. (1381 hş./2002). Edebiyyât-i
Muâ‟sır-i Îrân. Tahran: Neşr-i Rûzgâr.
Şerîfî, Feyz. (1391 hş./2012). Şi„r-i Zemân-i Mâ, Siyâveş-i
Kesrâyî. Tahran: Muessese-i İntişârât-i Nigâh.
Yıldırım, N. (2012). Ahmed-i Şamlu ve Şi„r-i Sepîd. İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Mecmuası.
Yıldırım, N. (2008). Fars Mitolojisi Sözlüğü. İstanbul:
Kabalcı Yayınevi.
Zulfikârî, Hasan. (1388 hş./2009). Fârsî-i Umûmî (Ber
Gozîde-i Mutûn-i Zebân-i Fârsî ve Âyîn-i Nigâriş). Tahran:
Neşr-i Çeşme.
www.kasrai.com, Erişim tarihi: 19.05.2014.
ARAŞTIRMA MAKALESİ

Konular