EBU’L-KÂSIM-İ LÂHÛTÎ (1266-1336 HŞ./1887-1957)

I-Hayatı
Meşrutiyet dönemi İran edebiyatının önde gelen şairlerinden Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî‘nin hayatı birbirinden tamamen farklı iki ayrı devrede incelenmektedir. Biyografisine yer veren kaynaklardaki bilgiler ve yazılış tarihlerine göre sıralanmış divanındaki şiirlerinin içerikleri de hayatının iki ayrı dönem olarak ele alınmasına ışık tutmaktadır. Şairin düşünce dünyasındaki hareketlilikte ve geçirdiği köklü değişimlerde güçlü etkenler olan iniş ve yokuşlarla dolu hayatının ilk dönemi, 1266 hş./1887 yılında dünyaya gelişinden -İstanbul’da geçirmiş olduğu iki devresi dışında- 1300 hş./1921 yılına kadar tamamıyla İran’da geçmiştir. İkinci dönemi ise, 1300 hş./1921 yılında Sovyetler Birliği’ne gitmesiyle başlayıp 1336 hş./1957’de orada ölümüne kadar geçen devredir. [1]

A-Birinci Devre (1274-1300 hş./1895-1921)
Şiirlerinde “Lâhûtî” mahlasını kullanan Ebu’l-Kâsım-i İlhâmî, 19 Mihr 1266 hş./1887’de Kirmânşâh’ta dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hayatının önemli bir bölümü sürgünlerde geçti. Yıllarca ülkesinden uzaklarda, İstanbul’da, uzun süre Sovyetler Birliği’nde yaşadı. 1336 hş./1957 yılı Ferverdîn ayında yetmiş yaşındayken Moskova’da vefat etti ve aynı şehirde toprağa verildi.[2]

Ayakkabıcılıkla uğraşan, aynı zamanda şair de olan, özellikle tasavvuf konulu şiirlere ilgi duyan, dindar ve de özgürlük yanlısı babası Ahmed-i İlhâmî ile birlikte daha genç yaşlarında özgürlükçüler safında yer alan Lâhûtî, şiir ve edebiyat ile Kirmânşâh’ta tanıştı. Maddî durumunun iyi olmaması nedeniyle on altı yaşlarında edebî yeteneğini keşfeden aile dostlarından birinin maddî yardımlarıyla öğrenimini tamamlamak üzere Tahran’a giden Lâhûtî, bu tarihten iki yıl sonra heyecanlı ve ateşli dizelerden oluşan özgürlük temalı “Ey Rencber” adlı ilk şiirini yazdı. Uyanış dönemi düşünce hareketliliği ortamında özgürlükçü edebiyat akımının yoğun etkisinde kalarak kaleme almış olduğu bu şiiri Kalküta’da Hablu’l-Metîn adlı gazetede çıktı. Bu şiiriyle ün kazanmaya başlayan şairin, daha önce bir kasidesi de, Terbiyet adlı haftalık bir gazetede yayınlanmıştır. Şairlik hayatına şiirlerini süreli yayın organlarında yayınlayarak başlayan Lâhûtî, meşrutiyet döneminde, milliyetçiliğini ön plana çıkararak İngiliz aleyhtarı hareketler içerisinde sosyalist düşünce taraftarı bir kişilik olarak yer alıyordu. Bütün bu düşünceleri ve resmi ideolojiye cephe almış olması sonuçta egemen siyasî rejimle ters düşmesine yol açarak 1299 hş./1920 yılında idama mahkum edilmesine gerekçe olacaktır. [3]

Lâhûtî’nin hayatının ilk yıllarına ait bilgiler oldukça azdır. Öğrenimine nerede başladığı ve nasıl bir eğitimden geçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak küçük yaştan beri babasının da etkisiyle kendisini bilim ve edebiyata verdiği, iyi bir eğitim alarak önemli bir birikim kazandığı, döneminin önde gelen şairleri arasında yer aldığı bilinmektedir. “Lâhûtî” mahlası daha sonraları din karşıtı duygular ve düşüncelerini açıkladığı dönemlerde kendisi için birtakım sıkıntılara da yol açmıştır. [4]

Lâhûtî, 1283 hş./1904 yılında tasavvuf konulu şiirlerinin yer aldığı divanını yayınladı. Şiirlerinin yayınlanması üzerine bazı çevreler tarafından yoğun ilgi gören, 1284 hş./1905 yılında Tahran’da bir yandan da gece gazeteleri ve siyasî bildiriler dağıtan Lâhûtî, meşrutiyet devriminde özgürlük taraftarlarının saflarında yer aldı. İlk şiirlerinin yer aldığı yayın organları arasında Îrân-i Nov gazetesiyle, Seyyid Ziyâuddîn-i Tabâtabâî yönetimindeki Şark adlı dergi de yer almaktadır. Bu döneme ait şiirlerinden; Reşt’te bir süre özgürlükçüler safında istibdat taraftarlarıyla mücadelede bulunduğu da anlaşılmaktadır. 1287 hş./1908 yılında Reşt şehrinde istibdat yanlılarıyla savaşan şair, gösterdiği başarılarından dolayı “Sattarhân Nişanı”na layık görüldü. 1290 hş./1911 yılında bir grup özgürlükçüyle birlikte Kum’a sürgün edildiğinde Kum Jandarma Komutanın yaveri görevinde bulunmaktaydı. Yine bu dönemlerde mizah içerikli, sosyal eleştiri ve mücadele temalı şiirler de kaleme aldı. [5]

Daha sonraki yıllarda Tahran jandarma kuvvetlerine katılan Lâhûtî, dervişliğe eğilimli olmasına rağmen, devrimci ve meşrutiyetçi gruplarla birlikte devlet güçlerine karşı mücadeleler içerisinde yer aldı. O dönemlerde İran jandarmasının değişik birimlerinde gösterdiği üstün başarılardan dolayı kendisine Kum jandarma komutanlığı görevi de verildi. Siyasî mücadelelerde çok ektin rol oynayan Lâhûtî, 1293 hş./1914 yılında alt düzey komutanlarından birini işlediği bir suçtan dolayı hapse attırıp daha sonra da öldürtünce, hem devrimcilerin ve hem de diğer kesimlerin yoğun tepkisi ve itirazlarıyla karşı karşıya kaldı. Bu olaydan sonra yaşanan gerginlikler nedeniyle Lâhûtî yakalanarak hapse atıldı. [6]

Ancak Lâhûtî, bir yolunu bulup hapisten kaçarak Kirmânşâh yoluyla Irak topraklarından geçip Osmanlı Devleti’ne sığındı. İstanbul’da İranlılar okulunda ders vererek geçimini sağlayan, hayatının bu döneminde bazen sıkıntılar içerisinde de bulunan Lâhûtî’nin Türkiye’ye gidiş sebebi olarak İran’da idama mahkum edilmiş olması da söylenmektedir. Sebebi ne olursa olsun, Lâhûtî’nin Türkiye’ye gidişi hayatında çok önemli bir dönemeç ve kaderini etkileyen bir olay olmuştur. Çünkü o yıllarda Türkiye çeşitli gerekçelerle komşusu bulunan ülkelerin ve bunlar arasında da özellikle İranlı siyasî mültecilerin sığınak yeri haline gelmişti. [7]

“1914 yılında Hânkîn’e gittim. Halep ve Musul yoluyla İstanbul’a ulaştım. Şansım yaver gitmişti. Bilim adamları ve şairlere ilgi gösteren insanlar vardı İstanbul’da. Vatanımdan uzaklarda korktuğum gibi geçim sıkıntısına düşmedim. Yardımda bulunuldu bana. Hatta bu yardımla küçük bir kitapçı dükkanı bile açtım. İşlerim de iyi gitti. Âzerî dilini bildiğimden, İstanbul Türkçe’sini kolaylıkla kısa sürede öğrendim. Çok geçmeden iyi bir çevre edindim. Altı yıl boyunca bu şekilde yaşadım. Divânımda yer alan gazellerin çoğunu burada yazdım. Ancak yine de buralarda tam verimli olarak çalışamadığım kanısındaydım ve daha yararlı işler yapmam gerektiği inancındaydım. İstanbul o zamanlar çeşitli ülkelerden yurtlarını terk edip gelen, her birinin başında ayrı bir sevda bulunan sığınmacıların merkezi durumundaydı.

Kitapçı dükkanım Türk, Arap, Fars ve Rus vatandaşı değişik çevrelerden insanların buluşma merkeziydi. Gerçek ve manevi eğitimimin de burada başladığını söylemezsem hakkı teslim etmiş olmam. Ben sosyalist adaletin eşiğini de bu şehirde öptüm. Bu şehirde Komünizme iman ettim.

O zamanlar İstanbul’da yaşayan devrimci İranlılardan sadece birkaçı yüksek makamlarda görev yapmaktaydı. Bir zamanlar Îrân-i Nûr gazetesini yayınlayan Muhammed Emîn-i Resûlzâde, benim birtakım şiirlerime de söz konusu gazetesinin sayfalarında yer vermekteydi. Birkaç kez sürgün edilmiş ve bizimle birlikte kalmıştı. Bir süre sonra da ben resmen komünist harekete katılmıştım. [8]

Lâhûtî’nin bu dönemlerde kaleme aldığı bazı şiirleri:

· Utan be avcı!
Utan be avcı, incitme yarı canımı!

Kır kolumu kanadımı, yakma ne olur yuvamı.

Boğazımda ipin, ayağımda zincirin,

Yap bir mertlik, izin ver açayım ağzımı.

Gül uğruna ne dikenler battı ki ayağıma,

Gezdiğin her yer kanlıdır bahçede, görürsün izimi.

Gül bağından uzaklarda yandım bu kafeste öldüm.

Seher yeli haber ver bahçıvanıma acıklı halimi.

Kan kesildi gönlüm yalnızlıktan, yok bir sırdaşım ki

Yazsın dostlarıma hikayemi.

Zavallı ben inandım öleceğime o gün,

Ahbaplık kurduğunu gördüğümde çobanla kurdun

İstanbul, Eylül 1918

***

· İranlı kız
Kavuştu özgürlüğüne bütün dünya.

Geçti yüz bahar, perişansın sen henüz.

İlim, sanat sofrasından doyup kalktı halklar.

Bir lokma bu yemekten tatmadın sen henüz.

Dârulfununu bitirdi başkaları,

Elif’e Ba’ya, Ta’ya başlamadın sen henüz.

Batının kadınları hep görev başındalar,

Köle gibisin elinde doğulu erkeğin sen henüz.

Hem esirsin, hem kölesin sen elbette,

İnanmadın çünkü devrime sen henüz.

İstanbul, Nisan 1918.

Lâhûtî, I. Dünya Savaşı’nın başladığı ve İran’ın kargaşa dolu günlerini de içine alan dönemde yaklaşık üç yıl Türkiye’de kalmış, iç karışıklardan da yararlanıp ülkelerine dönen İranlılarla birlikte İran’a dönmüştür. İran topraklarının önemli bir bölümü gibi Kirmânşâh da bu dönemlerde İngiliz, Alman ve Rus askerlerinin yoğun işgali altında bulunmakta, yabancı güçlerle yapılan savaşlar devam etmektedir. Lâhûtî, savaş günlerinde de boş durmaz. I. Dünya savaşının ilk iki yılı boyunca Bîsutûn gazetesini yayınlar. [9]

İstanbul’da ilk zamanlar birtakım sıkıntılar yaşayan şair, geçimini sağlamak amacıyla çaresiz kalınca bir süre İranlılara ait bir lokantada aşçılık yapmış, daha sonra yine İranlıların öğrenim gördüğü bir ilkokulda öğretmenliğe başlamıştır. [10]

Lâhûtî, itilaf devletlerinin yenilgiye uğraması, Kirmânşâh’ın da bombardıman edilmesiyle birlikte yeniden Türkiye’ye yerleşir ve orada “Ca‘fer Hân Ez Fireng Ber Geşte” adlı piyesin yazarı Hasan-i Mukaddem (Ali-yi Novrûzî) ile tanışır. 1300 hş./1921 yılından itibaren Farsça-Fransızca olarak on beş günde bir çıkan Pars adlı edebî dergiyi yayınlar. İran’ın yetiştirdiği ünlü tiyatro yazarları arasında yer alan Hasan-i Mukaddem, aynı zamanda Pars dergisinin Fransızca bölümünün de danışmanıdır. İstanbul’da ikameti sırasında zor günler geçiren Lâhûtî, eşinden, dostundan ve vatanından ayrı kalışı nedeniyle şiirlerinde vatan özlemi temasını işler durur. Bu dönem, onun en güzel şiirlerini kaleme aldığı devrelerden biridir. Komünistlerle tanışarak onların arasına katılması da aynı seferinde gerçekleşir. [11]

Lâhûtî, bir süre sonra yeniden İran’a döner ve daha önce bulunduğu yaverlik görevine getirilerek Tebriz’de jandarma güçlerine katılır. Azerbaycan özgürlük taraftarları Lâhûtî’nin emriyle Tebriz’de ayaklandıklarında, bizzat kendisi Azerbaycan valisini Jandarma komutanlığında tutuklar. Gelen destek kuvvetler jandarmayı bozguna uğratınca, Lâhûtî soğuk ve karanlık bir kış gecesi kaçarak bu defa Rusya’ya sığınır. Dizelerinden anlaşıldığı kadarıyla bu kez yaklaşık bir ay süreyle Nahcivân’da kalmış, daha sonra Tiflis, oradan da Bâdkûbe’ye gitmiştir. Kader onun hep ülkesinden uzaklarda başka devletlere sınarak yaşayacağını, ömrünün geriye kalan bölümünü bu ülkede geçireceğini yazmaktadır. [12]

Çok hareketli düşünce dünyasında, idealist dünya görüşüyle birbirini izleyen değişimler ve macera dolu bir hayat geçiren Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî, meşrutiyet dönemi şairleri arasında özgün bir yere sahiptir. Bu dönem şairleri arasında sözüyle yetinmeyerek sosyal hedeflerini gerçekleştirme yolunda silah da kullanmış bir kişiliktir. Bir zamanlar din kisvesiyle sahneye çıkmış, ehl-i beytin menkıbelerini, başlarına gelen musibetleri dile getirdiği dizeler kaleme almış; bir süre, bir derviş gibi yaşamış olan Lâhûtî, siyasî arzularını ve sosyal hedeflerini gerçekleştirmek için jandarma kuvvetlerinde görev yaptığı dönemlerde darbe yapmış ve hayatının son perdesinde komünist hareketlere gönül bağlayarak Sovyetler Birliği’ne gitmiş, orada ateşli bir Stalin taraftarı olarak bütün varlığını ve şiirini Komünist Partisi’nin hedeflerini gerçekleştirme yolunda yaptığı çalışmalarda kullanmıştır. Hayatının fazla uzun sayılmayacak bir dönemine, yaklaşık yirmi yılına sığdırdığı bu hızlı değişimler, şairin iç dünyasındaki yatışmak bilmeyen arzularını gösterdiği gibi o dönem İran’ında eski düşünceyle yeni tarzın amansız mücadelesini, modern dönemde bu ülkenin içerisinde bulunduğu kararsızlığı ve yenileşme isteklerini de gözler önüne sermektedir. [13]

Hayatının 1297-1304 hş./1918-1925 yılları arasındaki dönemini içine alan birinci devrede Lâhûtî, genç bir kasabalı, yaşadığı toplumun sıkıntılı ve problemli kesimlerinin dertleriyle ilgilenen, vatan sevgisiyle dopdolu bir yürek sahibi; dizelerinde aşkı, sevgiyi öven, adalet ve eşitlik ilkelerini dilinden düşürmeyen, ülkesinde hep bu üstün insanî değerlerin egemenliğini düşleyen, kalemiyle ve diliyle bütün olumsuzluklarla, halk karşıtı gizli ya da açıktan faaliyet gösteren akımlarla mücadele etmiş bir kişiliktir. Kirmânşâh, Tahran, Bağdat ve İstanbul’da, daha sonraları Kafkasya ve Moskova’da bu mücadelelerini devam ettiren şair, Rızâ Şâh’ın İran’da egemen olmasıyla birlikte artık ülkesine dönme zamanının geldiğini düşünmüş, ancak olmayınca artık Sovyetler Birliği’nde sonuna kadar kalmaya karar vermiş, silahlı mücadelelerden uzak kalarak faaliyetlerini kalemiyle sürdürmekle yetinmiştir. [14]

Bu ilk dönemlerde Lâhûtî’nin şiirleri çoğunlukla gazel türündedir. Yeni bir tarzda, aşk, vatan ve halk sevgisi içerikli dizelerle doludur. Materyalizmle, özgün tanımlamasıyla irtica ve hurafelerle savaşa adar kendisini. Gazellerinde bunların yanı sıra; sermaye sahiplerine yöneltilmiş yerici ifadeler, işçileri birliği çağırma, partileşerek bir güç oluşturmalarına çağrıda bulunma, feodalite yanlıları ve zenginleri yerme, köylüleri ayaklanmaya, kader arkadaşları işçilerle birlikte olmaya teşvik, işçiler ve sessiz halk kesimlerinin haklarını koruma, kadınları bireysel ve toplumsal haklarını elde etmeye yöneltmeği amaçlayan ifadeler önemli ölçüde yer almaktadır.[15] Lâhûtî, gazellerinde aynı zamanda düşüncelerini dile getiren ifadelerini desteklemek amacıyla halk arasında yaygın atasözlerine de yer vermiştir. [16]

Bu dönemin ardından, yaklaşık beş-altı yıl süren bir geçiş süreci onun şiirinde değişim dönemi olarak bilinmektedir. Bu süre, şairin eski düşüncelerinin bir kısmından uzaklaştığı, bireysel kültürel özgün değerlerinin bazılarını terk ettiği dönemdir. Bu dönemin ilk devrelerinde de yine aynı çalışkanlığı, heyecanı ve derin arzularını hedefleyerek yaşamaktadır. Ancak ülkesindeki gelişmeler, bazı çevrelerin olumsuz tutumları onun umut kapılarını iyice kapatır. 1303 hş./1924 yılında Moskova’da kaleme aldığı gazelleriyle bu durumu dile getirir: [17]

· Silin artık adımı
Dağılmış zihnim, yanmış ciğerim, şimdi kan ağlar gönlüm,

Bak elinden şu iki yüzlü dostların ne hale gelmişim.

Silin artık adımı bu defterden benim,

Çünkü artık ben bu diyardan gitmişim.

Sakin, sessiz melek gibiydim, bir insanın elinden,

Sabırsız, dayanıksız, huysuz bir hale geldim.

Günde bin kez arzuluyorum şimdi ölümü,

İki yüzlü insanlarla birlikte yaşıyorum diye.

Suçum şu benim bu kötülükler diyarında: Ben,

Hissediyor ve ayırıyorum iyi ile kötüyü.

B-İkinci Devre (1300-1336 hş./1921-1957)
1300 hş./1921 yılında Sovyetler Birliği’ne gitmesiyle birlikte Lâhûtî’nin hem siyasî ve hem de edebî hayatının ikinci dönemi başlamaktadır. Bu ülkeye gittikten sonra bir süre silahını bir tarafa bırakarak normal bir vatandaş gibi Bakü’de yaşamaya devam etmiş olan şairin dizelerinden anlaşıldığı kadarıyla buradaki hayatının ilk dönemleri sıkıntılar içerisinde geçmiştir. Komünist Partisi üyesi olduktan sonra Tâcikistân’a, şubesi açılan bu partinin ideallerini Farsça olarak tebliğ sorumluluğu verilerek gönderilen ve orada uzun süre kalan Lâhûtî, bir süre öğretmenlik görevinde bulunduktan sonra bir dönem de Rus-Çin sınırında gerçekleştirilen askerî operasyonlara görevli olarak katılmıştır. Daha sonra Tâcikistân Bilimler Akademisi’nde göreve başlayan Lâhûtî, 1326 hş./1947 yılında aynı akademinin müdürlüğü görevine getirilmiş ve bir süre sonra da Tâcikistân Kültür Bakanlığı görevine atanmıştır. Kültür bakanlığı vazifesi sona erdikten sonra Tâcikistân’dan ayrılarak Moskova’ya yerleşen Lâhûtî, Moskova’da bulunduğu dönemlerde birkaç kez Kremlin’de Stalin’le görüşmüş ve onun yakın ilgisini kazanmıştır. Bizzat Stalin’in emriyle Rusya Yazarlar Birliği’nde önemli bir makama getirilmiş ve bir süre de bu görevi yürütmüştür. Ancak bir zaman sonra başbakanın hışmına uğramış, bir ara hayatından bile tehlikede olduğu korkulu bir dönem yaşamıştır. [18]

Sovyetler Birliği’ne gidişinden sonra ömrünün sonuna kadar Batı Avrupa’ya yaptığı bir seyahati hariç tutulursa bu ülkeden dışarı adım atmamış olan, burada çeşitli görevlerde devlet memuru olarak hizmette bulunan Lâhûtî, daha çok kültürel alanlarda çalışmalar yapmıştır. Önceleri Taşkent’te ve daha sonraki dönemlerde bir süre Tâcikistân’ın başkenti Duşanbe’de ve son zamanlarında da Moskova’da resmî görevlerde bulunan, bundan sonra artık bir daha İran’a dönmeyen Lâhûtî, Tâcikistân’da önceleri ilkokul öğretmenliği yapmış, Rusya Komünist Partisinin resmî bir üyesi olduktan sonra ilerlemesini adım adım sürdürmüştür. [19]

Lâhûtî, Rusya’da yaşadığı dönemlerde ayrıca yukarıda belirtilen alanlar dışında başka görevlerde de bulunmuştur. Bunlar arasında en önemlileri; Çin ve Rusya sınırlarında askeri operasyonlarda görevli memur olarak çalışması; 1314 hş./1935 yılında Paris’te düzenlenen “Faşizm ve Savaş Aleyhtarlığı” adlı kongreye Orta Asya özgürlükçülerinin resmî temsilcisi ve Tâcikistân Akademisi’nin bir üyesi sıfatıyla katılması; yine 1935 yılında Paris’te gerçekleştirilen VII. Uluslararası Komünizm Kongresi’ne temsilci olarak katılması ve bir süre Moskova’daki bazı üniversitelerin değişik fakültelerde Farsça ders vermesi sayılabilir. [20]

Rusya’ya gidişinin ikinci yılında önemli şiirlerini içeren ilk şiir mecmuasını klasik Fars şiirinin önde gelen isimlerinden Hakânî-yi Şîrvânî’nin (öl. 595/1195) “Harabehâ-yi Medâyin” adlı kasidesini andıran tarzda Kermel adıyla (1923), ikinci şiir kitabını ertesi yıl Ruba‘iyyât adıyla yayınlayan şairin her iki eseri de Farsça okuyup yazan çevreler ve özellikle de Tâcik halkı tarafından yoğun ilgiyle karşılanmıştır.[21] İlk şiirleri daha önce de belirtildiği gibi Hablu’l-metîn ve Îrân-i Nov gibi dönemin ünlü gazetelerinde yayınlanan Lahûtî’nin son dönem şiirleri Avâz-i Tâcik gazetesinde yer almıştır. Lâhûtî’nin şiirleri 1923-1960 yılları arasında 31 defa Farsça, 32 defa Rusça, 3 defa Özbekçe, 2 defa Ukrayna dilinde, birkaç kez de Ermenice, Uygurca, Kırgızca ve diğer dillerde basılmıştır. [22]

Lâhûtî’nin şiirleri özellikle Tâcikistân’da bulunduğu dönemlerde yöre halkı tarafından çok yoğun ilgi görmüş, o bölgelerde oldukça derin etki bırakmıştır. Lâhûtî’nin şiirleri, bu ülkede bulunduğu dönemlerde başta Berâyi Edebiyyât-i Sosyâlistî adlı dergi olmak üzere Tâcik yayın organlarında sık sık yayınlanmıştır. Düşünceleri ve şiirleriyle Tâcik halkının gönlünü öylesine kazanmıştır ki, o, Tâcikistân’ın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Öyle ki, günümüzde bile Tâcikistân’da önde gelen bir edebî şahsiyet ve heyecanlı bir devrimci olarak tanınmakta ve ölümünden birkaç onlu yıl geçmiş olmasına rağmen hala saygınlığını korumaktadır. [23]

Ünü ve bıraktığı yoğun etkiden dolayı 1302 hş./1923 yılında başta Taşkent olmak üzere Özbekistân’ın çeşitli şehirlerinde Lâhûtî adına törenler düzenlenmiş ve Taşkent’in önemli caddelerinden birine onun adı verilmiştir. Daha sonraki yıllarda atağa kalkan sosyalist düşünce hareketiyle birlikte Lâhûtî’nin şiiri de bulunduğu ülkenin sınırlarını aşarak uluslararası bir nitelik kazanmış ve dünya edebiyatında kendine özgü yerini almıştır. Hem şiirleri, hem de hayatı ve düşünceleri hakkındaki yazılar ve araştırma konulu makaleler Asya ve Avrupa ülkelerinde yayınlanan eserlerde yer almaya başlamıştır. [24]

II-Lâhûtî’nin sosyal ve siyasî düşünceleri
Lâhûtî-yi Kirmânşâhî olarak da bilinen Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî’nin adı, çağdaş İran tarihinde siyasî ve sosyal faaliyetleri, çok hareketli hayat macerasıyla bilinmektedir. Özgürlükçülüğü, egemen rejim karşısındaki isyanları, İstanbul’a gidişi, gazeteciliği, sonuçsuz kalan askerî faaliyetleri ve devrimci girişimleri, sonunda da bütün bunların çoğunda başarısız oluşu ve Rusya’ya zorunlu kaçışı ömrünün sonuna kadar orada yaşaması, dopdolu ve çok renkli macerasının en önemli kesitleridir. [25]

Gençlik döneminin ilk yıllarından itibaren sosyal ve siyasî konulara yakın ilgi duyan Lâhûtî, Farmasonluk eğilimleri bulunan babasının arkadaşlarıyla sık sık birlikte bulunmuş, insanî değerlere önem vermeleri nedeniyle çoğu zaman toplantılarına katılmış, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük sloganlarına bir süre kapılmıştır. Ancak onlarla birlikteliği fazla sürmemiş bir süre sonra dinî ve tasavvufî konulara yönelmiştir. Çok heyecanlı ve devrimci görüşlere sahip olması nedeniyle bu harekete de ayak uyduramamış ve ayrılmak zorunda kalmıştır. Tasavvuf yolunu da denedikten sonra iç dünyası, düşünce ve idealleriyle uyum sağlayan siyasî hareketlere gönül bağlayan şair, solcu hareketlerin bir üyesi olur olmaz kendisini silahlı mücadeleler içerisinde bulmuş ve bu yolda ilerledikçe daha katı solcu bir görüşe ve özgün bir düşünceye sahip olmuştur. [26]

Osmanlı topraklarına geçerek bu devlete sığınmasından itibaren geçen sürede kaleme almış olduğu şiirler, mazmûn ve konuları açısından şairin modern çağın düşünce yapısı, siyasî ve sosyal değerlerinin oldukça yoğun etkisi altında kalmış olduğunu göstermektedir. İstibdat ile mücadeleye çağrı, vatan savunması, özgürlük düşüncelerini yerleştirme, kadın erkek eşitliği, kadınlara özgürlük verilmesi, kadının örtüsünü bir tarafa bırakarak sosyal hayatın her alanında etkili faaliyetlere katılması, onun bu döneme ait şiirlerinin önemli bir kısmının ana temalarını oluşturmaktadır. Bu dönemde yazdığı şiirlerinde daha çok Kafkasyalı ünlü şair Mîrzâ Alî Ekber-i Sâbir ve Seyyid Eşrefuddîn-i Gîlânî’nin etkisinde kalmıştır. İstanbul’da kaldığı üç yıl süren ilk dönemde modern düşüncenin yoğun etkisinde kalmış olması, kendisine yeni ufuklar açmış, daha önce de belirtildiği gibi sosyalist düşüncelerle de bu dönemde tanışmıştır. Bu dönemden sonra kaleme almış olduğu şiirlerinde yeni konular ve mazmunlar göze çarpmaktadır. Şiir temaları arasında en belirgin olarak; toplumun alt kesimleri ve sessiz kitlelerini himaye, dinî tekellerinde tutmaya çalışan çevrelerle mücadele gibi konular ilk sıralarda yer almaktadır. Bu konular onun İstanbul’daki ikinci dönemiyle daha ileri noktalara varmış, Marksist düşünce sistemine inanmaya başlamıştır. İkinci Türkiye devresini sona ermesiyle birlikte Tebriz’e döndükten sonra kaleme aldığı şiirlerinde Marksist düşünce kendisini çok daha açık bir şekilde göstermektedir. [27]

İran’ı terk edip o dönemin tek sosyalist ülkesi olarak kabul edilen Sovyetler Birliği’ne geçtikten sonra Lâhûtî’nin Marksist eğilimi daha çok Stalinist bir renk almaya başlamıştır. Oraya yarleştikten sonraki iki-üç yıl içerisinde kaleme aldığı şiirlerinde din karşıtı manzûmeler ileri derecede kendisini göstermektedir. Ancak bu düşünceleri, Sovyetler Birliği’nin o dönemlerde orta Asya ülkelerinin halkları üzerinde uygulamaya koymuş olduğu yerli halkları dinlerinden ve öz kültürlerinden uzaklaştırma politikaları ve bu alandaki yoğun çalışmaların desteğiyle güç kazandığı gibi; bu hareketlerin etkilerini kaybetmesiyle birlikte önemli ölçüde azalmış ve daha sonraki eserlerinde yer almamıştır. Bu dönemlerde Lâhûtî’nin şiiri devletin söz konusu uygulamalarının paralelinde bir çizgi izlemiştir. Lâhûtî’nin Komünist Partisi’ne girmesiyle birlikte şiiri de o partinin programındaki ideallerinin hizmetinde yerini almıştır. Şiirlerinden de anlaşıldığı kadarıyla siyasî görüşleri ve idealleri ömrünün sonuna kadar asla değişmemiştir. [28]

Lâhûtî’nin Şerh-i Zindegânî-yi Men adıyla kaleme aldığı hatıratının son sayfasında şairin dikkat çekici şu cümleleri yer almaktadır:

“Siz ey değerli okuyucular, kesinlikle dikkatinizi çekmiştir: Ben bu kitap boyunca bir kez dahi olsa bütün evreni ve insanı yaratan Allah’tan asla söz etmedim. Bu benim komünist sistemde yetişmiş ve o doğrultuda eğitim almış olmamdan kaynaklanmaktadır. Ancak gökyüzüne her başımı kaldırışımda, bütün benliğimi kaplayan bir utançla hemen yere eğmişimdir. Çünkü bu hayat macerasının inişlerinde ve yokuşlarında bizler, yaşadığımız zaman ve bulunduğumuz ortamların gereği olarak bazen gerçekleri inkar etsek de, bu dünya ve içindekilerin sanatkar parmaklarından çıkmış olduğu ustayı inkar etmemeliyiz. Edemeyiz de… Ey büyük Allah, bütün belalardan beni kurtaran sensin… son arzumu ve son isteğimi de kabul et. Bir daha İran’ı görmeyi nasip et bana. Göreyim, toprağını öpeyim, kutsal eşiğinde can vereyim. [29]

Söz konusu eserin son cümlelerini şu iki beyit oluşturmaktadır:

Karanlığında gecemin yetişir sabah bir gün.

Kaybolmuş sevgiliden gelir haber bir gün.

Kuyuya sarkıttığım o boş kova,

Kesilmiş değil ümitlerim, dolu gelir bir gün. [30]

III-Lâhûtî’nin şiiri
Dizelerinden hareketle yapılan değerlendirmeler, Lâhûtî’nin, şiirde birtakım yeniler ve önemli yenilikler ortaya koyan, birçok türden düşünce ve mazmunu şiirinde başkalarını etkileyecek güç ve tarzda işleme yeteneğine sahip kalemlerden bir şair olduğunu göstermektedir. Bu doğal gücü ve ifade güzelliği, on yedi yaşlarında yazılan ve Terbiyet dergisinde yayınlanan şiirlerinden, son dönemlerinde kaleme almış olduğu kasîde, gazel, mesnevi ve yeni tarzda söylenmiş olgunluk dönemi şiirlerine kadar bütün dizelerinde görülmektedir. Hemen her konuyu şiirsel kalıplara dökerek ifade etme edebî cesareti, yabancı dillerden çok sayıda siyasî, sosyal birçok kelime ve teknik terimin şiirine girmesine yol açmıştır. [31]

Divanında yer alan İran’dan ayrılmadan önceki dönemlerinde kaleme alınmış tevhîdiyye türü manzumeleri, Peygamber’in menkıbelerini içeren, İmam Ali’yi öven dizeler, İmam Hüseyin ve diğer din büyüklerini konu alan şiirleri, bunların dışında kalan din ve tasavvuf içerikli etkileyici dizeleri, daha sonraki dönemlerde yazdığı şiirleriyle karşılaştırıldığında, aynı kişinin düşünce dünyasındaki derin değişimi ve farklılaşımın boyutlarını açıkça göstermektedir. [32]

Meşrutiyet döneminde çağın siyasî ve sosyal gelişmelerinin de yoğun etkisinde kalınarak millî duygular, vatan sevgisi, milliyetçilik gibi konular hemen bütün şiir kalıplarında ana tema olarak yer almıştır. Bu amaçla en çok kullanılan şiir kalıbı gazel olmuştur. Ârif-i Kazvînî, Ferruhî-yi Yezdî ve Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî gibi dönemin önde gelen şairleri bu türde oldukça anlam yüklü önemli gazeller kaleme almışlardır. Özellikle Ârif-i Kazvînî’nin divanında bu tür şiirler daha fazladır. [33]

Lâhûtî’nin şiirlerindeki en heyecanlı dizeler vatan özlemi ve vatan sevgisi konulu şiirleridir. O, yıllarca ülkesinden uzaklarda kalması ve ateşli bir komünist olmasına rağmen ülkesini ve insanlarını asla aklından çıkarmamış, İranlı oluşuyla hep övünmüştür. İstanbul’da bulunduğu yıllarda diğer İranlıların ülkelerine dönmeleri anında kendisinin böyle bir imkandan yoksun olması şaire şu dizeleri söyletmektedir:

· Sıla
Bağladı yüklerini yoldaşlar, sevgiliye, sılaya doğru,

Bir ben kaldım, ben uzaklarda yardan, vatandan.

Alevlerinde yanmaktayım hicranın, derler ki dostlar:

Kervandan geriye kalmaz bir avuç kordan başka şey.

Ey gönül ve can taşıyan kervan,

Ne güzel gidiyorsun git, Allah korusun seni!

Tut vatanın yolunu, bu garip yerin çünkü,

Uymaz sana suyu, havası, toprağı

Hatırlayın beni, yuvasını kaybetmişi

Hatırlayın beni, gönlü kan ağlayanı, yaralıyı [34]



· Sevgilim benim
Duy uzaktan sesimi, sevgilim benim

Gözümden daha değerli, canımdan tatlı benim

İlk ilham kaynağım, son andım benim

Yaşlı ülkem, ama şanlı şerefli yaşlım benim

Tabiatım, tarihim, imanım, İran’ım benim.

Ayrı düşmüşüm senden, evladınım senin

Ruhum bağlı ama şefkatinle ve sevdanla senin

Her zaman sanki gönül çelen kucağındayım senin

Tutkunuyum eşi benzeri olmayan geçmişinin senin

Kölenim, aşığınım, özleminle yaşamaktayım senin

Bu dizeler, bir yüreğin, yirmi iki yıl vatanından uzaklarda kalıp yabancı topraklarda gurbet acılarına ve bin bir türlü sıkıntıya katlandıktan sonra vatanı hatırına iç derinliklerinden dizelerine aktardığı bağlılık ve sevda ifadeleri, otuz altı yıl ülkesine kavuşma özlemiyle yanıp tutuşan ve bu arzusuna kavuşamadan gurbette ölen bir şairin duygularıdır. [35]

Lâhûtî, Fars şiirine realizmi getiren şairler arasında yer almaktadır. Bu durumda ünlü Kafkas şairi Sâbir ve diğer Türk şairlerinin önemli etkisi olmuştur. Kadın hakları ve kadın erkek eşitliği konusunda da şiirler yazmış bu haklara karşı olanlarla mücadele etmiştir.[36] Şiirleri bütün yönleriyle hayatının göstergesi olan Lâhûtî’nin şiirindeki diğer ana temalar gibi, milliyetçilik konusundaki bakış açıları ve bu konudaki düşünceleri de, dünya görüşü ve ideolojisindeki değişime paralel olarak farklı boyutlar kazanmıştır. İran’dan uzaklarda yabancı topraklarda bulunması, kendisini bulunduğu bu topraklara bağlayan duygusal düşünceleri onun değişimini hızlandırmakla kalmamış, aynı zamanda millet ve vatan duygularını başka taraflara da çekip götürmüştür. Bu yüzden şairin milliyetçilik ve vatan sevgisi duygularını da, düşünce dünyası ve siyasî hayatının iki ayrı dönemi gibi birbirinden ayrı olarak incelemek gerekir. Onun gizli duyguları, kalbinden geçenler değil de millî duyguları konusundaki şiiri esas alınacak olunursa, bu konuda da hayatının birbirinden tamamıyla farklı iki dönemi olduğu, iki ayrı Lâhûtî’nin varlığı açıkça görülecektir. [37]

Lâhûtî’nin şiiri, onun fırtınalı ve bir yerde karar bulmamış hayatının en önemli göstergeleridir. Bu yüzden onun hayatı, edebî kişiliği ve düşünceleri hakkında biyografi kitaplarına ve edebiyat tarihlerine fazla ihtiyaç olmadan da şiirlerinden hareketle daha gerçekçi ipuçları ve bilgiler edinilebilir. Lâhûtî’nin şiirini ayrı ayrı dönemlerde gösterdiği birbirinden farklı özelliklerinden dolayı hayatında yapıldığı gibi genel olarak iki ayrı devreye ayırmak mümkündür. Birinci devresinde kaleme almış olduğu şiirleri; daha çok aşk gazelleri, siyasî içerikli ve vatan sevgisi, milliyetçilik gibi duyguları ön plana çıkarırken, ikinci devresindeki şiirleri tamamıyla sosyal içerikli ve devrimci şiirler olarak görülmektedir. Lâhûtî’nin en önemli özelliklerinden biri, Fars edebiyatında tebliğci şiir tarzının kurucusu olması, bir diğer önemli ayrıcalığı da Fars edebiyatı tarihinde ilk komünist şair olmasıdır. Çağdaş şairlerin önemli bir kısmının başını çektiği eski şiir ve modern şiir tarzları arasındaki mücadeleler konusunda tarafsız kalan Lâhûtî, şiir tarzları ve kalıplarına değil, bizzat şiirin konusuna ve içeriğine önem vermiş, bazen klasik kalıplar ve tarzlarında şiirlerini kaleme alırken, zaman zaman da yeni şiir türünde eser vermiştir. [38]

Lâhûtî’nin divanı sade ve akıcı bir dilde kaleme alınmış kıta, gazel, tasnif, terâne gibi türlerde şiirlerden oluşmaktadır. Duygu ve düşüncelerini değişik şiir kalıplarında dizelerine aktaran Lâhûtî, aruzun hemen bütün vezinlerini kullanmıştır. “Şi‘r-i Sepîd” olarak bilinen tarzda da şiirler kaleme alan şair, hem aruz vezninde hem hece vezninde şiir yazmıştır. Sosyal şiirlerinin ana teması daha çok kahramanlık duygularını dile getiren dizelerden oluşurken zengin tasvirlere ve teşbihlere oldukça az yer verilmiştir. Başta Rus klasikleri olmak üzere ünlü isimlerden yaptığı çeviriler de önemli çalışmaları arasında yer almaktadır. Tâcikistân millî marşının yazarı olan Lâhûtî, aynı zamanda Sovyetler Birliği milli marşını da Tâcik diline çevirmiştir. [39]

Şiiri, bir bütün olarak değerlendirildiğinde Lâhûtî’nin maddeci ve Marksist bir şair olarak şiirini işçi sınıfının arzuları ve ideallerini, gerçekleştirme yolunda bir kalem olarak kullandığı görülecektir. Hiç bir zaman şiiri ve şairliği bir sanat ya da meslek olarak düşünmemiş olan Lâhûtî, bu alana gönlünü fazla da bağlamamıştır. O, sadece günlerini siyasî ve sosyal birtakım faaliyetlerde geçirirken şiirini de bu yolda kendisine bir yardımcı ve bir araç olarak kullanmıştır. [40]

Son dönemlerinde yazdığı şiirleri daha çok sosyalist toplum kurumlarını destekleme, dünya milletlerinin kardeşliği, bu kardeşlik yolundaki mücadeleleri konu alır. Hitler’in Rusya’ya saldırısıyla birlikte Lâhûtî’nin şiiri, antifaşist bir yapıya bürünmeye başlamaktadır. Bu dönemde kaleme almış olduğu şiirlerinde şair insanları fedakarlığa, sıkıntılara katlanarak değerlerini korumaya çağırmakta, onların millî duygularını harekete geçirmeği amaçlamaktadır. [41]

Gençliğinde yazdığı şiirleri daha sonraki dönemlerde özellikle de askerî faaliyetlerle yoğun olarak ilgilendiği dönemlerde kaleme almış olduğu şiirlerinden daha yüksek değerli şiirlerdir. Bu durumun sebepleri arasında Lâhûtî’nin ilgisinin şiirden askerî alana yönelmesi, estetik anlayışının değişmesi; klasik şiir tarzından uzaklaşıp kitlelere ulaşma amacı taşıyan gazete tarzına eğilmesi ve bütün gayretini bu yolda sarf etmesi sayılabilir. Bu durumu 1300 hş./1921 yılına kadar birlikte yaşadıkları Nusret isimli hanımı tarafından da onaylanmaktadır. [42]

Faaliyetlerinin son derece yoğunluğu sebebiyle ailesiyle oldukça az ilgilenme imkanı bulan birinin edebiyat ve şiirle yakından ilgilenmesi de söz konusu dönemlerde elbette çok zordu. Lâhûtî’nin en önemli ve edebî açıdan en değerli şiirleri, Türkiye’de her şeyiyle edebiyatta yoğunlaştığı dönemlerde kaleme almış olduğu dizeleridir. Diğer taraftan İran’da yeni tarzda ilk şiiri 1288 hş./1909 yılında Lâhûtî’nin kaleme almış olduğu konusunda bir şüphe bulunmamaktadır. [43]

· Ahde vefa
At ve alaf’tan, ağaç yaprağı yemekten,

Azmiyle, iradesiyle o millet kurtulunca,

Ayakta, bir mezar başında özgür bir kadın,

Gözleri gözyaşıyla, eteği ekmekle dolu.

Dikip gözlerini bir zaman mezarın başına,

Sessiz, hareketsiz, çelikten bir heykel gibi,

Döktü sonra eteğinden o özgür kadın,

Ekmekleri başına mezarın ve aslan gibi kükreyerek:

Siperinde bedenin çırpındığında,

Sanmayasın ki vefasızım ben,

Evlât! Yemin senin canına, çok çalıştım, çabaladım.

Şahittir ruhun senin, yoktu kokusu bile ekmeğin.

Yaralıydın! Açtın! çekip gittin dünyadan.

Söz verdim sana ben, geçerse ekmek elime,

İlk önce aziz kabrine senin uğrayacağım.

Kalk! Ekmek vereceğim, sana can sunacağım.

Telaşlanma, kazandık zaferi yavrucuğum!

İşte sana müjdesi hem özgürlüğün hem ekmeğin.

Ve o yediğin helal süt memelerimden,

Ücretin senin. Can verdin, dönmedin ya sözünden.

Tahran 1288 hş./1909

Yukarıdaki şiir, 1288 hş./1909 yılında Lâhûtî’nin Tahran’da bulunduğu dönemlerde yazılmıştır. Kâçâr şahı Muhammed Alî’nin meşrutiyetçileri Tebriz’de kuşatma altında tuttuğu, bu gerekçeyle halkın kıtlık ve geçim sıkıntısıyla, açlıkla yüz yüze bulunduğu, daha sonra da halkın zafer kazanarak bu sıkıntılardan kurtuluşa erdiği bir zamanda şairin duygularını ve sosyal gelişmelerin etkisinde kalışını göstermektedir. [44]

Lâhûtî’nin modern anlamdaki ikinci şiiri, “Vatana Dönüş” adını taşımaktadır. “Omr-i Gul” adlı bu kategorideki üçüncü şiirini Şems-i Kesmâî’nin oğlunun isyancılar tarafından öldürülmesi üzerine yazmıştır. Bu üç şiiri dışında Lâhûtî’nin elbette yeni tarzda söylemiş olduğu şiirleri bulunmaktadır. Ancak bunlar ya yayınlanmamış ya da tarihleri kaydedilmemiş olduğu için diğer şiirleri arasına da karışmış olabilir. [45]

· Vatana Dönüş
Yaşlandım yuva üzüntüsüyle.

Bir tek isimdir varlığımdan geriye kalan.

Öldüm üzüntüden. Ne günlerdir bunlar?

Usandım ben bu hayattan.

Kolum kanadım yoksa da,

Çimenlere doğru uçamasam da,

Değil mi ki Pençem, gagam, göğsüm ve başım var,

Sürüne sürüne giderim bahçeye kadar.

Uzaktan göründü çimen gözüme.

Güç geldi dizime ve belime.

Islak gözlerim gördü bir yuva.

Yanıp kavruldu ciğerim vardığımda.

Baktım bu yuva değil, tuzakmış.

Ah…

Yine esir düştüm ben!

Hânkîn/Nisan 1915

Lâhûtî, 1300 hş./1921 yılında Rıza Hân’a karşı başlayan ayaklanmanın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Rusya’ya kaçar ve burada yaşadığı yıllarda Nîmâ tarzında ilk şiirlerini kaleme alır. Lâhûtî’nin bu yeni tarzdaki ilk şiiri, 1302 hş./1923 yılında Moskova’da Victor Hugo’nun bir şiirinin Farsça çevirisidir. Bu tür şiirlerinden ikincisi de 1303 hş./1924 tarihinde yine Moskova’da kaleme almış olduğu “Vahdet ve Teşkîlât” adlı şiiridir. [46]

Lâhûtî’nin hece vezninde söylediği ilk şiir, 1304 hş./1925 yılında yazdığı ve son kısımlarında Lenin, Rusya ve komünizm’i hararetle öven dizeler içeren “Surûd-i Dihkân: Köylünün marşı ” adlı şiiridir.

· Köylünün marşı
Bir köylü çocuğuydum ben,

Tâcikistân kışlaklarında.

Bir tarlamız vardı ekerdik onu.

Ekmeğimizi ondan kazanırdık biz.

Hatırlıyorum şimdi o kışlakta,

Bir zamanlar bahçıvanlık yapardık.

Bir kız kardeşim, ben, annem ve babam

Nasıl da yaşıyorduk.

Hatırlıyorum, açtık

Üzerimizde gömleğimiz de yoktu

Yaşlı bir göz, bir de baş ağrısından başka

Hiçbir şeyimiz bizim yoktu...[47]

Lâhûtî, yetmiş yıl süren ömrü boyunca elli kadar yeni şiir yazmıştır. Bunlardan yaklaşık on tanesi Nîmâ tarzındadır.

· Vefalı
Gece oldu, çöktü karanlık ay yüzlüm gelmedi.

Yoluma aydınlık saçan gelmedi.

İnlemek istedim ama yapamadım,

Gönlümden dilime ahım gelmedi.

Yorgunum, kırgınım, sıkıntılıyım ama,

Ondan uzaklarda ölmeği istemiyorum.

Değilim avın senin, uzaklaş benden ecel!

Yar deyip ben güç kazanıyorum.

O gelmezse ben giderim.

Huzuruna kimin istersen giderim.

Feleklere uçar, gezegen olurum.

Denizlere dalar, balık olurum.

Bulurum, şüphem yok onu bulurum.

Azizim, canım, ay yüzlüm derim:

Öldüreceksen öldür beni önünde,

Artık ayrılıkla çektirme azap bana [48]

***

· Yok benim gibi gamlısı
Korkarım serbest bırakmaz beni kafesten avcım,

Unutturuncaya dek bahçenin yolunu.

Yeter kaldım kafeste, unuttum gülün rengini,

Aşkıyla doğdum onun bu dünya annesinden.

Geçirdimse de bir iyi gün hatırlamıyorum ki!

Sanki birden yuvadan tuzağa düşüverdim ben.

Salarım ateşleri sarayına ahımdan avcının,

Bırakmazsa bu esaret zindanından özgür beni.

Kaç kez tuttu yakamdan ecelin o elleri

Bırakmadım yine de eteklerini ellerimden aşkının

Artık rakiplerin yanında zulümdür benden şikayetin

Sorgusuz sualsiz her dediğini verdim ya ben

Dolsa da sıkıntısı bir dünyanın gönlüme Lâhûtî

Yok benim gibi gamlısı ya bu benim mutluluğum [49]

***

· Senden uzaklarda
Uzaklarda senden ateşiyle tenimin elbise yandı

Gittim, yazayım bu haberi dedim, kalem yandı

Kalem yaptım parmağımı ve gönül sayfasına

İşledim adını, ah mektup yandı. [50]

***

· Sensiz
Haberin var mı bir ateş yaktım gamından sensiz

Alevledim bütün varlığımı o ateşle sensiz

Binlerce ay yüzlü gördüm ben her şehirde ancak

Yemin gözlerine senin, kapadım hepsine gözlerimi sensiz

Dolu göz yaşlarıyla, ciğer parçalarıyla her zaman eteğim

Nice ey ay yüzlü yakut, mücevher biriktirdim sensiz

Sayısız müşteriler ve bol sermayeleri, ama ben

Satmadım hayalinden başka hiçbir şeye kendimi sensiz

Öldürdüler beni de, söylemedim sırlarını yad ellere

Ah bir değer versen, bak nasıl öğrendim senden vefayı sensiz

Anlattım sevgini, şefkatini Lâhûtî’ye senin

Diktim böylece yaralarını gönlümün sensiz. [51]

IV. Eserleri
1- Le’âli-yi Lâhûtî, İstanbul ts. (Şairin kıtaları ve rubailerini içermektedir.)

2- Çekâme, İstanbul 1327 hk.

3- Îrânnâme, İstanbul 1328 hk.

4- Kermel (Hâkânî-yi Şîrvânî’nin Harâbehâ-yi Medâyin adlı eserini örnek alarak kaleme almış olduğu kasidesi) Moskova 1923.

5- Ruba‘iyyât, Moskova 1924.

6- Hezâr Mısra‘, Moskova 1935.

7- Ceng-i Ademîzâd Bâ Dîv, Moskova 1946

9- Dîvân, Moskova 1946.

Lâhûtî’nin bütün şiirlerini içeren şekliyle, hayatı ve düşüncelerine yer veren bir önsözle birlikte Ahmed-i Beşîrî tarafından 1358 hş./1979 yılında Tahran’da yayınlanan Divân’ı defalarca Tahran’da ve Moskova’da basılmış, Türkmenistan’da da Edebiyyât-i Sorh adıyla yayınlanmıştır.

——————————————————————————–

[1] İshâk, Muhammed, Sohenverân-i Nâmî-yi Îrân, Tahran 1363 hş., II, 397-398; Sâpânlû, Muhammed Alî, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, Tahran 1376 hş., s. 10; Sadrî Niyâ, Bâkır, “Mefhûm-i Milliyet Der Şi‘r-i Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî”, Îrânşınâht, II/2 (Tahran 1996), s. 187.

[2] Bahâr, Melikuşşuarâ, Târîh-i Ahzâb-i Siyâsi-yi Îrân, Tahran 1357 hş., I, 169; Rypka, Jan, History of İranian Literature, Dordrecht 1968, s. 564; Fereciyân, Murtazâ-Bârfurûş, Muhammed Bâkır-i Necefzâde, Tanzserâyân-i Îrân Ez Meşrûtiyet Tâ İnkilâb, Tahran 1370 hş., II, 611; Lengrûdî, Şems, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, Tahran 1370 hş, I, 56; Burka‘î, Seyyid Muhammed Bâkır, Sohenverân-i Nâmî-yi Mu‘âsir-i Îrân, V, 3113; Şekîbâ, Pervîn, Şi‘r-i Fârsî Ez Âğâz Tâ İmrûz, Tahran 1373 hş., s. 257; Kedkenî, Muhammed Rızâ Şefî’î, “Ez İnkilâb Tâ İnkilâb”, Âjend, Ya’kûb, Edebiyyât-i Novîn-i Îrân, Tahran 1363 hş., s. 342; Yâhakkî, Muhammed Ca’fer, Çun Sebû-yi Teşne, Tahran 1374 hş., s. 72; Dânişnâme, “Lâhûtî”, Dânişnâme-yi Edeb-i Fârsî (Âsyâ-yi Merkezî), Tahran 1375 hş., I, 746; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 5.

[3] Bahâr, Târîh-i Ahzâb-i Siyâsî, I, 169; Rypka, History of İranian Literature, s. 564; Burkaî, Sohenverân-i Nâmî, V, 3113; Aryenpûr, Yahyâ, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, Tahran 1374 hş., s. 492; Aryenpûr, Yahyâ, Ez Sabâ Tâ Nîmâ, Tahran 1350 hş., II, 168-169; Tanzserâyân-i Îrân, II, 611; Âjend, Edebiyyât-i Novîn-i Îrân, s. 43; Şekîbâ, Şi‘r-i Fârsî Ez Âğâz Tâ İmrûz, s. 257; Dânişnâme, I, 746; Yâhakkî, Çun Sebû-yi Teşne, 72; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 5-6; Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2, s. 188.

[4] Lâhûtî, Ebu’l-Kâsım, Şerh-i Zindegânî-yi Men, ys. ts., s. 4; Muhammedî, Hasan Alî, Ez Bahâr Tâ Şehriyâr, s. 246.

[5] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 492; Tanzserâyân-i Îrân, II, 611-612; Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 56; Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2, s. 189; Yâhakkî, Çun Sebû-yi Teşne, s. 72; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 6-8; Dânişnâme, I, 746.

[6] Bahâr, Târîh-i Ahzâb-i Siyâsî, I, 170, 285; Burkaî, Sohenverân-i Nâmî, V, 3113; Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 56-57; Dânişnâme, I, 746; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 6.

[7] Bahâr, Târîh-i Ahzâb-i Siyâsî, I, 170; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 8; Lâhûtî, Şerh-i Zindegânî-yi Men, s. 11.

[8] Lâhûtî, Şerh-i Zindegânî-yi Men, s. 10-13.

[9] Bahâr, Târîh-i Ahzâb-i Siyâsî, I, 173; Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 57; Şekîbâ, Şi‘r-i Fârsî Ez Âğâz Tâ İmrûz, s. 258; Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2, s. 190; Yâhakkî, Çun Sebû-yi Teşne, s. 72.

[10] İshâk, Muhammed, Sohenverân-i Nâmî-yi Îrân, II, 397.

[11] Bahâr, Târîh-i Ahzâb-i Siyâsî, I, 173; Rypka, History of İranian Literature, s. 564; Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 57-58; Âjend, Edebiyyât-i Novîn-i Îrân, s. 43; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 8.

[12] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 493; Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 57-58; Şekîbâ, Şi‘r-i Fârsî Ez Âğâz Tâ İmrûz, s. 258; Dânişnâme, I, 746; Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2, s. 190-191; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 8-9.

[13] Sadrî Niyâ, Bâkır, Îrânşınâht, II/2, s. 185-186.

[14] Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 10.

[15] Yûsufî, Ğulâmhuseyn, Çeşme-yi Rûşen, Tahran 1373 hş., s. 470; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 11.

[16] Fesâyî, Mansûr Restigâr, Envâ‘-i Şi‘r-i Fârsî, Tahran 1373 hş., s. 617.

[17] Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 11-12.

[18] Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2, s. 192-193; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 9.

[19] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 493.

[20] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 58-59.

[21] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 493.

[22] Rypka, History of İranian Literature, s. 565; Yâhakkî, Çun Sebû-yi Teşne, 73.

[23] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 492; Yâhakkî, Çun Sebû-yi Teşne, 73; Dânişnâme, I, 746.

[24] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 493-494.

[25] Yûsufî, Çeşme-yi Rûşen, s. 469.

[26] Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2, s. 195-196.

[27] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 496; Şekîbâ, Şi‘r-i Fârsî Ez Âğâz Tâ İmrûz, s. 257-258; Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2 (1996), s. 196-197.

[28] Sadrî Niyâ, Bâkır, “Mefhûm-i Milliyet Der Şi‘r-i Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî”, Îrânşınâht, II/2 (1996) s. 197-198;

[29] Lâhûtî, Şerh-i Zindegânî-yi Men, s. 271-272.

[30] Lâhûtî, Şerh-i Zindegânî-yi Men, s. 272.

[31] Yûsufî, Çeşme-yi Rûşen, s. 469.

[32] Yûsufî, Çeşme-yi Rûşen, s. 471.

[33] Şemîsâ, Sîrûs, Seyr-i Ğazel Der Şi‘r-i Fârsî, Tahran 1370 hş., s. 204.

[34] Şekîbâ, Şi‘r-i Fârsî Ez Âğâz Tâ İmrûz, s. 260.

[35] Yûsufî, Çeşme-yi Rûşen, s. 468-469.

[36] Kanar, Mehmet, Çağdaş İran Edebiyatı, İstanbul 1999, s. 236-237.

[37] Sadrî Niyâ, Îrânşınâht, II/2, s. 198-199.

[38] Âjend, Edebiyyât-i Novîn-i Îrân, s. 44; Dânişnâme, I, 746; Sâpânlû, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, s. 5.

[39] Rypka, History of İranian Literature, s. 566; Dânişnâme, I, 746.

[40] Yâhakkî, Çun Sebû-yi Teşne, 73.

[41] Aryenpûr, Ez Nîmâ Tâ Rûzgâr-i Mâ, s. 497-498.

[42] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 63-64.

[43] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 64-65.

[44] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 66; Zâkir Huseyn, Abdurrahîm, Edebiyyât-i Siyâsi-yi Îran Der ‘Asr-i Meşrûtiyyet, Tahran 1377 hş., I, 200.

[45] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 65-67.

[46] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 69-70; Yâhakkî, Çun Sebû-yi Teşne, 73.

[47] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 74.

[48] Lengrûdî, Târîh-i Tahlîlî-yi Şi‘r-i Nov, I, 80.

[49] Hakîkat, Abdurrefî’, Nigîn-i Sohen, Tahran 1363 hş., I, 434.

[50] Hakîkat, Abdurrefî’, Nigîn-i Sohen, Tahran 1370 hş., VII, 239.

[51] Hakîkat, Abdurrefî’, Nigîn-i Sohen, Tahran 1363 hş., I, 76.

Konular