Ali Şakir Efendi ile söyleşi

Ahmet Bedir: Önce lisans döneminden
başlamak istiyorum? Hangi
üniversiteden mezunsunuz? Hangi
yıllarda okudunuz?
Ali Şâkir Efendi: İmam-Hatip
okuluna Yozgat’ta başladım. Yozgat
İmam-Hatip Lisesi 1953’te açıldı ve
ben de onun ilk talebesiyim. İmamHatip
Lisesi’nin birinci devresini
Yozgat’ta bitirdim. İkinci devresini
ise Ankara İmam-Hatip Lisesinde
devam ettim. O zaman Ankara
İmam-Hatip Lisesi’nin müdürü Veli Ertan Bey idi. Kısa bir süre sonra değiş-
ti. Zakir Güven Bey müdür oldu. Bu bir resim hocası idi. Zaten İmam-Hatip
Liseleri’nin kaderidir. İlk açılınca mutlaka meslekten olmayan, ya resim hocası,
ya müzik hocası ya da bu cinsten diğer hocalar müdür tayin edilirlerdi. Yozgat’ta
da böyle idi. Yozgat İmam-Hatip Lisesi’nin ilk müdürü de resim hocası idi.
Bunlar enteresandı. 1961 yılı haziranında Ankara İmam-Hatip Lisesi’nden mezun
oldum. Üniversite imtihanına girerken, çalışırken okuyabileceğim fakülteleri
tercih etmiştim. Bunun için Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi’nin Arap Fars Dili bölümünü tercih etmiştim. Başka fakültelerde
okuyabilecek puana da sahip idim.
Fakat kadere teslim olup Allah’a
güvendik ve burayı değiştirmedik.
O zaman bu bölümünün adı “Klasik
Şark Dilleri” idi. Bunun bünyesinde
sadece Arapça ve Farsça
vardı. Daha sonra Urduca ve Hint-
çe dillerini de eklediler. Burada
öğrenciler dört sömestre (iki yıl)
okuduktan sonra asıl branşlarına
geçiyorlardı; Arapçada yoğunlaş-
mak isteyenler Arapçaya, Farsçada
yoğunlaşmak isteyenler Fars-
çaya ayrılıyorlardı. Hangi derse
yöneliş oluyorsa o A grubu ders
oluyor bir de bunun yanında ikinci
olarak bu derse yakın olan derslerden
B grubu dersler alınıyordu.
Ali Şakir Efendi ile söyleşi
Ahmet Bedir
Prof. Dr. Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
kaynakça
Bedir, Ahmet. “Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi,” Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi. 2,2 (2012/2), ss. 1-19.
Cıtatıon
Bedir, Ahmet. “Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi,” Journal of Faculy of Theology of
Bozok University. 2,2 (2012/2), ss. 1-19.
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 2
2
Ben B grubu ders olarak “Eski Türk
Edebiyatı’nı seçmiştim. Böylece 1966
yılında mezun oldum. Daha önce Irak
ile yapılmış kültür antlaşması muvacehesinde
Irak’a öğrenci gönderiliyordu.
1957-58 yıllarında öğrenci mübadelesi
olmuş ve benim mezuniyetime denk
gelen yıla kadar durdurulmuştu. Tarih
profesörü Halil İnalcık Beyefendinin
hanımı (Allah rahmet etsin) Doç. Dr.
Şevkiye İnalcık, ruhu şad olsun. Bu
öğrenci mübadelesini yeniden başlattı.
Şevkiye Hanım, iyi bir hanımefendi
idi. Disiplinli, edepli, terbiyeli, ahlaklı,
kişilikli; çok erkeklerden daha kişilikli
ve mert bir hanımefendi idi. Şevkiye
hanım 1960 ihtilalinden sonra üniversiteden
uzaklaştırılan 141’lilerdendi.
Fakat yeniden göreve dönmüştü. Bu
konudaki Irak burslarını yeniden çalıştırdı.
1966 yılı mezunlarından yalnız
ben burslu olarak gönderildim.
A.B.: O zaman, “Klasik Şark Dilleri
Edebiyatı Bölümü” başkanı kim idi?
A.Ş.E.: Klasik Şark Dilleri başkanı,
Farsça hocası Prof. Dr. Meliha Ambarcıoğlu
idi. İhtilal sonrası döneminde,
Arapça ve Farsça birbirine yakın olan
diller olmasına rağmen birbirinden ayrıymış
gibi telakki ediliyordu. Hocalar
arasındaki ilişki de böyle idi. Daha
önceleri Arapça Klasik Şark Dilleri
bölümünün bünyesinde iken bizim zamanımızda
Şevkiye Hanım’ın da çalış-
malarıyla Arapça ve Farsça bölümleri
birbirinden ayrılıp her biri ayrı bölüm
haline getirildi.
Nihayet 1966 yılında ben burslu olarak
Irak’ın başkenti Bağdat’a gittim.
Gidişimiz memur statüsünde olduğu
için hiçbir üniversitede lisansüstü çalışma
yapma şansımız yoktu. O zamanki
hükümetin kanunlarının böyle
garip tecellileri vardı. “Memur giden
başka yerde okuyamaz. Memur olan
başka okulda okuyamaz” diye talebe
müfettişleri engel oldular.
A.B.: Siz sadece orada hocaya asistan
olarak mı gittiniz?
A.Ş.E.: Hayır. Fakültede okurken ve
mezun olduktan sonra da aynı zamanda
Diyanet İşleri Başkanlığı personeli
olarak görev yapıyordum. Memur
idim. Ankara Yeni Mahalle vaizliği
kadrosunda idim. Devlet Memurları
kanununda Devlet memurlarının,
4489 sayılı kanunla bilgi, görgü ve
ihtisaslarını artırmak için dış ülkelere
izinli olarak gönderilme usulü vardı.
A.B.: O zaman siz, fakülteden mezun
oldunuz ve halen memur idiniz ve bilgi,
görgü ve ihtisaslarınızı artırmak için
Irak’a gittiniz.
A.Ş.E.: Evet. O fasıldan gittim. Fakat
devletin isteği dışarı gitsin ama ne
yaparsa yapsın. O günkü devletin politikası
bu idi.
A.B.: Kaç yıllığına gittiniz?
A.Ş.E.: Irak bursundan istifade ederek
iki yıllığına gittim. Fakat yine de
orada Edebiyat Fakültesi’nde derslere
devam ettim.
A.B.: Mezun olmadan mı gittiniz?
A.Ş.E.: Hayır fakülteden mezun olduktan
sonra gittim. Bu arada mezun
olmadan gidip de mezun sayılanlar da
var (tebessüm ediyor). Ben onlardan
değilim. Fakülte okumadan fakülte
mezunuyum diye gelenler de var…
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 3
3
A.B.: Bağdat’a gittiniz…
A.Ş.E.: Kültür ataşeliği aynı zaman
da talebe müfettişliği olan makam bizim
lisansüstü veya herhangi bir şekilde
resmi talebe olmamızı engelledi.
A.B.: O gün ki Türkiye Bağdat Bü-
yük Elçiliği Kültür Ataşesi sizin herhangi
bir surette Bağdat’ta resmi öğ-
renci olmanızı engelledi yani?!
A.Ş.E.: Öğrenci olamazsınız. Siz memursunuz
öğrenci olamazsınız. Ancak
üniversitelere ve fakültelere dinleyici
olarak giderseniz, karışmayız.
A.B.: Aynı düşünce şimdi de devam
ediyor: “Mastır yapamazsınız”
A.Ş.E.: Ben de Bağdat Edebiyat
Fakültesi’ne müracaat edip dinleyici
öğrenci olarak devam ettim. Bu fakültenin
ikinci sınıfına gayri resmi olarak
talebe oldum. (tebessüm ediyor) Böylece
istediğim zaman Bağdat İlahiyat
Fakültesinin bazı hocalarının derslerine,
bazen de Edebiyat Fakültesinin
bazı hocalarının derslerine devam ettim.
A.B.: Yalnız dinleyici olarak gidiyorsunuz.
Mastır veya doktora yapma
yok.
A.Ş.E.: Daha sonra bu tür sıkıntılar
gittikçe kalktı. Öğrenci mübadelesi
fazlalaştı. Benimle beraber o zaman
beş kişi daha gelmişti. O sene içinde
benden sonra dört kişi daha geldi.
Diyanet İşleri Başkanlığından bu
tür memurlar gönderiyordu. Niyazi
Baloğlu o zaman Diyanet İşleri Baş-
kanlığı Teftiş Kurulunda idi, zannediyorum.
O zaman teftiş kurulunda
idi zannediyorum. Adana’dan imamhatip
öğretmeni Abdulkadir Kocamanoğlu,
Kayseri’den Abdullah Bakır
ve Maraş’tan Muharrem Çelebi de bu
gelenlerdendi. Burada kendi kendimize
hocalar bulduk. Kendi kendimizi
geliştirmeye çalıştık. Bazı çalışmaları-
mız ve bazı konularda mütalaalarımız
oldu. İki sene kalıp yurda döndüm.
A.B.: İki yıl Bağdat’ta geçti, ne
mastır ne de doktora yapmadan
döndünüz?!
A.Ş.E.: Evet. Fakat beni gönderen
hocam Şevkiye Hanım, yurtdışından
döndükten sonra araştırma görevlisi
olarak kabul edeceğini önceden
söylemişti. Aslında daha birinci sınıfta
iken de bunu dile getirmişti. Onun
için benim lisans alanımla ilgili olana
ülkeye gönderilmem ne suretle olursa
olsun faydalı olmuştu. Bir hedefim
olduğu için, bu ülkede kaldığım süre
içinde hep bu akademik çalışmaların
hazırlıkları ile çalışıyor ve devamlı kitap
alıyordum. Yurtdışından dönünce,
Hoca Hanım da hazırlıkları yapmıştı
ve o yaz içinde açılan asistanlık sı-
navına tek aday olarak girdim. Sınav
sonrası beni araştırma görevlisi olarak
aldı. 1968 Haziran ayında döndüm
aynı yılın Temmuz ayında araştırma
görevlisi olarak tayin edildim.
A.B.: O zaman, her ne surette olursa
olsun, yurtdışına gitmeniz yararlı
olmuş. Gönderen Hoca Hanım da çok
akıllı imiş. Öğrenci yurtdışına gitsin
de, hangi statüde giderse gitsin önemli
değil.
A.Ş.E.: Ben fakültede ikinci sınıftan
üçüncü sınıfa geçtiğim zaman hocam
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 4
4
(Şevkiye Hanım) yönetim kuruluna
müracaat edip; “bu arkadaşı (kendisini
kastediyor) bir yıl önce mezun edelim.
Bölümde hocaya ihtiyaç var. Dört
yıllık fakülteyi üç yılda tamamlasın,
kürsüye asistan alacağım” demişti.
A.B.: Demek ki Hoca Hanım o zaman
sizleri yeterli görüyordu.
A.Ş.E.: Mevzuat buna müsaitti.
Yönetim kurulunda da tartışılmıştı.
Yönetim kurulunda Şevkiye Hanım’a
şöyle bir engel göstermişler: “Sen
bu arkadaşı asistan olarak alacağın
belli oluyor. Çok iyi anlaşılıyor.
Fakat asistanlık imtihanında, dört
yıllık mezunlar ile aynı sınava tabi
tutulduğunda, diğerleri dört yıllık bu
arkadaş üç yıllık mezunu olarak sı-
nava girecek. Bu da onun için bir dezavantaj
sayılacaktır. O ise, üç yıllık
yüksekokul mezunu sayılıp, fakülte
mezunu sayılmayacaktır. Dolayısıyla
dört yıllık mezunları tercih edeceklerdir.
Onun için size engel olacaklardır.
Bırakın dört yıllık lisans dönemini tamamlasın.”
A.B.: Asistan olarak başladınız. Kaç
yıl sürdü asistanlık?
A.Ş.E.: 1968 yılı Temmuz’da baş-
layıp 1971 yılının Mart ayında askere
gittim. Tam muhtıra dönemi idi.
Fransız usulü doktora sistemi idi.
Ben o zaman beş yıl süreli Fransız
usulü doktora yapıyordum. Tam bu
doktora sırasında askere gittim. O
zaman askere gitme zorunda kaldık.
O yıllarda bütün öğrenci olaylarının
merkezi “Dil, Tarih ve Coğrafya
Fakültesi” idi. Başka yerden çığ gibi
çoğalarak gelen öğrenci toplulukları,
bizim fakültede tam kıvamına ulaşı-
yordu. DTCF’nin önü bütün anarşik
olayların merkezi idi. Solcular, Siyasal
Bilgiler Fakültesinden yola çıkıyorlar,
Sıhhiye’ye gelinceye kadar grup grup
toparlanıyor, kalabalıklaşıyor, ardından
bizim fakültede son kalabalığa
ulaşıyorlardı. O yıllarda bizim fakültede
gece öğretimi de vardı. Gece öğ-
retiminde, anarşistlerden korunmak
için silahlarla fakülteye gitme zorunda
kalıyorduk. Bizi de açık bir şekilde
silahlarla tehdit ediyorlardı… İşte
bunun için kaza ve belaya uğramadan
gidip askerliğimizi yapıp dönelim, dedik.
Ben askerden döndüğümde hocam
Amerika’ya gitti. Beyi Halil İnalcık,
anarşik olaylar dolayısıyla emekli olma
zorunda kaldı ve Amerika’ya gidip yerleşti.01
Halil İnalcık hoca gidince, eşi
Şevkiye Hanımefendi de gitmek zorunda
kaldı. Bizim işler karıştı.
A.B.: Doktoranız ne zaman bitti?
A.Ş.E.: Doktoramı 1973 yılında tamamladım.

A.B.: Doktoranızın konusu ne idi?
A.Ş.E.: Arap Dili Edebiyatında Ebu
Temmam Habîb b. Evs et-Tâî’nin (v.
231/845) “el-Hamâse” diye bir divanı
vardı. Ebu Abdillah el-Hüseyin b. Ali
en-Nemerî’nin (v. 385/996) bu divandan
seçme “Maanî Ebyati’l-Hamâse”
adında bir kitabı vardı. Bu bir yazma
nüsha idi. Ben bu seçme beyitleri tah-
01. Şimdi 96 yaşlarında olan Halil İnalcık (2012),
1970 yılında emekli olmuştu. 1972 yılında
Chicago Üniversitesi tarafından davet edildi
ve 1994 yılına kadar burada Osmanlı Tarihi
dersleri verdi. Şeyhü’l-müverrihin diyorlar,
şimdi ona.
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 5
5
kik ettim. 1973 yılının sonunda doktor
oldum. Kürsüye Prof. Dr. Adnan Sadık
Erzi Bey (v. 1990) benim doktora
yönetmenim idi. Babası da meşhur
hocalardan biri idi. Prof. Dr. Ali Sevim
Bey ise kürsüye vekâlet ediyordu. Adnan
Erzi aynı zamanda Tarih Kurumu
başkanı idi. Adnan Erzi dirayetli ve iyi
bir hoca idi. Dışardan o, doktora danışmanlığımı
yaptı. Ben bu arada asıl
doktora tezimi değiştirdim. İlk aldığım
tez, bu yaptığım doktora tezi değildi.
Hocam Amerika’ya gittikten sonra
altı ay içinde ben yeniden bu mevcut
doktora tezini hazırladım. Doktora savunmasında,
jüri başkanı Ordinaryüs
Prof. Aydın Sayılı (v. 1993) idi.
A.B.: Bu doktora tezi şimdi nerede?
A.Ş.E.: Ben de yok. Dil, Tarih ve
Coğrafya Fakültesi’nde belki vardır.
A.B.: Doktorayı tamamladıktan sonra
ne yaptınız? Doktora bittikten sonra
ne kadar daha asistan olarak devam
ettiniz?
A.Ş.E.: 1975 yılı eylül ayına kadar
devam ettim. Bu tarihten sonra tekrar
Irak’a gittim. Bu kez Irak Bağdat Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’nin Şark
Dilleri bölümünde Arapça ve Türkçe
ders vermek üzere davet edildim. İki
yıl burada ders verdim.
A.B.: Türk birinin anadili Arapça
olan öğrencilere Arapça ders vermesi…
A.Ş.E.: Arapların bazılarına Arapça
gramer bazılarına da Arapça dilini kullanarak
Türkçe öğretiyordum. İki yıl
bitince, daha yurtdışından dönmeden
Türkiye’deki görevimden, Irak’tan dilekçe
göndererek istifa etmiştim. Ailevi
nedenlerden dolayı artık fakültenizde
çalışamayacağım deyip ayrıldım.
Döndüğümde artık asistan değildim.
A.B.: Bu tarihlerde evli miydiniz?
A.Ş.E.: Evliydim.
A.B.: Ne zaman evlendiniz?
A.Ş.E.: 1971’de evlendim. Evlendi-
ğimde otuz üç yaşındaydım. Asistanlıktan
istifa ettikten sonra Yozgat’a
geldim.
A.B.: Yozgat’ta ne yaptınız?
A.Ş.E.: Hiçbir iş yapmadım. 1977
Temmuz-Ağustos ayları idi Yozgat’a
geldiğimde. Annem hasta idi ve bakı-
ma muhtaçtı. Anneme bakmak ve ailemin
yanımda olma saikıyla buraya
geldim.
A.B.: Annenizin adı?
A.Ş.E.: Müferriha. Kendileri Yozgatlı
Abdi Ağa ailesinden idi. Müferriha
Hanım, Efendi Babamın ikinci hanımı
idi.
A.B.: 1977 yılında buraya geldikten
sonra kaç yıl kaldınız?
A.Ş.E.: 1977 yılından 1979 yılına
kadar hiçbir işle meşgul olmadım. O
güne kadar üç beş kuruş tasarrufumuz
vardı onunla geçiniyorduk.
A.B.: Şimdi Yozgat Yüksek İslam
Enstitüsü’ne gelelim.
A.Ş.E.: 1978 sonuna kadar, bazı özel
çalışmalarımız ve özel programlarımız
vardı. Bu günlerde, Yozgat’ta Yüksek
İslam Enstitüsü açılması için bir gayret
ve bir dernek vardı.
“Yozgat’ta Yüksek İslam Enstitüsü
Açtırma Derneği” idi adı. Ben bu derneğin
içinde değildim. Benden evvel,
başkaları tarafından kurulmuştu. İçin-
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 6
6
de, o günün Adalet partililerinden ve
değişik kesimden hocalardan kimseler
vardı.
A.B.: Bu derneğe nasıl ulaşırız? Derneğin
başkanı kimdi?
A.Ş.E.: Derneğin hiçbir resmi özelliği
yoktu. Gayri resmi bir faaliyetti.
Kesin bilmiyorum. Dernekler masasında
kaydı varsa şayet ondan haberim
yoktur. Bu dernek kurulduktan sonra
bir seneden fazla içinde bulundum fakat
hiçbir resmi özelliğini görmedim.
Sözlü olarak, bana; bir derneğimiz
var, bunun gayesi bu, sen de bizimle
bu derneğe katkıda bulun ve içinde
ol, dediler. Ben de öylece sözlü olarak
katıldım. Onların gayretlerini görünce,
onlara dedim ki, “Enstitü açmak
istiyorsunuz ama bu günlerde Yüksek
İslam Enstitülerinin İlahiyat Fakülteleri
ile ilgili bir sürtüşmesi var. 1970’li
yıllarda birbirleri ile sürtüşüyorlardı.
O günleri hatırlamaya çalışın.
A.B.: Yüksek İslam Enstitüleri, biz
de fakülte olalım diyorlardı. Başka ne
tür sürtüşme vardı ki?
A.Ş.E.: O günlerde Enstitüler, İlahiyatları
kabul etmiyorlardı. Daha
doğrusu Ankara İlahiyat Fakültesi
vardı. Oranın mezunlarını pek kabullenemiyorlardı.
İlahiyat mezunları da
Yüksek İslam Enstitü mezunlarını kabul
etmiyorlardı. Aslında İlahiyat mezunları
Yüksek İslam Enstitülülerini
küçümsüyorlardı. Bu işi idare edenler
de, İmam-Hatip Liselerine, yalnız
Ankara İlahiyat Fakültesi mezunlarını
müdür tayin ediyor, enstitü
mezunlarını da buralara öğretmen
tayin ediyorlardı. Hiçbir Yüksek İslam
mezunu İmam-Hatip Lisesine müdür
tayin edilmeye layık görülmüyordu.
İdareciliği onlara vermiyorlardı.
A.B.: Şimdilerde de yine bu önce
kurulmuş olan ilahiyatlar sonrakilere
aynı muameleyi göstermeye çalışıyor
ama günümüz şartları buna müsaade
etmiyor.
A.Ş.E.: Ben şimdi bu tavrın devam
edip etmediğini bilmiyorum. Bu iki
grubun bir kavgasına şahidim. Biri
ilahiyat mezunu biri enstitü mezunu,
ikisi de hafız, ikisi de birbirini tekfir
ediyordu. Ben buna şahit oldum. Durumu
bu kadar kötü noktalara götürmüşlerdi.
İyi ki ben bu okullardan mezun
olmamışım.
A.B.: Bana göre biraz Enstitüler
haklıydı…
A.Ş.E.: O konuda bir şey diyemem.
Birini diğerine tercih etme durumunda
değildim, değilim de. İkisi de
Müslüman’dır. İkisi de kardeşimizdir.
İkisi de hüsnüniyetli idi. Ama ifrata
kaçıyorlardı. Yanlış yapıyor ve dar çer-
çevede kalıyorlardı. “Ben ve başkası”
diyorlardı. “Ben ve başkası İslam’da
yoktur.” İslam’da biz var. Beraberlik
var. Îsâr var. Fedakârlık var.
A.B.: Enstitünün kurulmasını kim
teklif etti?
A.Ş.E.: Burada benden önce bu iş için
çalışan dernekteki arkadaşlar ilk teklifi
yaptılar. İlla İslam Enstitüsü kurmak
istiyorlardı. Ben de onlara: “Şimdi İslam
Enstitüsü kurarsanız, yalnız enstitü
olacak.” Dedim. Onlar, önce akademi
olalım. Akademik nosyona sahip
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 7
7
olup sonra fakülte olalım diyorlardı.
Böyle bir çalışma vardı. Onlar enstitüler
önce akademi olmak istiyorlardı.
Ben de onlara: “Gelin bunu İslam
Enstitüsü olarak değil de İlahiyat
Fakültesi olarak açmaya çalışalım” dedim.
Bana Enstitü teklifi yaptıkları zaman
ben şahsen İlahiyat Fakültesi istiyordum.
Kanaatim bu yönde idi. Buna
rağmen, “sen gel; şu veya bu yönde, bu
işi götürebildiğimiz yere kadar götü-
relim”, dediler. Ben arkadaşların içine
girdikten sonra, şu veya bu isimde ne
olursa olsun bir okul açma fikri kuvvet
buldu. Daha da bir canlılık kazandı.
O gün ki siyasi atmosfer de müsait
idi. O günkü bakan veya başbakan ile
görüşmek çok kolaydı. Bakana akşam
buradan telefon ediyorduk. “Yarın sabahleyin
geliyoruz” diyorduk, farz-i
misal “saat on sularında orada olaca-
ğız.” diyorduk ve gidip görüşüyorduk.
Başbakanla da böyle idi. Başbakan da
Sayın Süleyman Demirel idi.
A.B.: O günün Milli Eğitim Bakanı
kimdi?
A.Ş.E.: O yıllarda milli eğitim bakanı
Orhan Cemal Fersoy (ö. 1983) idi.
12 Ekim 1979 ila 12 Eylül 1980 yılları
arasında bakanlık yapmıştı. Biz, heyet
olarak randevu alıp Sayın Süleyman
Demirel’e gittik. İçimizde onun ismen
tanıdığı ve tanıştığı insanlar vardı. O
da, Yozgat’ta böyle bir hareket oldu-
ğunu biliyordu. Demirel: “Hoş geldiniz,
safa geldiniz ama ben sanayiciyim.
Mühendisim. Bana fabrika açacağınızı
söyleseniz, size yardım ederim. Her
türlü fabrikanın yolunu gösteririm.
Ama siz okul açacağınızı söylüyorsunuz.
İslam Enstitüsü açacağınızı söylüyorsunuz.
Ben bu işinizi bilmem. En
iyisi ben sizi Milli Eğitim Bakanıma
göndereyim. Bakan sizin işinizi halletsin.”
dedi.
A.B.: Berhudar ol, diyeydiniz..
A.Ş.E.: Allah razı olsun, işimizi öyle
bir haletti ki.. Biz bakana gittik ve
başbakanın yanından geldiğimizi ve
onun söylediklerini beyan ettik: “Baş-
bakanın selamı var. Durum böyle. Biz
enstitü açacağız.” Galiba başbakan
da bizden önce telefon edip, bizim geleceğimizi
söylemiş olacak ki, Bakan
bizi çok sıcak karşıladı. “Hoş geldiniz,
safa geldiniz” dedi. “Mektep açmak bizim
işimiz” dedi. İçtenlikle kabul etti.
“Ama ben sizin mektep açmanız için
nelerin gerektiğini bilemem. Müste-
şarı çağırayım; vereyim talimatı, müsteşarla
siz işinizi devam ettirin.” dedi.
Abdullah Nişancı Bey de o gün müsteşardı.
16.11.1979 ila 27.10.1980 tarihleri
arasında Bakanlık Müsteşarlığı
yapmıştı. Abdullah Bey de sağ cenahtan
bir adam idi. Müsteşar, Din Eğitimi
Genel Müdürü Mustafa Çinkılıç ile
beraber geldiler. Mustafa Bey de ilahiyat
mezunu idi. Müsteşarın odasında
konuyu görüştüler. Enstitü meselesi
açılınca Abdullah Nişancı: Efendim,
dedi, “İslam Enstitülerinin durumu
biraz kritik.” Din Öğretim Genel Mü-
dürü de, enstitü açmanın müsait olmadığını
vs. söyledi. “Yeteri kadar zaten
enstitü var”, dedi. O zaman yedi tane
Yüksek İslam Enstitüsü vardı. Yozgat
sekizinci olacaktı. Böyle deyince,
Milli Eğitim Bakanı, genel müdürün
o sözlerine celallendi. Genel müdüre
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 8
8
dönerek: “Biz icraatçıyız. Sen memursun.
Enstitünün açılmasına karar
verilmiştir. Bunun için ne gerekiyorsa
derhal yapılsın. Okul açılacak. Gidin
gerekenleri tamamlayıp getirin.” dedi.
Onları hiç dinlemedi.
A.B.: Biz de böyle babayiğitler istiyoruz.
A.Ş.E.: Oradakiler, “efendim, hocası
yok, binası yok, bilmem neyi yok”
falan dediler. Bazı şartları ileri sürdü-
ler. Yüksek İslam Enstitüsü açabilmek
için en az doktorasını bitirmiş üç öğretim
üyesi gerekmektedir, dediler.
A.B.: Bugün ki şartlar o gün de vardı
demek ki… (gülüşmeler)
A.Ş.E.: Hoca bulman lazım. Okul
için araç ve gereç lazım. Bina lazım.
Biz de bugün İmam-Hatip Lisesi’nin
yanındaki Ticaret Lisesi’nin üst katını
bina olarak gösterdik. O zaman Ticaret
lisesinin üst katında Hayatî Kimya
Yüksek Okulu açılmıştı. Onlar da
burayı boşaltmışlardı. Biz de bu lisenin
bu katında Enstitü açmaya karar
verdik. Fakat biz, Enstitünün açılması
için yer olarak burayı gösterdik ama
burada hiç ders görmedik.
A.B.: Buradan sonra hangi binada
ders görmeye devam ettiniz?
A.Ş.E.: Bize onlar, üç şart koşmuş-
lardı: 1-Enstitü binanız olacak, 2-Sı-
nıflar tefriş edilecek, 3-En az doktorasını
yapmış üç öğretim elemanı olacak.
Çünkü olaylar çok hızlı gelişiyordu.
Ortada hiçbir şey yoktu. Bu denilen
şartları yerine getirdikten sonra yanı-
mıza gelin dediler. Biz de okulun açılması
için yer olarak hemen söz konusu
lisenin üst katını gösterdik.
A.B.: O gün için bu kadar öğretim
üyesini nereden bulacaktınız?
A.Ş.E.: Bu arada bana da, Bakanlıktan
“Yozgat’ta kurulması düşünü-
len Yüksek İslam Enstitüsüne müdür
olarak tayin etmeyi düşünüyoruz. Bu
mevzudaki kararınız yazılı olarak bize
bildiriniz” yazısı geldi. Bunu daha çok
o gün ki siyaset organize ediyordu. Bu
yazı gelince, ben hemen yazılı müracaatımı
yaptım. Arkasından söz konusu
enstitüye müdür olarak tayin ettiler.
Bu işlemler yapılınca 1979’un son ayları
idi. Kasım-Aralık ayları idi. Bunun
üzerine ben, piyasaya doktorasını yapmış
eleman aramaya çıktım. Denizde
balık avlayacağız. (gülüşüyoruz)
Benim 30 yıl önce yaptığımı şimdi siz
yapıyorsunuz. Sağdan soldan insan
ararken Diyanet İşleri Başkanlığında
raportörleri buldum. Doktora yapmışlar.
Ama oradan ayrılmak istiyorlarmış.
Teşkilat kendilerinden, onlar
teşkilattan memnun değil; iki taraf da
bahane arıyorlar. Burada iki eleman
buldum.
A.B.: Kimdi bu iki kişi?
A.Ş.E.: Biri Ramazan Ayvallı01 diğeri
de Etem Levent02 idi. Bu arkadaşları
bulunca, Yozgat’ta Enstitü açacağımı
ve doktorasını yapmış elemana ihtiyacımız
olduğunu söyledim. “Gelin sizi
Yozgat’a götüreyim. Size lojman bu-
01. Ramazan Ayvallı hocamız, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslam
Bilimleri Bölümü Hadis Anabilim Dalı’nda
Profesör.
02. Etem Levent hocamız, şimdi Marmara
Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim
Bilimleri Bölümünde Yrd. Doç. Dr.
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 9
9
layım. Ev kiralarınız ödeyeyim. Birinizi
müdür muavini yapayım. Birinize
de bir iş vereyim…” dedim. Allah razı
olsun. Onlar da kırmadılar. Geldiler.
Onlara ev buldum. İmkân sağladım.
Başlangıçta çok güzel bir başlangıç
oldu. 1980 yılının ocak ayında tedrisata
başladık. İlk olarak 78 öğrenci aldık.
O zaman İslam Enstitüleri Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlı idi. Öğrencileri
genel sınavın dışında, Yüksek İslam
için seçmek gayesiyle dışarıdan bakanlık
onayıyla diğer enstitülerden
çağrılan hocalarla jüri kurduk. Ne
Yozgat’taki ne de kendi Enstitümüzün
hocalarını bu sınavda aktif görev vermedim.
Onlardan rica ettim; değişik
okullardan hocalar gelmişti. Üç kişilik
yabancı hocanın jüriliği başkanlığında
bu öğrenciler seçildi. Önceden İmamHatip
Liselerinden gelen öğrenciler
genel üniversite sınavına girdikten
sonra, enstitü için özel alan sınavına
girip seçiliyorlardı. Öğrencileri alınca,
şimdiki Yozgat Anadolu Lisesi o
zamanlar Kız Öğretmen Okulu idi ve
boştu. Öğretmen okulları Türkiye
genelinde kapanmıştı. Sadece okulun
müdürü söz konusu lisenin lojmanında
oturuyordu. Bütün personeli de hazırdı.
Biz de hızlı bir hamle ile Ticaret
Lisesi binasında gösterilen yeri bırakıp
buraya, önce valilik onayıyla geçtik.
450 kişilik okulun tamamını, yatılı kısmı
ile birlikte Yüksek İslam Enstitüsü
yaptık. Kapalı spor salonu vardı. 250
kişiyi barındıracak pansiyonu bulunuyordu.
Aslında bu bina, daha önceleri
Eğitim Enstitüsü olarak yapılmıştı.
Kısa bir süre sonra Bakanlığa müracaat
ettik. Öğretmen Okulları Genel
Müdürlüğüne tahsis edilen binanın,
Din Öğretimi Genel Müdürlüğüne
tahsis ile Yozgat İslam Enstitüsü olarak
kullanılması için bakanlıktan onay
aldık.
A.B.: Şimdi sizin Yüksek İslam
Enstitü Müdürü olarak tayin
edilmesini bildiren evrak nerede?
Yüksek İslam Enstitüsünün kuruluş
kararı bir de…
A.Ş.E.: Bende yoktur herhalde.
A.B.: Milli Eğitim Bakanlığı’nda var
mıdır acaba?
A.Ş.E.: Belki bulunur.
A.B.: Geldiniz bu okula ve öğretime
başladınız… arkasından 12 eylül ihtilalı
oldu…
A.Ş.E.: İhtilal olunca, başında hiç
hesap etmediğimiz şeyler olmaya baş-
ladı. Bu arada ihtilal olmadan evvel,
Yozgat’ta Yüksek İslam Enstitüsünü
hazmedemeyen bir cemaat türedi.
A.B.: İslam Enstitüsünün neyini
istemiyorlardı?!
A.Ş.E.: Neyini istemiyorlardı… Genel
de kötü niyetli insanlardandı. Hatta
Enstitü düşmanlığı içinde o günün
Milli Eğitim Müdürü resmen itham
ediyordu. O günün valisi, o günün
emniyet müdürü, hatta o günün alay
komutanı, milli eğitim müdürünün
ve diğer grubun çalışmalarına çanak
tuttular. Okulun yatılı pansiyonunun
içinde, dışarıdan gelen yatılı öğrenciler
vardı. Onların çoğu dışarıdan gelmişti.
Valilikten izin alarak onları pansiyonda
yatırıp kaldırdım. Pansiyon çalışır
halde iken, o dönem siyasi partilerin
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 10
gençlik kollarına gidip gelen öğrencilerimiz
varmış. Olabilir. Herkesin bir
kanaati var. Polisler, buralara giden
pansiyon öğrencileri ile arkadaş olup,
bahane ile mesai dışında pansiyona giriyorlar.
Bir iki defa aynı polisler sarhoş
bir şekilde pansiyona gelip olay
çıkararak kavga ediyorlar. Bu kavgayı,
Enstitünün içindeki pansiyonda yaptılar.
Dışarıya da “burada anarşi var”
imasında bulunup partizanlık yapıyorlar
diye yansıtıyorlardı. Hatta bu olaylar,
söz konusu Yüksek İslam Enstitü-
sü düşmanı grubun, enstitü aleyhine
rapor tutulmasına mesnet teşkil etti.
Raporu o günün valisinin onayı ile o
günün Milli Eğitim Müdürü de özel
kurye olarak Ankara’ya bizzat kendisi
götürdü.
A.B.: Vay be.. muhafazakâr bir ilde
Yüksek İslam Enstitüsü Düşmanlığı…
şimdi de alttan alttan devam ediyor…
zaman tekerrür ediyor…
A.Ş.E.: O günün Milli Eğitim Mü-
dürü yine okula geldi. Bir şeyler söyleyecekti.
Onu okuldan kovdum. Çünkü
doğrudan Başbakanlığa bağlı olan
enstitü, ona bağlı değildi. Onun oraya
müdahale etme hakkı yoktu.
A.B.: Bu olaylar olduğunda ihtilal olmuş
muydu?
A.Ş.E.: Hayır. Daha ihtilal olmamış-
tı. Okul açılır açılmaz bu faaliyetler
başlamıştı.
A.B.: Sonra 12 eylül ihtilalı oldu.
A.Ş.E.: 12 Eylül İhtilalı olunca okul
kapandı. İhtilaldan hemen kısa bir zaman
sonra öğrenciler eğitime devam
ederken enstitüyü kapama kararı alındı.
A.B.: O zaman siz bir dönem öğrenci
aldınız…
A.Ş.E.: İki dönem öğrenci aldık. Bu
arada okulun açılışı ile ilgili bir şey
daha oldu. Onu atladık. Enstitünün
kararı çıktı. Öğretmen okulu tahsis
edildi. Yozgat halkı, sağ olsunlar, mü-
dür odasını tefriş ettiler. Sınıflar zaten
hazırdı. Hiçbir şey eksik bırakmadılar.
Okulu açacağımız zaman dernek üyeleri
içinde ben de dahil, heyet olarak
Milli Eğitim Bakan’ı Orhan Cemal
Fersoy’a gittik. Dedik ki: “Okulu açacağız.
Tedrisata başlayacağız. Vaktiniz
ne zaman müsait olur, açılışı teşrif
etseniz. Siz de bu okulun açılışında
bulunsanız. Bu okulu açmanız için bir
vakit tayin etmedik. Sizin kararınızı
bekliyoruz. Başbakanı davet etsek belki
gelir, belki gelmez.” Orhan Cemal
Bey dedi ki: “Yavrum! Gelin oturun
bakiyim. Siz gençsiniz. Biz okul açarız;
fakat bu memlekette okul kapatmaya
meraklı zihniyetler var. Ben okulunuzun
açılışına gelmeyeceğim. Siz
de, şaşalı, debdebeli açılış yapmayınız.
Kendi aranızda küçük bir tören yapıp
bu işe başlayın.” Ondan sonra da:
“Bakın, geç açılıyorsunuz. Bir yıllık
dönem, kaç hafta, kaç saatlik ders ise,
yaz tatili yapmayın. Bu açığı yazın
da devam ederek tamamlayın. İkinci
sınıfın öğretimine vaktinde başlayın.”
diye tavsiyede bulundu. Bunun
üzerine Kanuni Sultan Süleyman ile
meşhur şairi Baki arasında geçen söz
düellosunu anlatan beyitleri söyledi.
Şöyle ki:
Kanunî Sultan Süleyman Han Baki’
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 11
11
ye her nasılsa celâllenir ve kendisi de
iyi bir şâir olması hasebiyle dört mısra
ile ferman eder:
Bâkî bed
Azm-i bülend
Bursa’ ya red
Nefy-i ebed
[Anlamı: Bâkî kötü adam; yüksek
kararım odur ki, memleketi olan Bursa’
ya gönderilsin, bir daha da gözüm
görmesin.]
Fakat Şâirler Sultanı Bâkî; ferman
kendisine okunur okunmaz ve hiç duraklamadan
irticâlen ateş gibi dört
mısra söyler:
N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend
oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil
Süleymân’a bâkî
Şahâ! Azlimde isbât-ı tehevvür eyledin
ammâ
Buna çarh-ı kemîn derler, ne sen
bâkî ne ben bâkî
[Ne olur ki senin kovulman yönünde
yüksek karar alınmış olsa. Hayvanların
bile dilinden anlayan ve yeryü-
zünün tamamına hâkim olan Hazreti
Süleyman’a kalmayan dünya sana mı
kalacak denilmek istenmektedir.
Pâdişâhım! Mâşâallah iyi kızıyorsun,
bu kararınla da celâlini gösterdin; yakışıyor
da ancak unutulmamalıdır ki..
Bu geçici dünyadır, ne sen kalıcısın ne
de ben..]
Şairler Sultanı Bâkî’nin fermanı tebellüğ
ettiği anda irticâlen söylediği
bu kıta, birisi tarafından not edilip padişaha
takdim edildiğinde; ferman geri
alınmış ve Bâkî merhûm İstanbul’da
yaşayıp yine orada vefat etmiştir.
Milli Eğitim Bakanı bunları söyledikten
sonra döndü bana dedi ki:
“Artık bundan sonra ne ben bu bakanlıkta
bakiyim ne de sen müdürlükte
bakisin.” Ve devamla “Bu dünyanın işi
böyle döner. Sen git. Merasim yapmadan
okulunu aç. Sen gençsin daha…”
O zaman biz çok heyecanlı idik. Geldik
okulumuzu açtık. Gayet de düzenli ve
disiplinli gidiyorduk. Ama halk arasında
da dedi kodu devam ediyor. Benim
öğretim üyesi alımlarımı da dedikodu
ediyorlardı. Senin meşhur Hacı Ozan
da bu dedikodulara bir kez şahit olmuş
ve onlara, bir gün lokantasında
Sorgunlu Eyup diye biri vardı. Manifaturacılık
yapardı. Adalet partisinin
yönetiminde de görevi vardı. O, Hacı
Ozan’ın da yakınındaydı ve sık görü-
şüyorlardı. O Eyup: “Efendim! Hep
Ali Şâkir kendi adamlarını aldı. Bizden
kimseyi almadı. Yozgatlıları almadı.
Sorgunluları almadı” diye beni Hacı
Ozan’a şikâyet edermiş.
A.B.: Bu gün de aynı zihniyet var.
Mastır talebesi almamak için işi yokuşa
süren zihniyet var… Beni de aynı
şeylerle itham ediyorlar…
A.Ş.E.: Efendim bilmem ne yapıyorlar
falan. Hacı Ozan hasbi bir adamdı.
Onlara: “Ulan demiş. Bu Şâkir Hoca
ne adam imiş, demiş ya. Adalet Partili
geliyor, bizi almadılar. MHP’lisi
geliyor, benim adamımı almadı diye
şikâyet ediyor. MSP’li geliyor diyor,
benim adamımı almadılar. Hep akrabasını
ve hısımlarını mı almış. Kimi al-
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 12
12
mış, demiş. Demek ki bu adam doğru iş
yapmış. Sizin adamlarınızı almamış.”
demiş. (gülüşüyoruz). Dedikodular
hep böyle devam etti. Biz de daha baş-
langıcında biraz disiplinli olsun, laçka
olmasın, sağa sola dağılmasınlar, birilerinin
elemanı olarak gözükmesinler,
diye işin başında gösterdiğimiz hassasiyet,
halka ağır geldi. Pansiyondaki
malum kavgadan sonra her gün gidip
gece saat 10’a kadar, okulda duruyordum.
Öğrencileri kontrol ediyordum.
Pansiyonda her şeylerine dikkat
ediyordum. Saat 10’dan sonra eve dö-
nüyordum. Ben hem odacı hem memur,
hem müdür idim. Pansiyonda kazan
kaynatıyoruz, yedirip içiriyoruz.
Harçlığı olmayana harçlık veriyoruz.
Yeter ki “doğru dürüst okusunlar” diyoruz.
Hele Tosyalı H... diye bir çocuk
vardı. Mezun olduktan sonra şimdi ne
iş yapıyor bilmiyorum. Daha 12 Eylül
İhtilali olmamıştı. Bir gün dersten sonra
çocuklara çevrede Maraş, Çorum ve
Kırşehir gibi yerlerde olup biten olayları,
örnek göstererek nasihat ederken
birden heyecanlandı ve “Yeter Hocam
artık! Hep biz sabır ve aktif olmaktan
uzak durmamızı tavsiye ediyorsunuz.
Hâlbuki bizler Yüksek İslam Enstitüsü
öğrencileri olarak şimdi Türkiye’deki
bu sol hareketlerin karşısına
çıkacak en zinde güçleriz. Yeşil bayrağı
çekip sokakları doldurmamız gerekir.
Müslüman Türk halkı bizleri her şartta
destekler. Siz bize engel olup bizim
heyecanımızı ve duygularımı köreltiyorsunuz”
dedi ve “daha ne kadar sabredeceğiz”.
“Bitti mi” dedim. “Bitti”
dedi. “Bak şimdi sen dinle” dedim: “Sizin
yeşil bayrakla sokağa dökülmenizle,
slogan atıp bağırıp çağırmanızla bu
işler bitmez. Memleket de düzelmez.
Yorulur. Kavga eder, yaralanır, belki
istikbalinizden ve gençliğinizden olur,
hem üzülür, hem de üzersiniz. Sizi bin
bir sıkıntı ile aileleriniz buraya sokağa
dökülmeniz için göndermedi. Burada
da mahrumiyetle kazanmaya çalıştığı-
nız tahsil hayatınızı sokağa saçmayın
ve satmayın! Sizin birinci göreviniz
okulunuz ve derslerinizdir. Bir an önce
okulu bitirip ailenize kavuşmak, bir
meslek sahibi olmak ve mutlu bir yuva
kurmak için aileleriniz sizi bekliyor.
Okul sokakta bitmez. Hayat ve meslek
sokakta kazanılmaz. Pek çok zarar
görürsünüz sokaktan. Örneklerini
görüyorsunuz. Sokaklara, sloganlar
yazıyorlar. Slogan yazılınca sokaklar
ve duraklar ve içinde yaşayanların
zihniyetleri değişiyor mu? Bunlardan
kim ne kazanıyor? Memleket ne
kazanıyor? Siz ne kazanacaksınız?
Haydi bakalım, vaz geçin bu sloganlı
düşünceden ve dersinize çalışın!” diye
nasihatimi tamamlamıştım. Gördüm
ki bu nasihatten sonra öğrenciler, daha
dikkatli olmaya başladılar.
İkinci sınıfta 151 talebemiz olmuş-
tu. Bu halde iken okul kapandı. Her bir
öğrenci bir yere gitti. Gitmeyen sadece
iki öğrenci vardı; biri Sarıhacılı idi.
A.B.: Enstitü niye kapandı? Ne zaman
kapatıldı?
A.Ş.E.: İhtilalden sonra Din Eğitimi
ve Dinî Hareketlerle ile ilgili Milli Eğitim
Bakanlığı’nda bir komisyon kuruldu.
O yıllarda aktif konuşulan birkaç
şey vardı:
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 13
13
1-İmam-Hatip okullarındaki kız öğ-
rencilerin bile başlarının kapanmasına
müsaade edilmiyordu. İlk zamanlar,
hatta Kur’an-ı Kerim dersinde bile
örtünme yasaktı. Başörtüsü meselesi
vardı.
2- Sayıları 274 veya 275 olan İmamHatip
Liselerinin orta kısmı hariç çokluğundan
şikâyet ediyorlardı. Bunu
yapan belli o zihniyetti. İhtilalden
sonra kurulan komisyon bir rapor
hazırladı. İmam-Hatip Liselerinin
sayısı ve buradaki başörtülü öğrencilerin
başlarının açılması meselesi konuşuluyordu.
Bu liselerin sayılarının
artmasından fevkalade rahatsızdılar.
“Her ilçede İmam-Hatip Lisesi açı-
lıyor” sözü ayyuka çıkmıştı. Bunu
engellemek için önce lisesi açılmamış
100 bu kadar İmam-Hatip okullarının
kapatılmasına karar verdiler.
A.B.: Peki bunun enstitü ile ne ilgisi
vardı?
A.Ş.E.: O gün gündem bunlarla
meşguldü. İhtilaldan sonra kurulan o
komisyonda, Yüksek İslam Enstitülerinin
kapatılıp İlahiyat Fakültelerine
dönüştürülmesini de ele almıştı. Mevcut
sekiz enstitüyü ilahiyat fakültesine
dönüştürecekler ve ilahiyatları da
üç adetle sınırlayacaklardı. Bunlardan
biri Ankara’da biri Erzurum’da biri
de Konya veya İstanbul’da kurulacaktı.
Diğer şehirlerdeki enstitüler de
kapatılacaktı. Bu durum içinde Yozgat
da kapatılacaktı. Yine o günlerde
Yozgat’tan daha önce sözünü ettiğim
tezvirat da bunu tetikledi. Yozgat’ın
ayrıca kapanmasını hızlandıran özellikleri
de vardı. Yeni açılmış okul, yeterli
hocası yok, talebesi az, dağıtması
kolaydı; yenmesi kolaydı. Ondan
sonra da Türkiye’de ilk olarak binası,
devletin okulunu işgal ediyor”. Yani
Öğretmen Lisesinin yerini kullanı-
yor. İslam Enstitüleri ve İmam-Hatip
okulları devletin yaptırdığı binalar
değildi. Samimi Müslümanların paraları
ile yapılmıştı. Onlar devlet okulu
değil!? Yüksek İslam Enstitüleri
devletin okulu değil?! Türkiye’de ilk
defa Yozgat Yüksek İslam Enstitüsü,
boş ve atıl duran Yozgat Kız Öğretmen
Okulu’nun yerini kullanıyordu. Bu ilk
bir örnekti. Kapatma kararının gerek-
çesine işte bunlar vardı. [Kararları buraya
yaz]
A.B.: Enstitü kapatılırken kaç hoca
görevli olarak çalışıyordu?
A.Ş.E.: Beş hocamız vardı. Bunların
dört tanesi doktorasını yapmıştı. Okul
kapanma emri geldikten sonra biz de
ne yapacağımızı şaşırdık. Aniden bir
karar çıktı geldi. Tahminen kapatma
emri 1981 yılı Ocak ayında geldi.
“Bundan sonraki öğretim yılı için öğ-
renci alınmaması, mevcut öğrencilerin
istekleri doğrultusunda, mevcut enstitülerden
birine dağıtılması, yine mevcut
hocaların da istedikleri fakültelere
gitmesinin sağlanması.” Burayı mevcut
kararlara göre yap….
A.B.: Yine insaflıymışlar… milleti ortada
bırakmamışlar…
A.Ş.E.: Milli Eğitim Bakanı, Hasan
Sağlam idi. Bize veya bizden hiç
kimseye sormadan kapattılar. Aslında
bana göre, enstitünün kapanma kararı
söz konusu rapora göre değildi. Rapor
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 14
14
bir şablon idi. Bir bahane idi. Ama buradan
yani Yozgat’tan giden tezvirat
ve arada dönen fitne hareketi bu işi
hızlandırdı.
A.B.: Aynı zihniyet işlevine gizili
gizli devam ediyor… ne ise.. artık siz
enstitü hakkında alınan bu kararın de-
ğişmesini istiyorsunuz…
A.Ş.E.: Evet. Yetkililerin yanına gidiyoruz,
kimse kabul etmiyor. Bakanlık
randevu vermiyor. Başbakana ulaş-
mak istiyoruz, o randevu vermiyor.
Hiçbir yere yanaştırmıyorlar. Derken,
meşru yollarla hiçbir bakanlığa ula-
şamadık. Ama yapılan işin, enstitü
hakkında verilen bu kararın yanlış olduğunu
da mutlaka anlatmamız gerekiyordu.
Bir şeyler söylememiz gerekiyordu.
Arkadaşlar irtibat kurmak
isterlerken, Köşkte bir Hasan Sağlam
Paşa vardı. Hasan Sağlamlar iki tane
idi. Biri Milli Eğitim Bakanı olmuştu,
diğeri de Köşkte bulunuyordu. Köşkteki
Paşa, o günkü Cumhurbaşkanının
yaveri veya özel kalemi idi. Bu Paşanın
arkadaşı Paşa olan bir başka paşa da,
bizim enstitü müdürü bir arkadaşı-
mızın arkadaşının yakını idi. Böylece
dışarıdaki bir Paşa vasıtasıyla Köşkte
yaklaşılıp söz konusu durum anlatıldı.
O günkü Cumhurbaşkanından randevu
alındı. 1981 yılı 5 ya da 7 Mayıs
ayında randevu aldık. Bütün farklı İslam
Enstitülerinden beş kişilik heyet,
Türkiye’nin dini meselelerini görüş-
mek üzere Köşke çıkılacaktı.
A.B.: Bu arada Yozgat Yüksek İslam
Enstitüsü talebeleri okumaya devam
ediyorlar, değil mi?
A.Ş.E.: Evet. Ama okulun düzeni bozuldu.
Hocaların düzeni bozuldu. Bizimle
gayet iyi olan hocalar, asabileş-
ti… Biz 1981 yılı Mayıs ayının 5’inde
görüşmek üzere, vakit gelmeden Diyanet
İşleri Başkanlığında bir odada
toplandık. Bursa’dan Halis Ayhan;
Samsun’dan Mustafa Uzunpostalcı;
Konya’dan Ahmet Gürtaş, İzmir’den
Mevlüt Ferliel ve Yozgat’tan da bizzat
ben katıldım. O günkü Cumhurbaşkanına
takdim edilmek üzere bir
dosya hazırladık. Dosyayı da birkaç
nüsha yaptık. Birini Milli Eğitim Bakanına,
diğerini Başbakana, bir diğerini
de Cumhurbaşkanına vermek üzere.
Köşke çıktığımızda her arkadaş da bir
konuyu konuşacaktı. Biz buna göre
hazırlandık. Bakan ve Başbakan’ın
özel kalemine bırakabildik. Kenan Evren
Paşa bizi köşkte değil, Genel Kurmay
Başkanlığındaki odasında, askeri
üniformasıyla kabul etti. Orada Halis
Bey, Türkiye’deki din eğitimini ve dinî
okulları konuştu. Bunların zaruretinden
bahsetti. Allah selamet versin
Cumhurbaşkanı, hemen sözü alıyor:
“Ben de hoca çocuğuyum” diyor baş-
lıyor. Konuşmaya devam ederken söz
İmam-Hatip okullarına geldi. “Bu iş,
arz-talep işidir” dedi. “Memleketin
ne kadar din adamına ihtiyacı varsa o
kadar okul açarız, dedi. “Fazlasına gerek
yok” dedi. “Şimdi Türkiye’de bazı
din okulları açılmış” dedi. Meğerse
bir gün önceden Milli Eğitim Bakanı
Hasan Sağlam’ı çağırmış ve ona demiş
ki: “Biz, Türkiye’nin dini meselelerini
görüşmek üzere İslam Enstitü
hocalarına bir randevu verdik. Bunlar
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 15
15
bize ne getirirler? Ne konuşurlar, ne
isterler?” O da: “Efendim, şimdi gündemde
başörtüsü meselesi var. İmamHatip
okulları meselesi var. Yozgat
Yüksek İslam Enstitüsü meselesi var.”
Bu arada Yozgat’tan da sürekli telgraflar
gidiyor. Ama hiçbirini kale almıyorlar.
Hatta hatırlıyorum. Arkadaşın biri
galeyana gelip, öyle şiddetli bir telgraf
atmış ki, “Yozgat’ta halk ayaklandı.
Meydanda toplandılar. Otobüsleri
dizdiler. Otobüslere binip Ankara’ya
geliyor vs.” Ankara’dan da “Yozgat’ta
böyle bir şey var mı” diye Yozgat valiliğine
telefon etmişler. Herhangi bir
hareket olmadığını öğrenmişler.
A.B.: Keşke yapsalardı. En azından
müspet tepkilerini gösterselerdi…
A.Ş.E.: Kimle yapacaksın. Kim var
ki! Sonra, o günün Cumhurbaşkanı
sözlerine devam etti. Yine arz ve talepten
bahsetti. Fazla din okulu açılırsa
biz bunları kapatırız, dedi. “Yozgat
Yüksek İslam Enstitüsünü kapattık da
ne oldu?” dedi. Ben hemen ayağa kalkıp:
“Efendim! Bendeniz o kapatmış
olduğunuz enstitünün müdürüyüm.”
Dedim. “Hah! Otur!” Dedi biz de
oturduk. Sonra yine devam etti: “Senin
mektebin yokmuş”:
A.Ş.E.: Evet efendim. Yüksek İslam
Enstitüsü açılma aşmasında belli bir
yeri yoktu. İslam Enstitüsü için yapılmış
bir bina yoktu. Ama sonradan,
devletimiz lütfetti; Öğretmen Okulu
olarak yapılmış, 450 öğrenci kapasiteli,
kapalı spor salonu ve pansiyonu
olan bir okulu, Din Öğretimi Genel
Müdürlüğü emrine tahsis etti. Şu an
öğrencilerimiz bu okulda okuyorlar.
Cumhurbaşkanı: Senin öğrencin de
yokmuş…
A.Ş.E.: Efendim, şu anda 151 adet
öğrenci var. İkinci sınıfı okuyorlar. Biz
istersek 500 adet öğrenciyi bir defada
alırdık. Ama okul, düzenli bir şekilde
kalkınsın, gelişsin diye öğrenci almadık.
Her dönem 75 öğrenci almaya
gayret ettik.
Cumhurbaşkanı: Senin hocan da
yokmuş…
A.Ş.E.: Efendim, bize ilkönce
okul açılırken doktorasını yapmış
üç öğretim üyesi gerektiğini
söylemişlerdi. Şimdi bizim beş adet
öğretim üyemiz var. Türkiye’nin hiçbir
enstitüsünde beş adet doktorasını
yapmış öğretim üyesi ile öğrenci
alımına başlayan bir enstitüsü yoktur.
Şu an bu konuda hepsinden öndeyiz.
Cumhurbaşkanı: Senin okulunda siyaset
yapılıyormuş…
A.Ş.E.: Efendim. Ben okulun mü-
dürüyüm. Siz de Türkiye Cumhuriyetinin
devlet başkanısınız. Emrinizde
ordular var. Emrinizde devlet var.
Emrinizde hâkim var, savcı var. Emrinizde
polis var. Verin talimatınızı, kim
siyaset yaptı ise, kim kanuna karşı ne
suç işlemiş ise ben o suçumun cezasını
çekmeye razıyım. Size yanlış bilgiler
vermişler” deyince, Cumhurbaşkanı:
“Sen dersini iyi çalışmışsın. İyi çalış-
mış da gelmişsin.”
A.Ş.E.: Efendim, ders değil. Ben bu
enstitünün kuruluşundan beri içinde
olan biriyim ve Yozgatlıyım. Bu okulu
kuran müdürüm. Ben devletin müdü-
rüyüm. Devlet, açtığı okulu kendisi
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 16
16
kapatıyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
çok az olan bir şeydir bu durum.
Yozgat’taki İslam Enstitüsü bir dini
ihtiyaçtan bir dini zaruretten doğmuş-
tur. Muhafazakâr bir muhittir. Eğer
devlet kontrolünde bu düzenli eğitim
yapılmazsa bunun yerini kimler alır
yarın?
Cumhurbaşkanı: Peki ne istiyorsunuz?
A.Ş.E.: Enstitünün kapanma emrinin
kaldırılmasını istiyorum. Yeniden
tedrisata devam etmesini istiyorum.
(Şöyle bir düşündü ve:) “Asker verdiği
karardan dönmez” dedi. O zaman
bunun vebalini ben çekmem. Ben müsterihim.
Ben bu durumu anlatmak için
buraya kadar geldim. Biraz uzun süre
bir sükût hâkim oldu. Hemen konuyu
değiştirdi. Sonra buradan çıktık. Bize
15 dakika zaman ayırmışlardı. Biz içeride
tam 45 dakika kaldık. Bu arada yanımdaki
arkadaşım, ben susayım diye
sürekli paçamı çekiyor ve olan durumdan
korkuyordu…
Ben sakallı idim. Sırf bu durumu anlatmak
için sakalımı tıraş edip oraya
gitmiştim. Canım ve başımı bu yola
koydum da geldim.
A.B.: Oradan geldiniz..
A.Ş.E.: Geldik ama, arkamızdan Milli
Eğitim Bakanı hakkımızda tahkikat
açtı. O zarf duruyor, onu verebilirim.
A.B.: Niçin tahkikat açtı?
A.Ş.E.: Efendim, güya görevimiz olmadığı
halde, hiyerarşiyi bozarak üst
makamlardan randevu alıp, Milli Eğitim
Bakanlığı üst makamlarına bilgi
vermeden Köşkte ulaşmak ve mesle-
ğimizle ilgili bilgi vermek. Sonra bu
soruşturma devam etti. En son ifadelerimizi
alıp ceza verecekleri zaman,
soruşturmaya cevap yazıp altına not
düştüm: “Sizin yaptığınız bu soruş-
turma, devlet başkanının bizi kabulüyle
ilgili olduğundan bu soruşturma
evrakının bir fotokopisini de devlet
başkanına gönderiyorum. Bilginize arz
ederim” dedim. Bunu alınca, daha ceza
vermeden konuyu kapattılar. Bütün
arkadaşları da cezalanmaktan kurtardık
böylece.
A.B.: Sonra okul kapandı… Öğrenciler
dağıldı… Yozgat’ta dedikodular yayıldı..
A.Ş.E.: Herkes bir yere gidiyor. Ben
bir yere gitmem. Bana sorana ben
bunun cevabını veririm, dedim. Ben
Yozgat’ta kalmak istediğim zaman,
bana müftü olmamı söylediler. Müftü
vardı. Ben bir müftlü yardımcılığı kadrosu
talep edip müftü yardımcısı oldum.
Müftü olsaydım bu kez de “Müftü
olmak için, okulu kapattı” derlerdi.
Müftüye de yerinde sıkı durmasını ve
başka bir şey kabul etmemesini istedim.
A.B.: Müftü yardımcısı oldunuz..
oradan emekli mi oldunuz?
A.Ş.E.: Evet. 1982’de bu göreve
başladım. Fakat daha sonra 1988’de
emekli oldum.
A.B.: Ondan sonra tekrar öğretim
üyesi oldunuz mu?
A.Ş.E.: Evet. Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’nde Yabancı Diller
Okulu’nda Arapça hocası olarak göreve
başladım. 1984 Ekim’inden 1987 Ka-
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 17
17
sım ayına kadar burada göreve devam
ettim. 1985 yılının Haziran ayından
itibaren de Gazi Üniversitesinde Arap
Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurdum.
Gazi Üniversitesi’nden emekli oldum.
1987-91 yılları arasında ANAP’tan bir
dönem de merhum Turgut Özal’ın daveti
ile Yozgat Millet Vekili seçildim.
A.B.: Şu an Yozgat’ta neler
yapıyorsunuz?
A.Ş.E.: Millet Vekilliğim bittikten
sonra Ankara’da kalmam mümkün idi.
Üniversitelerden birinde hoca olarak
da devam edebilirdim. Başka bir iş kurup
yine Ankara’da kalabilirdim. Yine
ailevi sebeplerden dolayı bunları terk
ettim. Bu defa Efendi Babam rahatsızlardı.
Ona hizmet etmek için tekrar
Yozgat’a döndüm. O zaman annem
rahmetli olmuştu. Eskiten beri zaten
Yozgat’a gelmeyi tercih etmişimdir.
1992 yılında Yozgat’a geldim. O zaman
Yozgat’ta benim evim falan yoktu.
1992’den sonra babamdan kalan
mevcut evin yerini aldım. Babamla beraber
oturmak için oraya ev yaptım. O,
müstakil evinde oturmayı tercih etti.
Nihayet 2002 yılında Efendi Babam
Hakkın rahmetine kavuştu. 1992’den
sonra Yozgat’ın kültür ve tarihi ile ilgileniyor,
makale ve kitap yazıyorum.
Bizzat yazdığım veya editörlüğünü
yaptığım birkaç kitabım var. “Fenni
Divanı”, “Abdulkadir Bey’in Hatıraları”,
“Bozok Sancağı”, “Vakıflar ve
Yozgat’ta Tarihi Vakıf Eserler” vs.
Ali Şâkir Efendi, 2002 yılından bu
yana yine muhterem pederlerinin oldu-
ğu muhitte, onun hatırasını devam ettiren
Aşk Vakfı’nın da yönetim kurulu
başkanı olarak hizmet etmekte, Pazar
Günleri, bu halkayı seven her kesimden
gönül dostlarına vaaz ve sohbetler
etmekte, herkesin çok muhtaç olduğu
kanaat önderliğini yapmaktadır. Kendisine
Allah’tan sıhhat, afiyet ve uzun
ömür diliyoruz.
Ekler
-Yozgat Yüksek İslam Enstitüsü’nün
açılış izni
-Yozgat Yüksek İslam Enstitüsü’nün
kapanış emri
Ahmet BEDİR
Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2, 2 (2012/2), s. 18
18
Ali Şakir Ergin Efendi ile söyleşi
Journal of Faculty of Theology of Bozok University, Vol. 2, No. 2 (2012/2), p. 19
19

Konular