Şerh-i Mesnevî Tahir-ül Mevlevî

Bismillahirrahmanirrahim
TEBRİK VE TEŞEKKÜR
Konyalı münevver bir genç, merhum Tahir Olgun’un Mesnevî tercüme ve
şerhini tab’a başladıklarını bana müjdelediği zaman ne kadar sevindim. Bugünün
gençliği artık bu muazzam eseri okuyabilecek, üzerinde düşünme imkânını elde
edecekti. Bu, hakikaten mübarek bir teşebbüstü. Senelerden beri Konya’da Mevlâna
için tertip edilen ihtifaller, en payidar ve en olgun semeresini şimdi veriyordu.
Kanaatimce şark, Mevlâna’yı kâfi derecede tanımamıştır. Ve bunda
mazurdur. Çünkü Mevlâna, beşerin görüş hudutlarını aşan bir irtifadır. Yalnız, itiraf
etmeli ki garp Mevlâna’yı hakikaten anlamaya çalışıyor. Ve buna ihtiyaç hissediyor.
Ve ona yaklaşanlar, hidayete eriyor.
Hidayete eriyor, diyorum. Bu hidayet, ya hem şekil ve hem ruh veya sadece
ruh bakımından olur. Yalnız şeklen ve ismen Müslüman, eğer onun ruhunu kendine
sindirmemişse, hakiki Müslümanlığa çok uzaktır. İnsan, belki kendisini aldatır, fakat
Allah ve Resulünü aldatmak kabil midir?
Mevlâna’da hakiki Müslümanlık, belagatin en yüksek derecesi ile ifade
edilmiştir. Ve bu Müslümanlık, şeklin değil mananın Müslümanlığıdır.
Basar basireti açık olanlar, sadece yaratılışın başlı başına bir mucize
olduğunu ayan beyan görürler. O cepheden kör olanlar, bu nizam içindeki insicamı
ile ikinci bir mucize olan yaratılışı içinde o nizamı alt-üst eden mucizeler arayacak
derecede idraksizdirler. İşte hilkat bir Mevlâna yaratmıştır ki, nizamı kâinata halel
gelmeden zuhur eden bu mucize karşısında, o körler ve idraksizler dahi imana
gelmelidirler. Arzın ve dağların yüklenemediği büyük irfan emanetini, parmağının
ucunda oynatan bahtiyarlardan biri de işte bu Mevlâna’dır. Onun azameti ve
kudretini ve kudretinin azametini, irfanın mahiyetini, onun nasıl bir mücahede ve
tefekkür ile elde edilebileceğini bir parça sezenler anlar.
Mesnevî’ye “mahz-ı Kur’an” yani Kur’an’ın içi ve özü derler. Eğer böyle bir
teşbihe cevaz verilirse, Kur’an bir gül bahçesi, Mesnevî ise gül yağıdır. Gül yağında
gülün şekli, zarafeti, harikulade tenasüp ve ahengi yoktur. Fakat onun ruhu vardır.
Birincisi Tanrı, ikincisi kul işidir. Gül, şekil ile ruhtur. Gül yağı, yalnız bir ruhtur.
Birkaç damla gülyağında bir gülistan mucizesini görebilecek gözler, onun üzerine
eğilebilirler.
Demek ki, bu görüşe doğru bir hareket başlamıştır. Kör ve idraksiz madde
medeniyeti, bütün tahribatını yaptıktan sonra, artık asil insan ruhlarında iflasa
doğru gidiyor. Hayvanî şehvet ve ihtirasları hiçbir hudut tanımadan alabildiğine
koşturan ve medeniyet kisvesine bürünen vahşet, beşeriyeti uçurumun kenarına
getirmiştir.
İnsandaki hayvanî şehvet ve ihtiras, insan denen harikulade sanat eserinin bir
piyedestalidir. Bu hayvanî kudret, insan denen şerefli mahluğu mukadder menziline
iletecek binek atıdır. Bu canavar ve hudutsuz kudret, gemi azıyla aldı mı,
1
binicisinin akıbeti hüsran ve ölümdür. Bu dizginlere hakim olan süvari, bu
hakimiyetini ancak bileğindeki mana kudretine borçludur.
Demek ki Türk gençliği, mensup bulunduğu camianın bu hakiki insanî idrak
içinde yaşamasını istiyor. Bu idrak, cemiyeti huzura kavuşturan bir ahlak nizamıdır.
Ve bunun tek meyvesi, ileri medeniyettir. Din, her şeyden evvel bir ahlak
nizamıdır. Bütün uzviyetinin saadetine matuf olan bu ahlak hissinin uzvî ve fanî
zevklerin çok üstünde olduğunu düşünen ve bu hissin neticesinde kendini saran
kayıtların engin saadetini duyan insan, hakikaten hür insandır.
Dinin metafiziği tasavvuftur. Hakiki tasavvuf, bir taraftan idrakin bütün
ihtiyaçlarını karşılar, diğer taraftan cemiyet hayatına ideal bir nizam verir.
Mesnevî, bu yolun en üstün eseridir.
Türbesine “âşıklar kalesi” adı verilen Mevlâna, “peygamber değildir, fakat
kitabı vardır.”
İşte aziz Konyalı gençler, böyle bir insanın, böyle değerde bir eserini
kardeşlerine sunuyorlar. Bu eser, bugünün gençliğinin anlayabileceği sade ve metin
bir Türkçe ile yazılmıştır. Tercüme ve şerh eden Tahir-ül Mevlevî (Tahir Olgun),
kalemine üstadane tasarruf eden çok değerli bir edebiyat hocası idi. Ömrünü
mensup olduğu tarikatın pirine bağlamış, ruhen Mesnevî’ye çok nüfuz etmiş,
salahiyetli bir zatın, bir ömür mahsulü olan büyük eserini ihya eden gençlerin
başardıkları bu hizmet, bütün bir yurda, bütün bir Türklük âlemine şamil, mübarek
bir hizmettir.
Konya’nın aydın gençliğini bütün kalbimle tebrik eder ve bir Türk sıfatı ile
kendilerine sonsuz şükranlarımı arz etmeyi zevkli bir vazife bilirim.
Aziz Tahir Olgun, Türk gençliğine hediye ettiği parlak istikbalin nurları içinde
ebediyen yaşasın.
Prof. Dr. Ali Nihad TARLAN
TASAVVUFUN MERHALELERİ VE MEVLÂNA
Nureddin TOPÇU
Mevlâna Celaleddin’in, birçoklarının meftun olduğu sanatkâr tarafı, onun
zahiridir. Ahenk ile kafiyenin, güzel söz ile gözyaşının muhteşem terkibi olan sanat,
kabuktaki parıltıdan ibarettir. Ancak halk kitlesi şekle düşkün, şairde de sanat
taassubu hakim olduğundan, vahdet deryasının bütününden ayrılmaz damlası olan
Hazreti Mevlâna’yı büyük şair diye övmek adet olmuştur. Güneşi güzel bir şamdan
gibi, yıldızları birer inci tanesi halinde tasavvur etmekten hoşlanan gözlerimiz, her
büyüklükte bir sanat arıyor. Sonsuzluğu bile sanat ölçüleri ile düşünebiliyoruz.
Tasavvufta sanat, olsa olsa dervişin değneğidir, biz onun dervişliğini bu değnekle
anlıyoruz.
Mevlâna’nın, dinî tecrübeyi bütün derinliği ile yapmış bir mutasavvıf
olduğunu düşünmek, onu gerçek çehresi ile tanımak olacaktır. Tasavvuf, esasında
bir ahlakî temizlenme yoludur. Bu temizlenme işi, insan olan varlığımızdan hareket
ederek Allah’a kadar götüren bir yolculuğun sonucudur. Bu yolculuk, sonu olan
varlığın daha yaşarken sonsuzluğa atlayışıdır; fenadan bekaya sıçrayışıdır.
Ruh dünyasında tam manasıyla bir atletizm denebilecek olan bu sıçrayış,
gelişigüzel yapılan bir hamle ile olmuyor. Onun adabı, erkânı, usulü vardır.
Tasavvufun, bizi insan olan varlığımızdan çıkarıp, Allah’a yaklaştıran, bazılarının
tabiri ile Allah’la birleştiren hareketleri, üç safhadan geçmek suretiyle
yapılmaktadır.
2
Birincisi hazırlık safhasıdır. Bu, tasavvufun riyazet ve feragat devresidir.
Allah yolcusu, bu hazırlanmada terk veya inkâr basamaklarını atlayacaktır.
Kendinde dünya yükü diye ne varsa hepsini birer birer ve şuurlu bir teslimiyetle
terk edecektir. Terk hali, onun ruhunda önce bir istek, bir iştiyak, bir irade halinde
parlar. İlk riyazetlerle işe başlayan derviş, bu yolun bitiminde sonsuzluğun temaşası
ile karşılaşır. Manzara yok, şekil ve suret yok. Lakin derunî bir ihtişam, manzara
imiş gibi etrafa yayılan bir mana, dünyamızı karartıda bırakan içsel bir aydınlık,
bütünün fertlerine ayrılmaz muhteşem ve sarsıcı ifadesi, ruh atletini kendinden
geçirir. Onda inkâr sevgisi başlar, dünya yükünü inkâr sevgisi.
Bu aşkın ilk hamlesi, servetten ve devletten geçme şevki ile kanatlanacaktır.
Bu inkâr zor olmaz. Bilakis dervişte bir neşvedir. Mal ile mevki hırslarını ve bu
varlıkların ağır yükünü, kirlerden temizlenir gibi kendinden atar, uzaklaştırır. Artık
Allah yolculuğuna çıkanın geri dönmesi yoktur. Bu yolda ilerledikçe güçlük artar,
şevk de beraber çoğalır. Temaşa edilen mana âlemi, basamak basamak ilerledikçe;
daha genişler, enginleşir, sonsuzlaşır, sarhoş edici olur.
Derviş olgunlaştıkça, daha çetin inkârlar, evvelkini takip eder. İkinci
basamakta evlattan ve irşattan geçme hali gerçekleşir. Evlattan geçme bir gönül
yakısıdır, irşattan geçme ise akıl yakısı. Onları yaralarına yapıştırır çeker, koparır.
Böylelikle şifa bulur. Evlat, Allah’ındır. İrşat ise, bütün kibirlerin hamalı olan zavallı
aklın herzeleri… Bütün âlem, bütün akıl, bütün hikmet, dervişin bağrında parlayan
aşk güneşinde, ateşe düşen bir kar damlası gibi eriyecektir. Şevkindeki lezzet hiçbir
şeyde bulunmaz: Lezzet, hikmete değiştirilmez. Tasavvuf, hikmet değildir; ilahî
hazdır. Onun yanında, felsefe ile beraber bütün ilimler ve bütün kaideler hakikatin
posası hükmündedirler. İster tatlı, ister acı, hepsi de değersizdir. Derviş bunlara
itibar etmez.
Mevlâna; evini, ailesini bir zaman ihmal etmiş. Bundan ne çıkar! Terk libasını
o çoktan giyinmiş ve benimsemiştir. Aşkın ummanında aklın irşadı da lüzumsuz bir
külfet sayılır. Sadece aşkın bir nevi tortusu, dumanı veya ondan fışkıran bir alev
kalır ki, o da dışarıya çıkınca volkan ateşi gibi donup kalmaktadır: Bu şiirdir, neydir,
sema’dır, her çeşit ifadedir. Aşkın kendisi değildir. Belki de ona yabancı bir
unsurdur; zira donmuş ve dünyevî hüviyet kazanmıştır. Bu basamakta duran dervişin
gözünde, evladın, çamurun içine atılan altından; ilmin de, sahte bir mankeni
andıran şöhretle devletten farkı kalmamıştır.
Terk yolculuğu burada da nihayetlenmez. İlim denen kendindeki bulanık ve
tatsız suyu bir batağa boşalttıktan sonra, hayallerle, hatıralardan sıyrılmaya
başlayacaktır. Derviş, kendi ruh dünyasını dolduran yüzlerce hayali benliğinde
bulacaktır veya onları kendinde eritip yok edecektir. Onları unutarak, değerlerini
inkâr edecek, şuurunda bu çokluk resminin mütemadiyen raksetmesini böylece
önleyecektir. Onda bizim dünyamıza karşı bir nevi yabancılık, hatırlama iradesini
yok edici sanki yeniden bir doğuş hali peyda olacaktır. Bu içsel doğuş, bir nevi istiğ-
fardır; tövbe ile temizlenmedir.
Daha sonra, duygulardan temizlenme kendini gösterir. Bu hal, bir nevi
mahiyet değiştirmedir. Derviş, dinî denemenin bu basamağında, bizim çok ve
rengârenk duygularımıza yabancılaşır. Dünyamızı dolduran bunca duygu verici
hadiselerin karşısında duygusuz kalır; adeta kaskatı bir varlık kesilir. Bizim
sevindiğimize sevinmez; bizi yakan acılarla yanmaz olur. Onu bizim duygularımızın
terennümcüsü zannederek şairler arasına koymak gaflettir, anlayışsızlıktır.
Tasavvuf, sanat değildir. Hazreti Mevlâna’yı ve Yunus Emre’yi şiirlerindeki
ahenkte arayanlar, kabuğu öz zannedenlerdir.
3
Nihayet iradeden sıyrılma, duygusuzluk bölgesine varan dervişi varlık
kâbusundan kurtarır; selamet denizine sürükler. Burada benlik gayyaya gömülür,
ölümle dirim bir olur. Bedene bağlılık iradesi de kalmaz. İstekler sahibine iade
edilir.
Bu zirveye tırmanan derviş, zaferi kazanmıştır. Çile bitmiş, kulun işi tamam
olmuştur. Terk mıntıkasının bu zirvesinde uçmak için, hidayetten başka bir şey
olmayan, kanat beklenir.
Terk bölgesi sonuna kadar böylece aşıldıktan sonra, tasavvufun ikinci safhası
olan vecd, istiğrak başlar. Bu safhada, varlığa ait bütün vehim ve çilelerden,
söylediğimiz sıra ile birer birer boşalan ruha, hakikat dolacaktır. Boşalmadıkça
dolma yok. Dünyasından boşalmayan kaba ukba dolmuyor. Dünya heveslerinden ve
varlık vehimlerinden tamamıyla sıyrılan bu kap ve kalıp, ancak böylelikle tam
manası ile Allah’ın emrine girebilir. Taşıdığı safrayı bütün bütün atan varlık,
dünyevî muvazenelerden halas olarak bir baş dönmesine tutulur. Vecd, ruhta baş
dönmesi halini andırır. Vecd denen bu baş dönmesi, ruhu mutlak âlemine yükseltir;
onunla birleştirir. Bu birleşme iki kürenin çarpışması gibi bir sarsıntı ile başlar.
Uluhiyetle temasa geçen ruh, tahammülü güç olan sonsuz bir zevkin kucağında
sarhoş olur. Burada ebedîlik ve sonsuzluk mekânsız bir an içinde gerçekleşir.
İstiğrak denilen aşırı vecd hali, dervişin miracıdır. İçerisinde büyük huzura doğru
yükselişin hissedildiği bu hal, fırtınalıdır; kendinden tam geçme halidir. Varlığın
büsbütün ortadan kalkarak, sadece hazzın kaldığı haldir. Onda Allah’a temas hazzı
dile gelir. Temasın şiddetli olduğu anlar, dervişe “Enel-Hakk” dedirtir. Bu anın
sarhoşluğunu bütün hayatlarına yayarak vecd zevkini aklın anahtarı yapanlar, bu
düsturu hakikat diye kabul ettiler. Damla, denizden kendisini nasıl ayırsın?
Ancak dinî deneme, vecd ile de bitmiyor. Vecd, kendi kendinin gayesi
değildir. O sadece gayeye götüren geçittir. Onun gayesi, huzura ulaştırmaktır.
Tasavvufun üçüncü ve son merhalesi, huzur safhasıdır. Vecd ve istiğrak kemal
haline geldi mi; derviş huzur denizine yükseliyor, varlığı, mutlak huzur kaplıyor.
Vecd içinde başlayan fırtınanın feryatlarıyla terennümleri, huzurda tam
sükûna kavuşur. Zira huzur, şiddetli fırtınayı takip eden ruhtaki tam ve mutlak
sükûndur. Huzurda fırtına durur, aşk devam eder. Ancak damarlara siner. Feryat
iken hayat olur. Gerçeğin temaşası ile yaşanması birleşir. Ruh bütün eşyaya ve
varlıklara dağılır; hepsi ile birden birleşir. Engel olan çokluk ortadan kalkar. Murat
olan vuslat hasıl olur. Vecdden huzura geçmekle, aşkı ihzar eden vecdin yok olduğu
zannedilmesin. Bazı anlarda yaşanan vecd, huzur halinde dervişin varlığında
eriyerek hayatının bütün anlarına ve varlığının bütün zerrelerine yayılmıştır. Feryat
ve sarhoşluk yerine, varlığın dilinden anlayan ve varlıkla hem-bezm olan bir ahenk
meydana gelmiştir. Huzur halinde vecd, dervişin varlığından taşarak, bütün
varlıkları işba etmiştir; sonra da her şeyden aynı ahenkle taşmaktadır. Huzur,
doyulmayan bir sevdadır. Göze muhtaç olmadan görmedir; uzuvlardan müstağni bir
yaşayıştır. Huzur, Allah'ın huzurudur. Ondaki varlıkları ve manzaraları anlatmak,
dışarıdan imkânsızdır. O, içsel keşifler yapma halidir; büyük dost ile sohbet halidir.
Onda, varlığına esir insanın hiç bilmediği lütuflar, âlemler ve muradlar saklıdır. Bu
hale ulaşan dervişin iradesi ve dilekleri bizimkinden büsbütün başka olur. Onda
bizimkinden başka mahiyette olan dilek ve hayat, bir ve aynı şeydir. Gerçekle
temaşası birbirinden ayrılmaz.
Devamlı hasret olan vecd ile nihaî vuslat hali yaşatan huzur, acaba birbirinin
zıddı haller midir? Görünüşte öyle olmakla beraber, hakikatte vecd ile huzur,
birbirine zıt ve aykırı davranışlar değildir. Tasavvufun gayesi olan huzura, vecd yolu
ile ulaşmak zarurîdir. Ancak, huzura ulaştıktan sonra, dervişte vecd yok olmuyor.
4
Aynı huzur mertebesinin, hayatının her anında bozulmadan, zayıflamadan devamı
mümkün olmadığına göre, derviş huzura yükselmek için her defasında vecdin kanatlarını
açmaya muhtaç oluyor. Vecd, onu tekrar huzura yükseltiyor. Huzur zamanla
gevşeyince, yine vecdin kuvvetiyle havalanmak zorundadır. Şu halde, vecd ile huzur
mütemadiyen birbirlerini kovalıyorlar. Ancak, bazılarında vecdin şiddetine nispetle
huzur zayıftır. Bazılarında ise vecdin şiddetinden ziyade, huzurun enginliğine şahit
oluyoruz. Yunus Emre ile Mevlâna gibi vecd istiğrakın en taşkın kahramanları, bize
en kuvvetli feryatlarını ulaştırmış olanlardır. Bunlarda dile gelen Allah sevgisi, şiir
halinde bize nüfuz edecek yolu bulmuştur. Mutasavvıfların vecd derecesini,
terennümleri ile ölçerek az çok bilmekteyiz. Ancak, huzur mertebelerini bilmemize
imkân yok. O mahrem mıntıkaya, yabancı nüfuz edemediği gibi, iki dosttan başkası,
onda olup bitenleri bilemez. Tasavvufu bir cevize benzetirler. Dıştaki soyulup atılan
acı kabuklar, hazırlık devresinin riyazetleri ile feragatleridir. İçteki katı kabuk vecdi
düşündürür. Asıl meyve olan huzur, en içte barınan, cevizin kendisidir. Bu kabukları
kırıp attıktan sonra meyveyi yiyebilenler, bahtiyarlardır.
Mevlâna Celaleddin’in, biz, vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur
denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin ta dibinden sıyrılıp da suyun
yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz, Biz, Hazreti Mevlâna’nın aşkını değil, sadece
aşkının dile gelen ifadesini elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız bütün
bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı, bize vecdinin fırtınasından çıkan
sesler kaldı. Heyhat! Onu, Mevlâna zannediyoruz.
TAHiR-ÜL MEVLEVÎ, HAYATI VE ESERLERi
Sadi Aytan
Devrimizin büyük şairi, aziz üstadımız merhum Tahir-ül Mevlevî, 20 Haziran
1951’de hayata gözlerini yummuştu.
Tahir-ül Mevlevî, 1294 Ramazanının beşinci ve 1177 Eylülünün 13. Perşembe
günü, İstanbul’da doğmuştur. Pederi, Elhac Mustafa Saffet Bey de İstanbulludur.
Validesi, Emine Emsal hanımdır.
Taşkasap'ta, Molla Güranî mahallesinde kâin Hekimbaşı Ömer Efendi Mekteb-i
İptidaî’sinde, bilahare Gülhane Askerî Rüştiyesi’nde ve daha sonra Menşe Kitab-ı
Askeriye’de okumuş, Bab-ı Ser Askerî Piyade dairesine Haziran 1308’de tayin
edilmiştir. Vazifesine devamla beraber, Fatih Camii baş imamı Filibeli Mehmed
Rasim Efendi ile Mesnevîhan Mehmed Esad Dede’nin derslerine devam etmiş ve Esad
Dede'den Mesnevî icazetnamesi almıştır. Büyük validesinin pederi Hattat Tahir
Efendi’nin Mevlevî olması ve mumaileyhanın Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Osman
Selahaddin Efendi’nin süt hemşiresi bulunması, bilhassa Hazreti Mevlâna'ya ve
Mevlevîliğe karşı bir cazibe duyması dolayısıyla, Şeyh Selahaddin'in mahdumu Şeyh
Mehmed Celaleddin Efendi'den sikke giymiş ve Mevlevîliğe intisap etmiştir.
1310/1312’de (henüz 18 yaşında iken), hocası Esad Dede'nin delalet ve refakatiyle
İskenderiye, Kahire, Süveyş, Yanbu tarikiyle Medine-i Münevvere, Ravza-i
Mutahhara ve Hücre-i Muattara ziyaretiyle müşerref olmuş; yine Yanbu, Cidde
yoluyla Mekke-i Mükerreme'ye giderek, Ramazan-ı Şerif’i orada çıkarmış, hacdan
sonra, Süveyş - İskenderiye tarikiyle dönmüştü.
Evvelce kendi kendine sema ederken, Hicaz'dan avdetini müteakip Yenikapı
Mevlevîhanesi semazen başısı Karamanlı Halil Dede'den sema meşk etmiş ve
semazenler arasında şöhret kazanmıştı. Fakat Mevlevî muhipliğini kâfi görmeyerek,
çile çıkarmak ve hizmet etmek isteyen merhum, vazifesinden istifa edip Şaban
5
1313’te Yenikapı Mevlevîhanesi’nde çilekeşliğe başlamış ve Hicri 1316’da
mukannen, hizmeti hitama ermişti. Bu münasebetle şu tarihi söylemişti:
Mutbahında çillekeş bir caniken
Kıldı sahib-hücre Mevlâna beni!
(1316)
Bununla beraber:
Ederken Mevlevînin çillesin itmam bin bir gün
Bizim bak çille-i aşkiçre bir miadıımız yoktur...
diyerek huzuru Mevlâna'ya yüz sürmek arzusunu gösteriyordu. Nihayet şeyhinden
aldığı müsade üzerine yola çıktı. Evvela Eskişehir’e, sonra Karahisar’a ve Konya’ya
gitti. Uşak, Manisa, İzmir tarikiyle avdet etti. Bu ziyaretten sonra, Tahir-ül Mevlevî,
Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki hücresine çekildi ise de, kendi tabiriyle “Orada
oturup vakıf lokmasına göz dikmektense, ekmeğini kazancından yemek” istedi. Bir
kütüphane açmak ve şurda-burda zamanın tahrip ve imhasına maruz kalmış Mevlevî
asarını bastırmak istedi.
Evvelce tedarik ettiği ve bilahare Hicaz'dan getirdiği kitaplar, bir sahaf
dükkânına sermaye olabilecek kadar bulunduğu için, evvela Beyazıt'ta, tramvay
caddesinde bir dükkân tuttu ve kitaplarını oraya nakletti. Fakat Beyazıt'ta satış
olmaması yüzünden, kitaplarını Bab-ı âli caddesindeki, şimdiki Medreset-ül
Hattatin’in karşısındaki dükkânlardan birine götürdü. Yine o tarihlerde, haftalık bir
gazete çıkarmak hevesine kapıldı. O zamanlar gazete ve mecmua imtiyazı almak
pek müşkül, hatta gayr-i mümkün olduğundan, kitapçı Karabet'in Resimli
Gazetesi’ni kiraladı ve ilk nüshasını çıkardı.
Mecmuanın kabına, evvelce neşretmiş olduğu ve Mevlevî muhiplerinden Vasıf
Efendi tarafından toplanıp, Hazreti Mevlâna hakkında sitayişkarane birçok
manzumeyi havi Mecmua-i Medayih-i Mevlâna’nın ilanıyla beraber, bir Mevlevî
sikkesi resmini bastırmıştı. Fakat bu ilan, o devirdeki jurnalciler için Bu meyanda
Malumat Gazetesi sahibi Baba Tahir ile Nazif Süruri isminde biri tarafından fırsat
addedilerek, Resimli Gazete’nin kapatılmasına dair irade alınmış; sebep olarak,
veliaht Mehmed Reşat Efendi (V. Mehmed) Mevlevî muhibbi olması dolayısıyla,
veliaht namına propaganda yapıldığı ileri sürülmüştü. Ayrıca Bab-ı âli’nin muhafızı
polis komiseri, meşhur MektepIi Ahmed Efendi, kütüphanenin tarassuduna memur
edilmişti. Zaptiye Nazırı Şefik Paşa tarafından celp ve sorguya çekilen Tahir-ü1
Mevlevî, töhmeti mucip bir hareketi görülmediğinden, serbest bırakılmıştı! Maruz
kaldığı bu tazyikler karşısında kitapçılıktan çekildi ve memuriyet hayatına atılmaya
mecbur kaldı.
1319/1903’te Orman-Maden ve Ziraat Nezareti muhasebesinde açılan bir
imtihanda muvaffak oldu ve 370 kuruş maaşla Defter-i Kebir kalemine kâtip tayin
edildi. Derece derece terakki ederek, 1334/1918’de Maden Müdüriyyet-i Umumiyesi
ruhsatnameli maden başkâtibi, Tevhid-i Mubayeat komisyonu “tahrirat mümeyyiz-i
evveli” oldu. Bu komisyonun lağvedilmesine kadar orada kaldı. Bilahare Ticaret ve
Ziraat Nezareti İktisat heyeti baş kitabetine 1336/1920’de tayin olundu. Uhdesine
Kalem-i Mahsus başkâtipliği de ilave edilmiş ise de, Kuvay-i Milliye taraftarı
olmasından dolayı azledildi. 1337/1921’de Âli satış komisyonu başkâtibi, bilahare
eski kalemi olan Maden Müdüriyyet-i Umumiyesi’nin fermanlı Maden Mü-
meyyizliği’ne naklolundu.
1319/1903’te muallimliğe intisap etti. Evvela Burhan-ı Terakki ve sonra
Rehnümay-i Füyuzat mekteplerinde Farisî okuttu; ikincisinde İslam Tarihi tedrisine
başladı. Tarih tedrisine başlaması, o dersi okutan mektep müdürünün Amr İbn’il-As
ismini “Amiru” diye okuması ve okutması üzerine olmuştu.
6
1325/1909’da Darüşşafaka’da edebiyat ve Usul-ü Tahrir derslerine muallim
tayin edildi. 15.8.1929’da Maltepe Askeri Lisesi edebiyat muallimliğine ve bu
vazifede gösterdiği liyakat dolayısıyla bir sene sonra, Ağustos 1931’de terfian Kuleli
Askeri Lisesi’ne naklolundu ve yaş haddine tabi tutuluncaya kadar orada vazife
gördü. Son memuriyeti, Milli Eğitim Bakanlığı Kütüphaneler Müdürlüğü Tasnif-i
Kütüb Komisyonu azalığı idi.
İlmî hayatına gelince: Merhum, bizdeki erbab-ı kalemin ekserisi gibi “Hüday-i
Nabit” olarak yetişmiş ve malumatını zatî mesaisiyle elde etmiştir. Arabî ve
Farisî’yi iyi bilirdi, bilhassa Farisînin bütün inceliklerine vakıftı. Fransızca’yı da
kendi kendine öğrenmiş, birçoğumuzun yapamayacağı kuvvetle tercümeler
yapmıştır. Fransız edibi Télémaque'ın “Fénéon” ismindeki meşhur eserinin Mahfel
mecmuasında neşrolunan kısımları, bunu pek güzel ispat etmektedir. Önceleri
mütekelliffane yazardı; fakat sonraları herkesin anlayabilmesi için, çok sade
yazmayı iltizam etmiştir. Makalelerini, şimdiki tabir ile akıcı bir üslup ile yazardı.
Bunlar, bugün dahi merakla, zevkle okunmaktadır, Yaptığı tercümeler çok
güzeldir. Kedisinin dediği gibi: “Tercüme edilmiş bir eserde, tercüme kokusu
bulunmamalıdır.” Gerek nazmının, gerek nesrinin mümeyyiz vasfı, samimiliktir. O,
kanaati hilafına ne bir söz söylemiş, ne de bir satır yazmıştır. İnandığına sonuna
kadar sadık kalmıştır. Resul-ü Ekrem Efendimize, pek nadir kimseye nasip olan,
sarsılmaz bir iman ve sonsuz bir aşk ile bağlı idi.
O, hassas bir şair idi. Duymadan tek bir mısra söylememiştir. Gayr-i matbu
divanının mukaddemesinden, şu güzel parçayı okuyalım:
“Şuara için, fart-ı hassasiyet mahsulü denir. Tehassüsdeki ifratın hastalık
olduğu, o nevi mütehassısın hasta bulunduğu söylenir. Şu kavle göre, en hisli
şairler, en ziyade merîz insanlardır. Maalesef ben de o zavallılardan biriyim. Çünkü
hassasiyet denilen deva napüzeyr bir illetin, şifa na ümid mübtelâsıyım. Bu hasta,
dâhilî ve haricî birtakım alam ve esbabın tazyikiyle inler, hatta nalezenliği bazen
de yıllarca sürer. İşitenleri acındırmakla beraber, usanç verdiği de olur. Hasta,
verdiği melali, pekâlâ takdir eylediği halde, iniltilerini kesemez. Zira o, tellümat ile
ıztırabatının hafiflediğini tevehhüm eder. Belki aks-i feryadını duymakla teselli
bulur. Benim de, Divan namına tertip eylediğim şu mecmua, bu türlü tavsiyeleri
muhtevidir ki, her biri enfüs ve afakı muhtelif teessüratın kalbî ve ruhî şiveleridir.
İçlerinde gülümsemeyi andıranlar varsa, o gibileri bazı mesaib karşısında gayri
ihtiyari salıverilmiş zehrin handeleridir,” dedikten sonra: “Medid ve mükerrer
akislerini yalnız kalbimin duyacağı o iniltiler, ben öldükten sonra da felek kubbesini
çınlatsınlar. İhtimal ki, birinin bir tahmini, insaflı bir samiin merhameti hissini
galeyana getirir de, sahibi hakkında ‘Allah rahmet eylesin’ duasında bulunur. Bir
tarafa gitmiş olanların, burada kalanlardan bekledikleri de ancak budur.”
Tahir-ül Mevlevî, divan edebiyatının en son mümessillerinden biri idi. Bugün
artık hemen hemen müntesibi kalmamış olan, bu sahada geniş bilgisinin
muhassalasını Edebiyat Kamusu ismindeki çok kıymetli bir eserinde toplamıştır ki,
“bunun basılması, memleket ilim ve irfanı namına ne kadar şayan-ı arzudur”
demiştir.
Merhum çok ince ruhlu bir şair olmakla beraber, eşsiz bir muallimdi.
Takrirleri esnasında güzel fıkralar, ince nüktelerle talebesine ders dinletir, en ağır
bahisleri bile hemen orada öğretirdi. Süleymaniye ve son zamanlarda Laleli
Camii’ndeki “Mesnevî Dersleri”ne devam edenler, ne kadar açık bir lisan, ne kadar
güzel bir ifade ile tasavvufun en derin bahislerini izah ettiğini görmüşlerdir.
Meclisinde bulunanlar İslam tarihine, tasavvufa ve edebiyat tarihine dair
7
bilmedikleri birçok şeyi öğrenir, vaktin nasıl geçtiğini anlayamazlardı. Sohbetine
doyum olmazdı.
Eserlerine gelince: Bunlar 60’ı mütecavizdir.
BASILMIŞ VE BASILMAMIŞ KİTAPLARI
Basılmışları:
1 - Mirat-ı Hz. Mevlâna
2 - Divançe-i Tahir
3 - Nazım ve Eşkâli Nazım
4 - Edebiyat Lügati
5 - Teşebbüs-i Şahsî
6 - Şeyh Celaleddin Efendi Merhum
7 - Cengiz ve Hülagu Mezalimi
8 - Şeyh Şamil’in Gazevatı
9 - İslam Medreseleri Talebelerine Tarih Hülasaları
10 - Şeyh Sadi’nin Bir Sergüzeşti
11 - Âmuzgâri Farisî
12 - Destaviz Farisî Hanân
13 - Afgan Emiri Abdurrahman Han
14 - Hindin Moğol Hükümdarları
15 - Hind İhtilali
16 - Şükufe-i Baharistan
17 - Hazreti Peygamber ve Zamanı
18 - Hind Masalları
19 – Fuzuli’ye Dair
20 - Nevi ve Suriye Kasidesi
21 – Baki’ye Dair
22 – Müslümanlıkta İbadet Tarihi
23 - İslam Askerine
24 - Manzum Bir Muhtıra
25 - Mesnevî'nin Eski ve Yeni Muterizleri
26 - Mesnevî'nin En Son Muterizine
27 - XII - XVI. Asır Şairlerinin Divanları Katalogu
28 - Aylık “Mahfel” Mecmuası
29 - Tarih-i İslam Sahifelerinden
Basılmamışlar:
30 - Tefsir-i Hüseynî Tercümesi (Na-tamam)
31 - Siyer-i Peygamberi (Bedir Gazasına kadar yazılmıştır)
32 - Tarih-i Enbiya
33 - Asr-ı Saadet’te Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri
34 - Şair Giritli Ali İffet Merhum
35 - Kameri Aylara Dair Malumat
36 - Büyüklerimizden Bazı Zevat
37 - Tercümelerim
38 - Manzum Bir Muhtıranın Zeyli
39 - Matbuat Âlemindeki Hayatım
40 – Nedim’in Köşk Kasidesi ve Şerhi
8
41 - Sünbüllüzade Vehbi’nin “Tanâne” Kasidesi ve Şerhi
42 - İbni Kemal’in Yavuz Mersiyesi ve Şerh
43 - Bursalı Gazali
44 - İki Mektup ve Süruri ile Gubârî
45 – Baki’nin Kanunî Mersiyesi ve Şerhi
46 – Baki’nin Sünbül Kasidesi ve Şerhi
47 - Yahya Bey'in Şehzade Mustafa Mersiyesi ve Şerhi
48 - Nefî’nin Hotin Kasidesi ve Şerhi
49 – Şerif Sabri’nin Ebu Said Kasidesi ve Şerhi
50 – Fuzuli’nin Bağdat Kasidesi ye Şerhi
51 – Fuzuli’nin Şikâyetnamesi ve Şerhi
52 - Kudemay-i Mevlevîye
53 - Veliyüddin Oğlu Ahmet Paşa Divanı’nın Nesre Çevrilişi
54 - Divan-ı Tahir-ül Mevlevî -İkinci Divan-
55 - Divançe-i Farisî Tahir
Bu eserlerden maada aylık Mahfel Mecmuası (1–68) numara, Beyanülhak,
Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad mecmualarında ve en son olarak “İslam’ın Nuru”nda
ve diğer dergilerde dinî, tarihî, edebî birçok makale.
Merhum; 75 senelik hayatının elli yılını tetkik ve tetebbuatda bulunmak
bildiklerini usanmadan, bıkmadan ve hiçbir maddi menfaat gözetmeden öğretmek
ile geçirerek, memleket ilim ve irfanına çok büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bizde
bazı kıymetli bilginler, didaktik yani talimi eserler neşretmek istemedikleri ve
bilgilerini kıskandıkları için, bazı sahalarda geri kalmamıza sebep olmuşlardır.
Hâlbuki yukarıda saydığımız eserlerinde görüleceği veçhile, Tahir-ül Mevlevî, hiçbir
vakit bildiklerini öğretmekten çekinmemiş; bunu millî ve dinî bir vazife telakki
etmiştir.
“Öğretmek, ilmin zekâtıdır” derdi. Her biri büyük emek ve uzun bir sabır ile
meydana gelen eserleri meyanında, bilhassa ikisi üzerinde durmak istiyoruz.
Kütüphaneler Müdürlüğü’ne bağlı Tasnif-i Kütüp komisyonuna aza tayin
edildiğinden itibaren, İstanbul kütüphanelerinde bulunan Türkçe yazma divanları
tetkike başlayan merhum, 20. asra kadar divan sahibi şairlerin yazma divanları
katalogunu, vefatından kısa bir zaman evvel ikmale muvaffak olmuş ve bu
katalogun 12/16. asra ait birinci cildi, 1947’de Milli Eğitim Bakanlığı’nca
neşredilmiştir. İkinci cildin de matbaaya verildiğini ve yakında yayınlanacağını
memnuniyetle öğrenmiştik. Edebiyat tarihimizde araştırmalar yapacaklar için çok
büyük değer ve ehemmiyeti haiz olacak bu eser, üstadın ilim ve fazlını ispata
kâfidir. Fakat bizce en olgun ve mühim eseri, Mesnevî Dersleri namı altında
Mesnevî’ye yazdığı şerhtir. Tefsir, hadis, İslam tarihi, tasavvuf sahalarında bütün
müktesebatının muhassalası olan bu şerhin, Mesnevî-i Manevî’yi bugünkü nesle izah
edecek bir bilgi hazinesidir. Merhumun hocası Mehmet Esad Efendi, yarım asra
yakın Fatih Camii’nde Mesnevî okutmuş, onun vefatından sonra Karahisarlı Ahmet
Efendi oraya Mesnevîhan olmuştu. Onun vefatından sonra bu ders Tahir-ül
Mevlevî’ye verilmiş, haftada bir gün 20 Ağustos 1339/1923’ten 7 Aralık 1341/1925
tarihine kadar Mesnevî takrir etmiştir. Derste söyleyeceklerini hatırlamak için
hazırladığı notlarını tevsiye ederek Mesnevî’nin birinci cildinin dörtte üçünü
tercüme ve şerh etmiş, bilahare ehibba ve talebesinin ricası üzerine birinci cildini
tamamlamıştır. Süleymaniye Camii’nde, Kubab Çavuş namındaki bir zatın vakfetmiş
olduğu Mesnevîhanlık cihetinin 1948 yılında üstada tevcih edilmesi üzerine 29 Mayıs
1948’den itibaren bu camide, müteakiben Ragıp Paşa Kütüphanesi’nde Tasnif-i
Kütüp komisyonundaki vazifesine yakın olması dolasıyla cumartesi günleri Laleli
9
Camii’nde Mesnevî takririne başlamış ve muntazaman derslerine devam ederek bir
taraftan Türkçe yazma divan katalogunu hazırlamak, diğer taraftan Mesnevî’nin
tercüme ve şerhini tamamlamak için, yaşı 70’i mütecaviz olduğu ve mide ülserinden
mustarip bulunduğu halde geceli-gündüzlü çalışmıştır.
Malumdur ki, Hazreti Mevlâna’nın mübarek ve ölmez eseri, İsmail Ankaravî
merhum tarafından şerh edilmiş ise de, üstadımızın dediği gibi, bu şerh bugün
anlaşılmayacak bir hale gelmiş olan bir üslup ile yazılmıştır. Son senelerde
neşrolunan tercümeler ise okuyucuları tatmin edici mahiyette değildir. İşte bu
vaziyeti göz önünde bulunduran merhum, Mesnevî Dersleri’ni yazmak istemiştir.
Mesnevî’yi okuyup anlamak, ancak Mesnevî Dersleri’nin mütalaası ile
mümkün olacaktır.
Tahir-ül Mevlevî’nin vefatı, memleket için çok büyük bir kayıptır. Bıraktığı
boşluğun kolay kolay doldurulacağını tahmin etmiyoruz. Belki gün geçtikçe
değerinin büyüklüğü anlaşılacaktır.
Tahir Hoca yalnız ilmen değil, ahlaken de yüksekti. Merhum, daima
fakirlerin, kimsesizlerin yardımına koşmuş ve hiçbir zaman maddiyat için
çalışmamıştır. Çünkü ehl-i dünya değildi, hakiki bir Müslüman, asil ruhlu,
uluvvicenab sahibi ve tam manasıyla kâmil bir insandı.
“Rahmetüllahi aleyhi rahmeten vâsia.”
Merhum üstad Tahir-ül Mevlevî, pek sevdiği kitapları arasında, Mevlevî kıyafeti ile.
10
Tu megu. mârâ bedan şeh bâr nist,
Ba keriman kar hâ düşvâr nîst
Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim’inde Nahl suresinde, Habib-i Necibine hitaben:
ادع إلى سبيل رب-ك بالحكمة والموعظة الحسنة وجادلهم بال تي هي أحسن إن رب ك
*هو أعلم بمن ضل عن سبيله وهو أعلم بالمهتدين
Yani: “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et.”

Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz de Allah'ın bu emrini kemal ile ve tamamıyla
ifa eylemiştir.
Müşrikleri böyle hikmet ve mevıza ile imana davet eylediği gibi, müminlere
de aynı surette nasihatlerde bulunurdu. Hatta haftada bir gün kadınlara mahsus
olmak üzere, bir vaaz tertip etmişti. Bu emr-i İlahî, Hazreti Peygambere farz-ı ayn
idi. Ümmet-i Muhammed'in âlimleri ve arifleri de lisanla olsun, kalemle olsun, halkı
bu şekilde uyarmaktan geri durmadılar. Çünkü Al-i İmran suresindeki:
ولتكن م-نكم أم ةA يدعون إلى الخير ويأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر وأولئك
*هم المفلحون
“Ey Müslümanlar; Sizden bir cemaat olsun ki, halkı hayra davet etsinler;
hayırla ve iyilikle emredip kötülükten ve günahtan nehyeylesinler” ayet-i
kerimesiyle, vaaz-u nasihat ve hayırlı işlere davet, kendilerine farz-ı kifaye
olmuştur.
Din âlimlerinin birer vazife olarak bizzat yerine getirdikleri bu emri;
padişahlar, vezirler ve emirler şöyle dursun, halk tabakasından birçokları da
benimsemiş ve vasıtalı olarak bunu yerine getirmek için camilere, mescitlere
vaazlar tertip etmişler, Allah rızası için vakıflar tahsis eylemişlerdir.
Din büyüklerinden, hem de şeriat ve tarikatın en büyüklerinden olan Hazreti
Mevlâna da, bu ilahî emri yerine getirmek için, Konya camilerinde vaazlar yaptığı
gibi, şeriat hükümlerini ve tarikat adabını halka öğretmek için Mesnevî’yi
nazmetmiştir. Bu mübarek kitap, İslam âleminin her tarafında büyük bir hürmet
kazanmış ve Müslüman mabetlerinde, yakın zamanlara kadar takrir oluna gelmiş;
Türkçe, Arapça, Acemce şerhleri yazılmış ve birçok yabancı dillere tercüme
edilmiştir.
Hocam Mehmed Esad Dede, yarım asra yakın, Fatih Camii’nde Mesnevî
okutmuş, onun irtihalinden sonra, Karahisarlı Ahmed Efendi merhum, oraya
Mesnevîhan olmuştu. Onun vefatında bu işi, abd-i acize teklif ettiler. Aczimi
söyledimse de dinlemediler. Adeta zorla götürüp, hocamın yerine oturttular.
Haftada bir gün ders yapmak üzere, 20 Ağustos 1339’dan 7. Kanun-u evvel 1341
tarihine kadar Fatih Camii’nde, ikindi namazından sonra, Mesnevî takrir ettim.
Sonra bu işten çekildim.
Daha sonra, Süleymaniye Camii’nde Kubad Çavuş namında bir zatın vakfetmiş
olduğu Mesnevîhanlık ciheti layık olmadığım halde, âcizane bendenize teklif ve
tevcih olundu.
Başkalarının yüzüme vurmasından evvel, kendimin itiraf eylediğim acz ve
noksanımı size karşı da ikrar ederim: Hususiyle Mesnevî gibi pek derin bir kitabı
anlayıp anlatabilmekte!
11
Pekiyi takdir edersiniz ki söz, dinleyenin anlayışına göre söylenir. Muhatap ne
kadar anlayışlı olursa; konuşan da o nispette yüksek söz söyler. Mesnevî öyle bir
kitaptır ki, söyleyen Mevlâna; dinleyen ve yazan ise halifesi bulunan Hüsameddin
Çelebi’dir. İki arif arasında geçen o yüksek konuşmanın incelikleri, benim gafil
idrakime tenezzül etmez de anlatamazsam, tabii görmeli ve beni mazur
tutmalısınız.
Şurası da, var ki, Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de bir bahis açmış ve: “Cenab-ı
Hakk, dinleyenlerin himmetleri kadar, vaizlerin lisanına hikmet telkin eder”
“Dinleyenler ne kadar dikkatli dinlerlerse, vaizler de o kadar hikmetli söylerler”
sözünü şerh eylemiştir.
HAZRETİ MEVLÂNA KİMDİ?
Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rumi Kaddesallahü sırrahu, Hicrî takvimin 604
Rebiulevvelinde; Horasan'ın Belh şehrinde doğmuş, 68 yaşında ve 672
Cemâziyelahirinde Konya'da irtihal eylemiştir. Kendisine Rumî denilmesi, o vakit
Diyar-ı Rum tabir edilen, Anadolu'da yerleşmiş olmasındandır.
Babası Sultan-ül Ulema Muhammed Bahaeddin Veled, onun babası Hüseyn-i
Hatibi, onun babası Ahmed-ül Hatibi, onun babası Mahmud, onun babası Mevlüd,
onun babası Sabit, onun babası Müseyyeb, onun babası Mutahhar, onun babası
Abdurrahman, onun babası da Hazreti Ebu Bekir radıyallahü anh'dir. Şu hesapça
Hazreti Mevlâna, Hazreti Ebubekir'in onbirinci torunudur.
Sıddık-ı Ekber neslinden gelen Mevlâna'nın, anne cihetinden de seyyitliği
vardır. Çünkü ecdadından Ahmed-ül Hatibi; Şems-ül Eimme Abdullah-i Serahsî’nin
kerimesi Firdevs Hatun’u almış; cedd-i Mevlâna Hüseyn-ül Hatibi, ondan doğmuştur.
Şems-ül Eimme ise Sülale-i Nebeviyye’den idi. Keza ecdadından Mutahhar, meşhur
İbrahim Edhem’in; cedd-i Mevlâna Hüseyn-i Hatibi de; Harzem şahı Alaeddin’in kı-
zını almış oldukları için, o neseb-i kerime suri bir asalet de karışmıştır.
Hazreti Mevlâna beş yaşında iken, babasıyla birlikte Belh'ten çıkmış, Hacca
gittikten ve biraz seyahat ettikten sonra, bir müddet Erzincan'da oturmuş, daha
sonra “Larende” yani bugün Karaman denilen şehre gelmiş, nihayet Konya
hükümdarı Alaeddin-i Selçukî’nin Sultan-ül Ulema’yı daveti üzerine, Konya'da
yerleşmişti. Konya'da, Halep'te, Şam'da Şeyh-ül-Ekber Muhyiddin-i Arabî
hazretleriyle görüştü. Pederinden sonra, pederinin halifesi Seyyid Burhaneddin-i
Muhakkık-ı Tirmizî’den süluk gördü ve Hazreti Seyyid'den hilafet aldı. Konya'da ders
okutur, halka-i tedrisinde yüzlerce talebe bulunur, asrındaki âlimlerin en üstünü
tanınır ve Mevlâna-yı Rumî diye anılırdı.
Daha sonra Şems-i Tebrizî hazretleri ile görüştü. Şems namına birçok gazeller
ve manzumeler söyleyerek o ümmî arifin namını ebedileştirdi.
Öyle rahşendeki ol şem’a-i nur,
Şems-i Tebriz ona pervane olur!
Çeşitli eserlerinin en meşhuru Kitab-ı Mesnevî’dir. Yirmibeş binden fazla
beyti ihtiva eden bu eser-i celil, Hüsameddin Çelebi’nin talebiyle meydana geldiği
için, bir ismi de Hüsaminame’dir. Nitekim altıncı cildin başında: “Senin gibi bir
allamenin cazibesiyle dünyada bir Hüsaminame dolaşmaya başladı” demiştir.
Hüsameddin Çelebi, Hazreti Pir’in halifesidir. Mevlâna’nın irtihalinden sonra,
onun makam-ı irşadına oturmuştur. Mesnevî’nin tanziminden evvel, Mevlevî
müntesipleri Şeyh Attar’ın Mantık-ut Tayr ile nazım-ı kâmiline tercih eylerdi.
Hüsameddin Çelebi, o iki kitap tarzında bir eser tertibini Hazreti Mevlâna’ya
rica etti. O da:
12
—Bana da öyle bir fikir ilham olmuştu, diyerek sarığının arasından çıkardığı
bir kâğıdı Çelebi’ye uzattı. Bu kâğıtta, Mesnevî’nin baş tarafındaki onsekiz beyit
yazılı idi. Sonra Mevlâna tarafından söylenilmek ve Çelebi tarafından yazılmak
üzere tanzim ve tahire devam edildi. Birinci cilt 660 tarihinde hitam buldu. O
sırada Hüsameddin Çelebi’nin cezbe halinde bulunduğu için yazmağa devam
edemedi. İki sene sonra, yani 662 senesinde, ikinci cilde başlanıldı. Altıncı cildin
sonralarına kadar söylenilip yazıldı. Fakat o ciltteki “Şehzadeğan” hikâyesi tamam
olmadan, Hazreti Mevlâna sustu. Çünkü ömrünün sona erdiği kendisine malum
olmuştu. Büyük oğlu Sultan Veled, Mesnevî’ye bir hatime yazdı ve hadiseyi anlattı.
Altıncı cildin başındaki:
Pîşkeş mi âremet ey ma’nevî,
Kısm-ı sâdis der tamam-ı Mesnevî...
beytinden de anlaşılacağı üzere Mesnevî kitabı, altı cilt yahut altı defterden
ibarettir. Sonra yedinci cilt diye bir kitap meydana çıkmış, Şarih-i Mesnevî Şeyh
İsmail Ankaravî tarafından da şerh edilmiştir.
Ankaravî merhum; ya mecburen yahut hüsn-ü tevil gayretiyle şerh ettiği bu
uydurma Mesnevî’yi, 1035 tarihinde sahaflardan aldığını ve 814 tarihinde istinsah
edildiğini söyler. Fakat eserin nazımı malum değildir. İfadesine nazaran, tasavvuf
düşmanı bir mutaassıp olduğu anlaşılır. O kadar ki, Muhyiddin-i Arabî gibi ekâbir-i
ümmetin en büyüklerinden olan bir zat için:
Şeyh-i ekber nîst şeyh-i ekferest
“Büyük şeyh değil, en büyük bir kâfirdir...” demek küstahlığında bulunmuş;
zavallı, ne maksatla yazmışsa, eseriyle namını ibka edememiştir. Tarik-i dünya
papazlar hakkında nazil olan;
قل هل ننب-ئكم بالأخسرين أعمالIا* ال ذين ضل سعيهم في الحياة الدDنيا وهم يحسبون
*أن هم يحسنون صنعIا
Yani: “Kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak, dünya hayatında
sa’yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi?” ayeti, o nazım hakkında da
okunabilir.

MESNEVÎ’DE TAHKİYE USULÜ
Okumuş olanların malumudur ki, Mesnevî’de birtakım hikâyeler vardır. Fakat
onların dercedilmesi, masal söylemiş olmak için değil, o kısalardan hisse alınmak
düşüncesiyledir. Çünkü yüksek bahisler ve derin hikmetler, böyle misallerle bir
dereceye kadar anlaşılabilir. Mesnevî’ye, kurt-tilki masalı diyen beyinsizlerin
terbiyesizliği, maksadın ulviyetini kavrayamamış olmalarındandır.
Mesnevî’de lafızdan ziyade, manaya ehemmiyet verilmiş; bir şiir kitabı
yazmak değil, okuyanlara hakikati anlatmak gayesi hedef ittihaz edilmiştir. Bundan
dolayı avam tabakası, içindeki hikâyeleri dinler ve hoşlanır. Havastan olanlar, ifade
eylediği hakikatten hisse ve feyiz alır. Onun için, cahiller müstesna olmak üzere,
her sınıf arasında okunur ve dinlenir. Hazreti Mevlâna, bazen bir hikâye nakline
başlar; fakat onu hemen tamamlamaz. Münasebet dolayısıyla başka fırkalara,
onlardan yine bilmünasebe bazı hakikat ve bilginlerin nakline geçer; sonra dönüp
evvelki kıssayı bitirir. Bazen de iddialı bir hikâye söyler. İki tarafı mübahasede
bulundurur ve taraflara fikirlerini o kadar kuvvetli delillerle müdafaa ettirir ki,
hangi tarafın sözü okunsa ve dinlense, insan o taraf haklı demeye mecbur kalır.
13
Onun için, bir tarafı dinleyip de hüküm vermeğe kalkışmamalı, bizzat nazım-ı
âlisinin vereceği hükmü beklemelidir.
Şu da hatırda bulunsun ki, Mesnevî’de bazı hezlâmiz (alaycı- açık) fıkralar
vardır. Bunlar, yalnız zahiri görenler nazarında nezih görülmese bile, basiret
sahipleri nezdinde hal ve makama münasip oldukları için, fasih ve beliğ sayılırlar.
Hazreti Pir:
Beyt-i mem bêyt nîst iklimest,
Hezl-i men hêzl nîst ta’limest.
“Benim her beytim, beyit değil, bir mana iklimidir. Hezlim de hezl değil,
talim için söylenilmiş sözlerdir” beytiyle, bundaki hikmeti beyan eder.
Şurası da unutulmamalıdır ki, Mesnevî ekseriyeti itibarıyla Hüsameddin
Çelebi’nin anlayışına göre söylenilmiştir. Nitekim:
“Şu söylediklerim, senin anlayışına göredir. Doğru ve yüksek bir muhatap
bulamadığım için ölüyorum” buyrulmuştur. Acaba Hazreti Mevlâna, Hüsameddin
Çelebi’den daha kavrayışlı bir muhatap bulsaydı, neler söyleyecekti?
Bazen da Hazreti Pir, kendi makamından söylemiş mazhar olduğu ilhamların
beyanına yol vermiştir. Kendini, söylediklerini değil; Hüsameddin Çelebi’ye
hitaplarını bile layıkıyla anlamak, bizim gibi aciz ve gafil olanların karı değildir.
“Hepsi anlaşılmasa bile, hepsi terk edilmez” diye, Arapça bir söz vardır. Biz
de Mesnevî’nin mübarek beyitlerini dikkatle okuyup anladığımız kadarından istifade
etmeliyiz. Daha fazlasının anlaşılmasını lütf-u ilahîden temenni eylemeliyiz. Ata-yı
Rabbanîde cimrilik yoktur. Sıdk-u ihlas ile istenilen şeyleri esirgemez. Ekrem-ül
Ekremin olduğu için, kerem-ü inayetiyle ihsan eder.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki, bazı cahiller ve yarı aydınlar:
“Mevlâna’nın felsefesi” deyip duruyorlar. Bilmiyorlar ki Mevlâna, filozof değil,
sofidir.
Mesnevî’de felsefeden değil tasavvufun hakikatlerinden bahsedilir.
Felsefenin mehazı akıl, tasavvufun membaı nakildir.
Akıllar farklı olduğu için, felsefede “İkânî”likten “ Reybî”liğe kadar tam bir
muhalefet vardır.
Tasavvufta ise istidat farkı dolayısıyla teferruatta basit farklar görülse bile,
esas meselelerde bütün tasavvuf ehli müttehiddir.
MESNEVÎ’NİN DİBACESİ
“Haza kitab-ül Mesnevî” Şu Mesnevî kitabıdır.
“Haza” kelimesindeki (h), harf-i tembihtir; (za) ise, ism-i işarettir.
İsm-i işaretler için bir müşarünileyh lazımdır. “Şu adam” dediğimiz vakit “adam”
kelimesi “şu”nun müşarünileyhi olur. Çünkü onu gösterir.
Acaba burada müşarünileyh hangi kelimedir? Şüphesiz ki, “Kitab-ı
Mesnevî”dir. Çünkü dibace, birinci hitamından sonra yazılmıştır. O halde, “şu
defter”, birinci cildi hitam bulunan “Mesnevî kitabı”dır, demek olur.
Mesnevî: Her beyti ayrıca kafiyeli olan manzume, demektir ki, nazım
şekillerinin tertip ve tanzim itibarıyla en kolayıdır. Mesnevî, bu şekilde vücuda
gelmiş yirmibeş bin kadar beyitli bir manzumedir. Nazım şekliyle şöhret almıştır.
Vakıa, Hazreti Mevlâna, Hüsameddin Çelebi’ye hitap ettiği: “Senin gibi bir
allamenin cazibesiyle dünyada bir Hüsaminame dolaşmaya başladı” mealindeki
beytinde, Mesnevî için “Hüsaminame” tabirini kullanmış ise de, o tabir, revaç
bulmamıştır.
İkisi her yerde, biri Konya’da olmak üzere Hazreti Pir’e ihtisas peyda etmiş
üç kelime vardır ki “Mevlâna”, “Mesnevî”, “Türbe” lafızlarıdır. Malumdur ki
14
“Mevlâna”, efendimiz mealinde tazim ifade eden bir kelimedir ve âlimlere
mahsustur. “Mevlâna Celaleddin” ve “Mevlâna Cami” gibi.
“Mesnevî” tarif edildi.
“Türbe” lafzı ise, kabir ve mezar demektir. Hal böyle iken “Mevlâna ve
Mesnevî” denilince her yerde Celaleddin-i Rumî’nin kendisiyle kitab-ı celili hatıra
gelir. “Türbe” denilince Konya’da merkad-i Mevlâna anlaşılır.
Mesnevî sarihleri, Mesnevî kitabının ismindeki lügat manasından latif bir
nükte çıkarmışlardır. Malumdur ki Mesnevî; lugatta iki katlı, katmerli gibi manalar
ifade eder. Bundan dolayı Fatiha suresine de yedi ayetli olması ve iki defa nüzul
etmiş bulunması dolayısıyla “Seb-ul Mesânî” denilmiştir.
Fatiha-i Şerifeye “Suret-ül Mesanî” de tabir olunur. Çünkü namazlarda tekrar
tekrar okunur.
Mesnevî Şerifin beyitlerinde de çift şeylerden ve birbirine zıt hallerden
bahsedildiğine işaret vardır. Mahsusattan makulata varıncaya kadar bütün
mahlukatın çift ve mütekabil olduğu da:
وال ذي خلق الأزواج كل ها وجعل لكم م-ن الفلك والأنعام ما تركبون * لتستووا على
ظهوره ثم تذكروا نعمة رب-كم إذا استويتم عليه وتقولوا سبحان ال ذي سخ ر لنا هذا
* وما كن ا له مقرنين * وإن ا إلى رب-نا لمنقلبون
Yani: “Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, (insanların) kendilerinden ve
daha bilemeyecekleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ın şanı ne
kadar yücedir, münezzehtir” ayet-i kerimesinde beyan buyrulmuştur.
Ve hüce usülü usüliddini fi keşfi esraril vusüli velyekîni
Yani: “Mesnevî, vüsul ve yakin sırlarının keşf ve izahında, dinin asıllarının
asıllarından bahseder.”
Üç defa tekrarlanan “Usul”ün mahiyetine dair şarihler tarafından birçok
tevcihler yapılmıştır ki hülasası şudur:
Dinin usul ve esası şeriattır, çünkü ona dayanır. Şeriatın esası da tarikattır,
çünkü nasihatten ve bilmekten garaz: tatbiktir. İlimden maksat: amel olduğu gibi,
şeriattan matlup olan da tarikattır. Zira şeriat öğrenmek; tarikat ise yapmaktır.
Mesela namaz kılarken, başına bir şey giymenin sünnet olduğunu bilmek, şeriattır;
başı kapalı namaz kılmak ise tarikattır. Resulullah Efendimiz, ihramda bulundukları
zamandan başka vakitlerde, başı açık namaz kılmamıştır.
Tarikatın esas maksadı ise hakikattir. Zira tarikattan gaye hakikate ermektir.
Mesnevî ise, bu üç esasın üçünden de bahsetmektedir.
“Keşf”, Seyyid Şerif’in “Tarifat”taki beyanına göre: “Gaflet perdesinin
açılması, gizli manaların ve hakikat nurlarının görülerek ve tadılarak
anlaşılmasıdır.”
“Esrar”, herkesin kavrayamayacağı gizli manalardır.
“Vusül”, hicranın, yani ayrılığın zıttıdır. Türkçe de buna, “Ermek” denir.
“Erenler” de ondandır ki Hakk’a vasıl olanlar demektir.
Vusül: İlmin hakikat mertebesine erişmesi,
* ولقد خلقنا الإنسان ونعلم ما توسوس به نفسه ونحن أقرب إليه من حبل الوريد
Yani: “Biz insana şah damarından daha yakınız” nüktesine tam idrak
husule gelmesidir.
15
Şu ayet-i kerimenin bildirmesi ile Cenab-ı Hakk’ın bize, bizden pek çok yakın
olduğunu biliyor ve inanıyoruz. Fakat bu ilim ve iman, hakikat mertebesini
bulamamıştır. Onu ne vakit zevken, yani tadarak ve şühuden yani görerek anlarsak,
vusülün ne demek olduğunu da o zaman anlarız.
Hallac-ı Mansur (k.s.) demiş ki: “Allah’a vasıl olmak için, iki adım atmalı,
üçüncüde vusül tahakkuk eder. Birinci adımı dünyadan, ikinci adımı ahiretten
kaldırmalı, üçüncü adımda Allah’a varılır.”
Söylenmesi ne kadar kolay; fakat yapılması ne kadar güç bir tavsiye değil mi?
Dünya ve ahiretten adım kaldırmak: Gerek dünyevî, gerek uhrevî bütün
geçici arzulardan vazgeçmek, olanca emelini Allah’a hasreylemektir.
“Yakin” bir şeye karşı insanın şek ve şüpheden kurtulması, anlayışının tam bir
itminan bulmasıdır.
Yakin için “İlmel yakin”, “Aynel yakin”, ve “Hakkel yakin” diye üç derece
itibar edilmiştir. Şeyh-ul Ekber (k.s.), bir adamın Kâbe’yi işitmek suretiyle bilmesini
ilmel yakine, Mekke’ye gidip Kâbe’yi görmesini aynel yakine, Kâbe’nin halka metaf
(tavaf yeri) ve Beytullah diye Hakk’a muzaf olmasındaki hikmeti, ilham-ı ilahî ile
öğrenmesini, Hakkel yakine misal olmak üzere gösteriyor.
Vehüve fıkhullahil ekberu ve şerullahil ezheru ve burhaneullahil ezheru.
Yani: “Mesnevî; Allah’ın fıkh-ı ekberi, Allah’ın şer-i ezheri, Allah’ın burhan-ı
ezheridir.”
Fıkıh: Lügatte ilim demektir. Istılahta, ilm-i fürua âlem olmuştur. Fakat bu
tahsis sonradandır. Evvelce fıkıh lafzıyla din ilmini kastederler ve din âlimi olana
“Fakih” derlerdi.
Nitekim:
وما كان المؤمنون لينفروا كآف ةI فلول نفر من كل- فرقة` م-نهم طآئفةA ل-يتفق هوا في
* الد-ين ولينذروا قومهم إذا رجعوا إليهم لعل هم يحذرون
“(Bununla beraber) müminlerin hepsinin (topyekûn) savaşa çıkmaları,
layık değildir. O halde, içlerinden her sınıfın birer kısmı dinde fakih olmayı
(dinin ince bilgilerini) öğrenmeleri için (Peygamberin yanında kalmaları) –din ve
şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) dönüp kendilerine
geldikleri zaman onları Allah azabıyla korkutmaları için- (gitmeyip
kalmalıdırlar). Olur ki, (bu suretle müminler aykırı hareketlerden) kaçınırlar.”
Bu ayet-i celiledeki “Liyetefekkahü”, “Liyeteallemu” ile tefsir edilmiştir.
Bu emr-i ilahînin nüzul sebebi şudur:
Hicretin 9. senesi içinde idi ki, Rumlarla Hıristiyan Arapların Medine’ye doğru
yürümek istedikleri işitilmişti. Onlar gelmeden önce, üstlerine gidilmek lazım geldi.
Hava sıcaktı, etraf kuraktı. Bu yüzden de kıtlık vardı. Öyle dar bir zamanda, Hazreti
Peygamber s.a.v. Efendimizin himmeti ve ashabın yardımı ile 30.000 kişilik bir ordu
hazırlandı. Bizzat Resul-i Ekrem’in kumandasında olarak Suriye’deki “Tebük”
mevkiine kadar gidildi. Orada günlerce oturulup beklenildiği halde, düşman
görünmediği için geri dönüldü.
Hazırlanması güçlükle olduğu için Ceyş-ül Usre denilen bu ordudan ashabın
bazıları geri kalmıştı, onları tevbih eden bazı ayetler nazil oldu. Allah’ın itabı
dolayısıyla, ehl-i imanın hepsi de, bir daha harp olacak olursa geri kalmamaya karar
verdiler. O münasebetle, bu ayet nazil oldu: “Bütün müminlerin muharebeye
gitmesine lüzum yoktur. Onların her fırkasından bir taifenin çıkması,
diğerlerinin kalıp din ilmini öğrenmesi ve harpten dönen kavimlerine Allah’ın
16
emirlerini bildirmesi, onların da Allah’a isyan etmekten sakınması daha iyidir”
buyruldu.
İtiraz kabul etmeyecek bir hakikattir ki, bir kitabın şerefi ve büyüklüğü,
bahsettiği ilmin; o ilmin şerefi de, malumun büyüklüğüne göredir. Mesnevî’nin
mevzusu ise, ilm-i hakikat olduğu için, vasfında nazım-ı ekmeli tarafından
“fıkhullah-il ekber” tabiri kullanılmıştır.
Şerullah-il ezher: Allah’ın açık ve parlak yolu manasındadır. Çünkü şeriatın
tatbik ciheti demek olan tarikattan bahseder.
Burhanullah-ul ezher: Allah’ın apaçık delili ve hücceti mealindedir. Zira
Mesnevî’de gösterilen deliller, inkâr kabul etmez ve itiraz götürmez birer
hüccettirler. Onları okuyup da doğru ve gerçek olduklarını teslim etmemek imkânı
yoktur. Fakat insafı elden bırakmamak inada kalkışmamak şartıyla!
Mes’elü nurihi kemişkatin fîhâ misbâh, yüşriku işrâkan envera minell isbahi
Yani: “Mesnevî’nin nuru, içinde kandil yanan bir hücre gibidir. Öyle parlaklık
verir ki, o sabahların aydınlığından daha nurlu ve daha nurlandırıcıdır.”
Erbabının malumudur ki fikir, ya hakikat yahut mecaz ve kinaye olarak ifade
edilir, usul-ü tebliğin en ziyade ve herkes tarafından kullanılanı “teşbih” ile
“istiare”dir.
Teşbih: Bir şeyi, bir şeye benzetmek suretiyle onu, muhatabın gözü önüne
getirmektir. Bu hal, maksadı kolayca anlatır. Konuşanı uzun uzadıya tarif etmekten
kurtarır.
Mesela, bir zatın salahından, takvasından bahsetmek için söz söylemektense,
“Melek gibi bir adam” diyerek o adamı meleğe benzetmek; kendisinin melek gibi
masum ve günahsız bulunduğunu, muhataba kolaylıkla anlatır. Aklı, duygu
derecesine; maneviyatı maddiyat mertebesine indirir. Manayı anlamayanlara, aşağı
yukarı bir şeyler ifham eder. Onun için Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin manevî
nuraniyetini, içinde yanmış bir kandil veya ampul bulunan mişkatın maddî
parlaklığına benzetiyor.
Mişkat, duvara hususi olarak yapılmış ve içerisi cilalanmış bir kavuktur. Cilalı
bir hücre içindeki ışıktan, o hücre, ne kadar aydınlık görünürse; Mesnevî de,
metnindeki nurlu fikirler, nurlandırıcı hakikatler dolayısıyla o derece parlaktır;
hatta ona da, sabahların göz kamaştıran ışığına da faiktir, diyor. Şu teşbih ile de,
hem manadaki parlaklığı, maddi bir aydınlık ile temsil ederek göz önüne getiriyor;
hem de:
الل ه نور الس ماوات والأرض مثل نوره كمشكاة` فيها مصباحA المصباح في
زجاجة` الزDجاجة كأن ها كوكبA در-يk يوقد من شجرة` مDباركة` زيتونة` ل ا شرقي ة` ولا
غربي ة` يكاد زيتها يضيء ولو لم تمسسه نارA نDورA على نور` يهدي الل ه لنوره من
* يشاء ويضرب الل ه الأمثال للن اس والل ه بكل- شيء` عليم
Yani: Nur suresi 35’e, “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetine işaret
ediyor. İşte burada da bir teşbih vardır. Nur, nasıl karanlığı giderir ve mevcudatı
meydana çıkarıp gösterirse; Allah da mahlukları yokluk karanlığından varlık
sahasına getirmiş ve göstermiş bir Halik’tır, demek oluyor.
İkinci fıkradaki “işrak”, parlatmak ve aydınlatmak manalarındadır, (yeşrikuişrakan)
cümlesiyle aydınlatmanın çokluğu beyan ediliyor.
17
Mesnevî’nin okunması yahut dinlenmesi, okuyup dinleyenlerin gözlerini
parlatır. İlham meşrıkından fışkırıp gelen şuaları, istidatlı kalpleri, sabahların
nurundan fazla nuranî ve ruhanî bir hale getirir, deniliyor.
Hülasa Mesnevî: Sabahlardan daha nurlu ve daha nurlandırıcıdır. Çünkü
sabah, gecenin karanlığını aydınlatır. Mesnevî ise, okuyanın ve dinleyenin
kalbindeki sıkıntı ve karanlıkları giderip aydınlatır.
Vehüve cinânül cinâni, zül u’yuni ve eğsâni
Yani: “Mesnevî’nin kısım kısım bahisleri yahut ayrı ayrı ciltleri, kalbî ve ruhî
birtakım cennetlerdir. Cennette nasıl nehirler ve ağaçlar varsa, bunların da
ırmakları, dalları ve budakları vardır.”
Cinan: Cennetin cem’idir. Cenan ise, kalp manasındadır. İkisinin yan yana
gelmesinden bir cinas-ı hattî teşekkül etmiştir. Yazılışları bir, fakat üstün, esre,
ötre farkıyla okunuşları ayrı kelimelerin, birlikte zikrine cinas-ı hattî denilir.
Zül Uyun-i vel-eğsan: Irmaklı ve dallı-budaklı mealindedir ki, cinanın
vasıflarıdır. Cinan’ın cemi olarak gösterilmesinde, Mesnevî’nin müteaddit
bahislerine ve ciltlerinin altı olduğuna işaret vardır.
Nebiyy-i Ekrem s.a.v. Efendimiz: “Cennet bahçelerinden istifade ediniz,”
buyurdu. “Şu dünyamızda cennet bahçeleri nedir?” sualine de: “İlim meclisleridir”
cevabını verdi.
Demek ki faydalı olmak şartıyla her ilim meclisi, manevî bir cennet,
onlardaki ilmî bahisler de cennet nimetleri oluyor. O halde Mesnevî, faydalı telkin
ve talimleri ile o manevî cennetlerin en yükseklerindendir.
Öyle zannediyorum ki, ilim öğrenilen mektepler, talim yapılan kışlalar,
insanlara faydalı şeylerin yapılıp satıldığı dükkânlar ve fabrikalar, hatta saban
tutulmasına ve toprak sürülmesine alıştırılan tarlalar, şu hadis-i şerife nazaran o
manevî cennetler cümlesindendir. Fakat dans evleri ve bale mektepleri onlardan
mıdır, değil midir? Erbabı takdir etsin...
Bir şey, mutlak zikredilince, kemaline masruf olur. Mesela, adam denilince,
azası tamam bir insan akla gelir. Gözü kör, kulağı sağır, eli çolak, ayağı topal bir
kayıtlar düşünülemez. Bunun gibi, ilim denilince de onun dünya ve ahiret için
faydalı olan bilgi olduğu anlaşılır. Hırsızlık, yankesicilik de birer bilgidir ama faydalı
değil, bilakis zararlıdır.
Peygamber Efendimiz: “Cennet ağaçlarından bir ağaca rast geldiğinizde,
gölgesinde oturun, meyvelerinden de yiyin,” buyurdu. “Biz dünyada iken şu hal,
nasıl mümkün olur?” suali üzerine: “Bir âlime rast gelince, cennet ağaçlarından
birine tesadüf etmiş olursunuz” diye izahat verdi.
İşte Hazreti Mevlâna da, o cennet ağaçlarının en çok gölgeli ve meyveli
olanlarındandır; Sultan-ül Ulema oğlu Hünkâr-ı Urafa’dır. Kendisi cennet ağacı,
eserleri cennet meyveleridir. Binaenaleyh onlardan istifade edip feyizlenmeliyiz.
Yalnız biz, şarta riayet göstermeliyiz ki, o da talebimizde sadık olmaktır.
Sıdk-u talebi şöyle tasavvur edelim:
Bir yaz günü kırda, bayırda dolaşmışız. Gömleğimiz terden sırtımıza, dilimiz
hararetten damağımıza yapışmış. Güneşten beynimiz kaynıyor, derken yol
kenarında ulu ve meyveli bir ağaç görüyoruz. Etrafa dal budak salıvermiş,
yaprakları genişçe bir sahayı gölgelendirmiş, o gölgeliğin üstünde latif çimenler
bitmiş ve orasını çöllerdeki vahalar haline getirmiş. Ağacın sahibi yok. Gelen geçen
meyvesinden yesin diye, bir hayır sahibi tarafından dikilmiş. Yorgunluk ve susuzluk
dolayısıyla ona doğru koşarız. Hararetimizi teskin için meyvelerden koparıp yeriz,
18
çimenlerinde oturup dinleniriz. Şu hareketlerimizde hiç de isteksizlik göstermeyiz;
hatta riya ve gösteriş de yapmayız.
Bir dünya ağacından istifade hususunda nasıl böyle samimi isek, cennet
ağaçları olan din alimlerine ve cennet meyvesi bulunan eserlerine karşı da öylece
sıdk-u samimiyetle talip olmalıyız ki, kendilerinden ve eserlerinden istifade
edebilelim.
Minhâ aynün tüsemmâ inde ebnâi hâzessebili sesebilen ve inde eshâbil
mekâmati ve kerâmati hayrun mekâmen ve ahsenü mekîlâ.
Yani: “Mesnevî’de bir feyiz çeşmesi vardır ki, tevhit yolunun yolcuları
tarafından ‘Selsebil’ diye adlandırılır. Mesnevî, makam ve keramet sahiplerince
makamların en hayırlısı ve istirahat edilebilecek yerlerin en güzelidir.”
Birinci fıkra:
* عينIا فيها تسم ى سلسبيلIا
“Cennette selsebil denilen bir pınar vardır” mealindeki ayet-i kerimeden iktibas
edilmiştir.
Bu fıkra ile demek isteniliyor ki, ahiret cennetinde selsebil denilen bir
memba olduğu gibi, manevî cennet olan Mesnevî’de erbab-ı süluk arasında da
selsebil tabir edilen bir feyiz çeşmesi vardır.
Ebna-i sebil: Yolcular demektir. Ebna-i hazes-sebil: Yani, bu yolun yolcuları
terkibindeki yolcuların, Mevlevîlik ile Mevlevîler olduğu bazı şarihler tarafından
söylenilmişse de, Mesnevî’den yalnız Mevlevîler değil, bütün tarikat ricali ve hatta
bütün insanlık feyiz almaktadır. Mesela Dede Ömer Ruşenî, Şeyh İbrahim Gülşenî,
Şeyh İsmail Hakkı Celvetî, Şeyh Abdurrahman-ı Talaban-i Kadirî gibi arifler,
Mesnevî’den feyz alan tarikat büyüklerindendir.
Hele Mevlâna Cami-i Nakşibendî:
Mesnevî-i Mevlevî-i manevî
Hest Kur’an der zebân-ı pehlevî.
Yani: “Hazreti Mevlâna’nın Mesnevî-i Manevîsi, Pehlevî, Yani Farisî lisanında
Kur’an mealidir” diyerek Mesnevî ile nazım-ı ekmeline hürmet ve hayret
göstermiştir.
Hülasa, fıkradaki “Ebna-i hazessebil” -tercüme edildiği gibi- bütün tarik-i
tevhid salikleri ve belki de bütün insanlardır.
İkinci fıkrada:
* أصحاب الجن ة يومئذ` خيرA مDستقرrا وأحسن مقيلIا
“O gün ehl-i cennet olanların karargahları hayırlı ve istirahat yerleri
çok güzeldir” ayet-i kerimesinden iktibas olunmuştur.
Bu fıkra ile ima ediliyor ki; dünyada eceli ile ölüp, ahirette dirilenlerin ve
kendilerine cennet müjdesi verilenlerin, kıyamette ve cennetteki yerleri çok hayırlı
ve çok güzel olduğu gibi, kendi gayreti ile mevhum varlığını burada feda eyleyen
ve:
Fena bahrimde gark oldum, ebed ölmem diri oldum!
gibi sözler söyleyen makam ve keramet sahipleri için de Mesnevî, makamın hayırlısı
ve ahsen-i mekildir.
Mekil: Kaylule yapılacak, yani öğleden sonra yatılıp istirahat yapılacak yer
demektir. Arabistan’da bir adet vardır. Herkes, sabah namazı vaktinde kalkar.
Namazı kıldıktan sonra işine başlar, öğleye kadar meşgul olur. Ondan sonra evine
19
çekilir, günün en sıcak vaktini serin bir yerde istirahatla geçirir. İkindi vakti yine
işiyle, gücüyle iştigal eder. İşte bu istirahata “Kaylule”, onun yapıldığı yere “Mekil”
denir.
“Makamat”: Seyr-ü süluktaki dereceler manasındadır. Şarih-i Mesnevî Şeyh
İsmail-i Ankaravî’nin Minhac-ül Fukara ismindeki mühim eserinde, bunlardan yüz
tanesi tarif edilmiştir.
Keramat: Harikulade haller demektir. Hemen aynı manada olan “Mucize” ile
keramet arasındaki fark: mucizenin peygamberlerden, kerametin velilerden zuhur
etmesidir.
Şakkulkamer “Ayın ikiye ayrılması” bir mucizedir. Çünkü peygamberlerin en
büyüğü olan Resulullah Efendimizden zuhur etmiştir.
Hazreti Ömer’in Medine minberinde hutbe irat ederken, İslam ordusunun
Kürdistan’da muhasara edilmek tehlikesinde bulunduğunu görmesi ve “Ya Sariye el
cebel” yani, “Ey Sariye! Dağa çık” diye seslenmesi, sesini de o Müslüman
kumandana duyurması, bir keramettir. Çünkü bir veliyy-i kâmilden sudur etmiştir.
Erbab-ı makamat: Temkin derecesine vasıl olanlar; Eshab-ı keramat: Henüz
telvinden kurtulamayanlar, terakki ve tennîden hali kalmayanlar, yani birincilerin
derecesine vasıl olamayanlardır. Bunlara “Ehl-i hal” de denilir. Hazreti Mevlâna:
“Sofiler arasında ehl-i hal olanlar çoktur. Fakat ehl-i makam olanlar nadirdir” der.
Tarikat büyüklerinden bazıları, keramet izharının pek de hoş görmemiş, hatta
bazıları böyle kerametler göstermeye: “Hayz-ı rical” ve “Mel’abe-i etfal” yani,
“Erkeklerin adet görmesi ve çocuk oyunu” demiştir.
El ebraru minhü yekülune ve yeşrâbun, vel ahraru minhü yefrahune ve
yetribun.
Yani: “Ebrardan olanlar, Mesnevî’nin manevî nimetlerinden yerler ve içerler.
Ahrardan bulunanlar da onun verdiği neşve ile ferahlanıp oynarlar.”
Ebrar: Berr’in cem’idir. “Onlar karıncayı bile incitmeyenler ve şer işleri
yapmayanlardır” diye tarif olunmuşlardır.
Nitekim Cenab-ı Hakk, bu durumdaki kullarını, Kur’an-ı Hakim’inde şu
ayetlerle müjdelemiştir:
لكن ال ذين ات قوا رب هم لهم جن اتA تجري من تحتها النهار خالدين فيها نزلI م-ن عند
* اللuه وما عند اللuه خيرA ل-لبرار
Yani: “Fakat Rablerinden korkanlar (Öyle mi ya?) Altlarından ırmaklar
akar cennetler- kendileri içinde ebedî kalmak, Rableri katından verilecek nice
ziyafetlere de konmak üzere- hep onların, Allah’ın nezdinde olan (nimetler)
iyiler için daha hayırlıdır.”
Mesnevî sanki gökten gelmiş ilahî bir sofradır ve ebrar-ı ümmet, onun manevî
nimetleriyle doyarlar.
Ahrar ise, nefs-i emmaresini ayakaltına almış, onun heva ve hevesinden
yakasını kurtarmış, dünya kayıtlarından ve beşeriyet esaretinden halas olmuş zevat-
ı azadedir.
Hersekli Arif Hikmet merhumun:
Yare kul olmakla buldum, devlet-î hürriyeti.
İhtiyarımla esaret geldi kendimden bana!
diye bir beyti vardır ki, her türlü esaretten kurtulmuş ve yalnız hakkın kulu olmakla
hürriyet devletini bulmuş Ahrar-ı ümmet lisanındandır.
20
Hafız Şirazî:
“Hüner ve marifetten uzak bir şahsın üstündeki atlas elbiseye, tarikat
mücerretleri, yani hür olanlar, bir para vermez” beytiyle bu gibi erbab-ı hürriyeti
anlatmak ister.
Mesnevî-i Şerif’in:
“Oğul! Bağını kır ve hürriyetini bul. Ne vakte kadar gümüş ve altın kaydıyla
bağlanıp kalacaksın?” diye talimatı ve: “Kalbi nurlu bir üstad-ı kâmilin bendesi
olman, padişahların baş tacı olacak kadar yükselmenden daha iyidir” gibi telkinatı,
istiğna-meşrep olanlara hürriyetin zevkini ve azadeliğin şevkini getirir.
Vehüve ke Nili Mısra şerâbün lissâbirine ve hüsratün ala âli Fir’avne vel
kâfirîn.
Yani: “Mesnevî, Mısır’daki Nil nehri gibidir. Sabır ve mücahede erbabına ab-ı
hayattır. Firavun ve etbaı gibi küfür ve dalalet ashabına da ayn-i hasrettir.”
Bu fıkralar Sure-i Araf’taki:
فأرسلنا عليهم الطDوفان والجراد والقم ل والض فادع والد م آيات` مDفص لت` فاستكبروا
وكانوا قومIا مDجرمين * ولم ا وقع عليهم الر-جز قالوا يا موسى ادع لنا رب ك بما
عهد عندك لئن كشفت عن ا الر-جز لنؤمنن لك ولنرسلن معك بني إسرآئيل * فلم ا
كشفنا عنهم الر-جز إلى أجل` هم بالغوه إذا هم ينكثون * فانتقمنا منهم فأغرقناهم في
* اليم- بأن هم كذ بوا بآياتنا وكانوا عنها غافلين
Yani: “Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı mucizeler olmak üzere başlarına
tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik. (Böyle iken) yine (iman
etmeyi) kibirlerine yediremediler. Onlar öyle günahkarlar güruhu idiler.
Üzerlerine o azabı çökünce: Ya Musa, dediler, bizim için Rabbine- sana olan
ahdi hürmetine- dua et. Eğer bu azabı bizden ayırıp, sıyırırsan, ant olsun,
sana katiyen iman edeceğiz. Vakta ki biz, kendilerinin erişecekleri bir
müddete kadar, onlardan azabı giderdik, bir de ne bakarsın: Onlar,
yeminlerini bozuyorlar bile. Artık biz de bunca ayetlerimizi yalanladıkları,
onları umursamadıkları için, kendilerinden intikam almak istedik de hepsini
denizde boğduk” ayetleri ile hikâye buyrulan kıssaya işarettir.
Malumdur ki Hazreti Yusuf Aleyhisselamın davetiyle Kenan ilinden Mısır’a
gelen Yakup (a.s.) ile evladı ahfadı, başlangıçta orada muazzez ve mükerrem
tutulmuşlardı. O vakit Mısır hükümetindeki Firavunlar-Hiksoslar’dan, onlar ise
Amalika Araplarından idi. Sonra yerli Firavunlardan olup 18. sülaleyi teşkil eden
Amozis yahut Firrağmotozis Hiksosları cenuptan şimale doğru sürdü. Halefi
Totmozis ise onları büsbütün çıkarıp, Mısır’ı tamamıyla idaresine aldı.
Araplık ve İbranilik akrabalığı dolayısıyla Hiksoslar, Beni İsrail’e hürmet
ediyorlardı. Çünkü Araplar, İsmail; İbraniler, İshak Peygamber neslinden idiler.
Mısırlı Firavunlar ise onlara esir muamelesi yapmaya ve onları angarya işlerde
kullanmaya başladılar. Hatta çoğalmalarından çekindikleri için, erkek çocuklarını
kestiler. Nihayet Hazreti Musa, peygamber oldu. Kelimullah Hazretleri, iki vazife ile
mükellefti. Biri, Mısır halkını imana getirmek, diğeri Beni İsrail’i Arz-ı Mevud’a, yani
Filistin cihetine götürmek, orada bir idare teşkil etmekti.
Hazreti Musa bunları Firavun’a söyledi. Firavun imana gelmediği gibi, bedava
amele demek olan Beni İsrail’i de kaçırmak istemedi. Bazı kitaplarda bu Firavun’un
21
adı Velid bin Reyyan diye gösterilmiştir. Fakat doğru değildir. Çünkü Velid, Arap
adıdır. Hazreti Yusuf zamanındaki Firavun, Araplardan idi. Lakin Musa (a.s.)
devrindeki Firavun, Arap değildi, tabiatıyla adı da “Velid” olamazdı.
Hazreti Mevlâna:
“Bi-renklik, renk esiri olunca Musa, Musa ile kavgaya başladı” beytinde, Musa’nın
Firavun’u olan şahsın adının da Musa olduğunu söylüyor.
İşte bu Firavun, Hazreti Musa’nın tekliflerini reddedince, Kelimullah’ın duası
ve mucizesi eseri olarak Mısırlılar birtakım belalara uğradılar. Bu belalara Tevrat’ta
Mesaib-i aşere deniliyor ki, çeşitleri şunlardır:
1-Nil sularının kan renginde görünmesi,
2.3.4- Her tarafa bit, kurbağa ve haşarat üşüşmesi,
5- Hayvanların vebaya uğraması,
6- İnsanların çıbanlara tutulması,
7- Dolu yağıp ekinlerin mahvolması,
8- Çekirge yağması,
9- Sis basması, ortalığın üç gün kararması,
10- İnsanlardan ve hayvanlardan ilk doğan çocuğun ölmesi.
Kur’an-ı Kerim’de, bu musibetlerin hepsi zikredilmemiştir. Çünkü Kur’an,
tarih kitabı değildir. Tarihî bazı vakalardan bahsetmesi, onların insanlara ibret
olması içindir.
Nihayet Firavun, Beni İsrail’in Mısır’dan çıkmasına izin verdi. Musevîler,
Milattan 1641 yıl evvel, Nisanın 12. gecesi yola çıktılar. Hatta o gece, aceleden
mayasız ekmek yediler. Yahudilerin şimdiki “hamursuz bayramı”, Mısır’dan
çıkışlarının hatıra-i şükranıdır.
Firavun, verdiği izne pişman oldu. Beni İsrail’i geri çevirmek için, ordusuyla
beraber onları takibe çıktı. Süveyş körfezinin Mısır sahilinde onlara yetişti. Hazreti
Musa ile ümmeti, mucize olarak denizi geçti. Firavun ile ordusu boğulup gitti.
Bazıları, Beni İsrail, denizin cezir halinden istifade ederek karşıki sahile geçti(!)
diye bunun bir mucize olduğuna inanmak istemezler. Öyle de olsa, hareketin cezir
zamanına tesadüf ettirilişi, Firavun ile ordunun denizdeki yollara girince meddin
başlaması ve onları boğması da yine bir mucizedir. Nil’in kan renginde görünmesi;
Kıptîlere, yani Mısır halkına mahsus bir bela idi. Sıbtîler, yani Beni İsrail, su olarak
içiyorlardı. Hatta bir Kıptî ile bir Sıbtî’nin bir kaptan beraber içmek istediği,
Sıbtî’nin tarafı su, Kıbtî’nin tarafı kan göründüğü rivayet olunur.
Hazreti Mevlâna da: “Manevî hayat veren şu sözler, Nil suyu gibidir. İlahî onu
Kıbtî siret olanlara kan gibi göster” diyerek Mesnevî’yi bu itibarla Nil nehrine
benzetiyor. Onun erbab-ı ihlasa ab-ı hayat geleceğini, dinsizlerin ve münkirlerin ise
nefretini ve istifadesizliğini mucip olacağını haber veriyor. Hakikaten böyledir.
Kur’an-ı Kerim için Esatir-ül Evvelin yani “Eski masallar” hezeyanını edenler olduğu
gibi, Mesnevî için de kurt-tilki masalları diyenler vardır. Cenab-ı Hakk, Kelam-ı
Kadim’i hakkında:
إن الل ه ل يستحيي أن يضرب مثلI م ا بعوضةI فما فوقها فأم ا ال ذين آمنوا فيعلمون
أن ه الحقD من ر ب-هم وأم ا ال ذين كفروا فيقولون ماذا أراد الل ه بهذا مثلI يضلD به كثيرا
* ويهدي به كثيراI وما يضلD به إل الفاسقين
Yani: “Allah onunla birçoğunu şaşırtır, yine onunla birçoğunu yola
getirir” buyuruyor. Kur’an dolayısıyla insanlardan çoğunun delalete düşeceğini,
22
çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur’an öyle olduğu gibi, Mesnevî de
öyledir. Nitekim sahib-i arifi de:
“Kur’an gibi bizim Mesnevî de bazılarını hidayete, bazılarını dalalete sevk
eder” diyor.
Ve innehu şifaüssuduri, ve cilaül ahzâni, ve keşşâfül Kur’ani
Yani: “Mesnevî, kalplerdeki marazların şifası, dünyanın varına-yoğuna
ehemmiyet vermekten ileri gelen hüzünlerin cilası, Kur’an-ı Kerim’in de zahirî ve
batınî apaçık manasıdır.”
Bu fıkraların ikisiyle Sure-i Yunus’taki:
يا أيDها الن اس قد جاءتكم م وعظةA م-ن ر ب-كم وشفاءA ل-ما في الصDدور وهدIى ورحمة
* ل-لمؤمنين * قل بفضل اللuه وبرحمته فبذلك فليفرحوا هو خيرA م-م ا يجمعون
Yani: “Ey insanlar; Rabbinizden size vaaz-u nasihat ve içinizdeki
illetlere şifa, bir de müminlere hidayet ve rahmet olmak üzere Kur’an-ı Kerim
gelmiştir. Habibim; haber ver ki şu geliş, Allah’ın fazl-u rahmetiyledir. İşte
bundan dolayı ferahlasınlar. Kur’an, başkalarının topladığı mal ve servetten
hayırlıdır” ayetlerine işaret olunmuştur.
Hak Sübhanehu ve Teala, Kitab-ı Münzel’inin şifa-i sudur, bais-i ferah ve
sürur olduğunu ve bu ayetlerle beyan buyurmuş, onun tefsir-i mebanisi ve keşşafı
meanisi olan Mesnevî’nin de o hassaya mazhar olduğunu nazım-ı ekmeli ifade
eylemiştir.
Veseatül erzâki, ve tetyîbül ahlaki
Yani: “Mesnevî, rızıkların genişlemesine, ahlakın da iyileşmesine sebeptir.”
Fakr-u halinden şikâyet eden bir sahabeye, taraf-ı Risaletten:
“Daima abdestli bulun, rızkın genişler” buyrulmuştur. Mesnevî de okuyan ve
dinleyenlerine, maddî ve manevî temizliğe kavuşup, kötü huylardan sakınmayı
hemen her sahifesinde tavsiye eylemektedir. Hatta ilk hikâyesinin mevzusu: Nefsin
tezkiye ve tasfiyesine dairdir. Binaenaleyh, tavsiyesiyle amel edenler için rızkı
artırıcı ve ahlakı iyileştiricidir.
Bieydî seferatin, kiramim beraratin yemneune bi ellâ yemessühu illel
mütahherun. Tenzîlüm mirrabbil âlemin.
Yani: “Mesnevî, kerim ve salih olan kâtipler eliyle yazılmıştır, temiz
olanlardan başkasını Mesnevî’ye temas eylemekten menederler. Mesnevî, Rabb’ül-
âleminden ilham olunmuş bir kitaptır.”
Bu fıkralar ile Sure-i Abese’deki:
كل ا إن ها تذكرةA * فمن شاء ذكره * في صحف` مDكر مة` * م رفوعة` مDطه رة` * بأيدي
* سفرة` * كرام` بررة
Yani: “Çünkü o (Kur’an) bir öğüttür. Binaenaleyh dileyen onu beller. O,
(Allah indinde) çok şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdedir. Kıymetli,
sevgili, takva sahibi kâtiplerin elleriyle (yazılmıştır).”
Sure-i Vakıa’daki:
23
إن ه لقرآنA كريمA * في كتاب` م كنون` * ل ا يمسDه إل ا المطه رون * تنزيلA م-ن ر ب
* العالمين
Yani: “Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır ki sıyanet edilmiş
bir kitapta yazılıdır. Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el
süremez.(O) âlemlerin Rabbinden indirilmedir” ayetlerine işaret edilmiştir.
Sefere-i kiram yani: “Kur’an’ı yazan kâtipler, onu levh-i mahfuzdan istinsah
eyleyen meleklerdir” denilmiş, vahiy kâtipliği hizmetinde bulunana ashab-ı kiram
olduğu söylenilmiştir. Bu takdirde, suhufu merfua ve mutahhara, üzerlerine Kur’an
ayetleri yazılan ve tabii yüksek yerlerde muhterem tutulan ulvi sayfalardır.
Kitab-ı Meknun için, müfessirlerden bazıları levh-i mahfuz demiş, bazıları
“lâyemessühu”daki zamiri, “levh”a irca ile “levh-i mahfuza melâike-i
mutahharadan başkası temas edemez ve oradaki esrara muttali olamaz” tefsirini
yapmış; bazıları da zamiri, Kur’an’a irca ile “Kelam-ı ilahîye, yani Mushaf-ı Şerife
pak ve abdestli olmayan dokunamaz” manasını vermiştir.
Hüseyin Vaiz, tefsirinde “Bahr-ül Hakaik”tan naklen diyor ki: “Buradaki
“mes”den maksat: Kur’an esrarının inkişafıdır. Şu halde, ayet-i celilenin manası
“Gayr ve gayrılık vehminden kurtulamayan, Hakkı halk aynasında, halkı da mirat-ı
Hakk’ta göremeyen kimse, Kur’an’a temas edemez, yani ondaki ilahî esrara muttali
olamaz” demektir.
Mesnevî de ilham yoluyla Canib-i Hakk’tan nazil olmuştur. Hüsameddin
Çelebi ve şimdiye kadar istinsah-ı Mesnevî hizmetinde bulunan salih kâtipler eliyle
yazılmış ve her yerde yüksek ve muhterem tutulmuştur. Taharet ve salah
erbabından maadasının ona teması, yani mütalaasıyla dinlenmesinden feyz- i
marifet alması kabil değildir. Çünkü öyle na-pak olanlar “Samirî” hilkat bir takım
şahıslardır ki, “lâmisas” tehdidiyle Mesnevî’ye yaklaşmadan uzaklaştırılırlar.
Samirî: Beni İsrail’den olup, altın buzağıyı yapan ve Yahudileri ona taptıran
adam idi ki, Hazreti Musa tarafından lanetlenmiş ve kavim arasından kovulmuştu.
Biri, yanına gelse ikisini de dehşetli sıtma tutar ve titretirdi. Onun için bir insan
görecek olsa, “lâmisas” yani, “yaklaşma, dokunma,” diye bağırırdı.
Lâ ye’tîhil batılü mim beyni yedeyhi velâ min Halfihî Vallahü yersidühu ve
yerkubühu vehüve hayrun hâfizan vehüve erhmürrahimin.
Birinci fıkra:
إن ال ذين كفروا بالذ-كر لم ا جاءهم وإن ه لكتابA عزيزA * لا يأتيه الباطل من بين يديه
* ولا من خلفه تنزيلA م-ن حكيم` حميد
Yani: “Kâfirler, kendilerine gelen zikr-i ilahîyi, (Kur’an-ı Kerimi) inkâr
ettiler. Hâlbuki o, hakikaten bir Kitab-ı Aziz’dir. Onun evvelinden de sonundan
da batıl zuhur etmez. O (Kitab-ı Kerim) hakim ve hamid olan Cenab-ı Hakk
tarafından gönderilmiştir” ayetlerinden iktibas edilmişti.
Üçüncü fıkra da aynen Kelam-ı ilahîden muktebesdir. Hazreti Mevlâna bu
fıkra ile diyor ki:
Canib-i ilahîden vahy-i münzel olan Kur’an-ı Kerim, nasıl avn-i samedanide
ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna imkân ve ihtimal yoksa
Mesnevî de öyledir. İlham-ı Rabbanî eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân
yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir. Nitekim yedinci cilt namıyla bir
ilave yapılmış ve âlim bir Mevlevî şeyhine şerh ettirilmişse de umumun makbulü
olamamış, Mesnevî’nin saffeti asliyesi bozulmamıştır.
24
Ve lehu el kaabün üharu lekkabehüllâhü Teala bihâ.
Yani: Şu sayılan şeylerden başka, Mesnevî’nin bir takım lakapları daha vardır
ki, onlar da Allah tarafından ihsan buyrulmuştur.
Lakap bir şeyin asıl ismine ilaveten verilen vasıftır ki teşrif, tarif ve teshif
diye üç derece itibar olunur.
Lakab-ı teşrif: İsme şeref verir. Nazım-ı Mesnevî gibi ki, Hazreti Mevlâna
Celaleddin-i Rumî demektir.
Lakab-ı tarif: İsmi anlatır. Şarih-i Mesnevî İsmail Ankaravî gibi.
Lakab-ı teshif: İsmi, tahkir eder. Meşhur, cinci hoca gibi…
يا أيDها ال ذين آمنوا لا يسخر قومA م-ن قوم` عسى أن يكونوا خيرIا م-نهم ولا نساءA م-ن
ن-ساء` عسى أن يكن خيرIا م-نهن ولا تلمزوا أنفسكم ولا تنابزوا بالألقاب بئس السم
* الفسوق بعد الإيمان ومن ل م يتب فأولئك هم الظ المون
Yani: “Birbirinize hoşa gitmeyecek ve gücendirecek lakaplar
takmayınız” nehyi, bu üçüncü kısım içindir. Mesnevî’nin sayılan ve sayılmayan
lakapları, teşrifiyye kabilindendir. Saminame, Hüsaminame ve Mahz-i Kur’an gibi.
Hazreti
Mevlâna bunu haber vermekle beraber, buyuruyor ki:
Vektesarnâ ala hâzel kalîli velkalîlü yedüllü alelkesiri vel cür’atü tedüllü alel
gadîri ve hafnetü tedüllü alel beyderil kebîri.
Yani: “Biz, şu birkaç lakabı söylemekle sözü kısa kestik. Az, çoğa; bir damla
su, bir göle; iki avuç dane, büyük bir harmana delalet ettiği gibi, saydığımız
Lakaplar ve hassalar da diğerlerine işaret olabilir.”
Yekulül abdüzzaîfül muhtacü ilâ rahmetillahi Teala Muhammedübnü
Muhmmedibnül Huseynil Belhîy tekabbelallâhü minhü.
Yani: “Allah Teala’nın zayıf bir kulu ve ilahî rahmetin muhtacı bulunan
Muhammed bin Muhammed bin-il Hüseyn-il-Belhî- ki, Mesnevî’nin nazmı
hususundaki mesaisini Allah kabul etsin- der ki”
Dergâh-ı ilahî yakınlarının en ziyade arzu ettiği ve nailiyeyetile iftihar
eylediği mertebe-i ulya “abdiyet = kulluk” makamıdır. Allah’ın en ziyade sevdiği
ismin “Abdullah” olduğu bir hadis-i şerifte beyan buyrulmuştur. Sultan-ül-Enbiya
Efendimiz, seyyid-i kâinat ve server-i mahlukat olduğu halde, lisan-ı ilahî, Hakk-ı
Risalet-penahisinde “abd” tabirini kullanmış.
سبحان ال ذي أسرى بعبده ليلI م-ن المسجد الحرام إلى المسجد القصى ال ذي باركنا
* حوله لنريه من آياتنا إن ه هو الس ميع البصير
Yani: “Kulunu (Muhammed s.a.v) bir gece Mescid-i Haram’dan (alıp)
Mescid-i Aksa’ya kadar götüren (zat-i ecelle ve âlâ her türlü nakiysalardan)
münezzehtir” buyurmuştur.
Keza “Ruhullah” ve “Kelimetullah” derecelerine yükselmiş olan Hazreti İsa,
daha beşikte iken:
25
قال إن-ي عبد الل ه آتاني الكتاب وجعلني نبيrا * وجعلني مباركIا أين ما كنت
* وأوصاني بالص لوة والز كوة ما دمت حيrا
Yani: “(İsa dile gelip) dedi ki: Ben hakikat Allah’ın kuluyum. O, bana
kitap verdi. Beni peygamber yaptı. Beni mübarek kıldı” diyerek Allah’ın kulu
olmakla iftihar etmişti.
Hıristiyanlar, Hazreti İsa’yı Allah’ın oğlu, hatta Allah yaparlar; bunu
yapmakla da “Ben Allah’ın kuluyum” demiş olan Hz. İsa’yı tekzip ederler de, kaş
yapayım derken göz çıkarmış olduklarının farkına varmazlar.
Büyüklerin huzurunda tekebbür değil, tekebbüre az da olsa, delaleti olan
tabirlerin bile kullanılması, nezakete aykırı sayılır. Onun için “Ben” diyecek yerde,
“Bendeniz”, “duacınız” ve “fakiriniz” gibi sözler sarf olunur. Vaktiyle saraya
mensup olmak, imzanın üstüne “Bendegân-ı Hazreti Şehriyariden” tabirini
kondurmak iftihara vesile olurdu.
Kibriya-yı İlahî ise tabii bizim bildiğimiz büyüklerin azametine asla
benzemez.
Büyüksün İlahî, büyüksün büyük,
Büyüklük, yanında kalır pek küçük!
İşte o kibriya-yı bi-tenahiyi daha iyi idrak eden büyükler, ona karşı tezellül
ve ihtiyaç ile müftehir bulunur. Binaenaleyh kendilerinden abd-i zaif, hakir-ü fakir
gibi evsaf ile bahsederler.
Hazreti Mevlâna’nın:
Men benden şüdem, bende şüdem, bende şüdem,
Men bende behaclet beser-efgende şüdem,
Her bende şeved şâd ki âzad şeved,
Men şâd ezânem ki türâ bende şüdem,
Yani: “Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum, Ben abd-i zaif, kulluğumu
layıkıyla ifa edemediğim için utandım ve başımı önüme eğdim; her köle, azat
edilince sevinir. İlahî; ben ise, sana kul olduğum için seviniyorum.”
Rubaisi, bu makamda söylenilmiş olan en üstün sözlerdendir. Şurası da
bilinmelidir ki, sureta mütevazı, lakin manen pek yüksek olan bu zevat-ı kiramın
ibadetleri gibi, ubudiyetleri de mabud-i yegâneye münhasırdır. Onlar: Şuna-buna,
huluskarlık için arz-ı hürmet etmezler. Belleri ekâbire reverans yapmak için değil,
namaz esnasında rükû için eğilir. Elleri, zenginlerden sadaka almak için değil,
nimet sahibi olan Allah’a dua etmek için açılır.
Hakim-i Senaî hazretleri, kendisini ziyarete gelip de bir kese altın bırakmak
isteyen Behramşah’a: “Altını ahaliden toplayıp da saçmaktansa, onu almamak daha
iyi değil midir?” mealinde bir beyit okuyup, kaseyi reddetmişti.
Hazreti Mevlâna da, sallanan hükümetiyle böbürlenmek isteyen Konya’daki
Selçukî hükümdarına: “Ben tahttan inip tabuta binen şahlardan değilim, Benim
manevî saltanat fermanımın unvanı (Halidîne ebeden) ayetidir” buyurmuştu.
Hülasa, evliyaullah hazeratının şiarı: Allah’a karşı kendilerini fakir görmek,
insanlara karşı da minnet etmemektir.
İctehedtü fi tetvîtil Manzumil Mesnevîyyil müştemili alel ğarâbi vennevâdiri ve
ğuraril mekâlâti ve düreriddelâlâti ve tarikatizzühâdi ve hadîkatil ubbâdi
kasiratil mebânî kesiretil meânî
26
Yani; Hazreti Nazım buyuruyor ki: “Garib ve nevadiri şamil, parlak
makaleleri, âşıkar dellileri havi, zahitlerin yolu, abidlerin sevinç yeri olmak; bir de
elfazı az, manası çok bulunmak üzere Mesnevî’yi nazm için uzun uzadıya uğraştım.”
Zühhat zahitin, ubbad abidin cem’idir. Devr-i ashabdan sonra ki zevata
“Tabiîn”, daha sonrakilere “Tebe-i tabiîn” denir. Bunların arasından zühd-ü taat ile
temayüz edenlere “Zahit” ve “Abid” tabir olunur. Bu sınıf arasına bazı riyakârların
da katılmasına mebni, hakikî zahitler ve abidler “Sofi” unvanını kabul ettiler. İlk
defa sofî adını alan ve Remle kasabasında ilk zaviyeyi açan Ebu Haşimüs-Sufi
kuddise sirruhudur.
Zahit ile abidin tarifinde: “Allah’ın farzlarını eda et, abid olursun. Allah’ın
verdiği kısmete nefsini razı kıl, zahit olursun” denilmiştir. Şu halde, Hakk’ın
farzlarını tamamıyla ve kemaliyle ifa eyleyen abid, az-çok her ne ise, mukadder
olan kısmete rıza gösteren de zahittir.
Zühdün esası: Gınay-ı kalb ve kanaattir. Onu haiz olmayanlar; zahit değil,
fasık-ı mahrumdur. Büyükler:
“Bulmamak da kısmetten sayılır” demişlerdir.
Bulmaz, yemezdir ekserî erbab-ı iffetin,
Gördük zamanenin nice perhizkârını!
Kibar-ı ümmetten Şakik-i Belhî (kuddise sırruh) – meşhur İbrahim Edhem
(kuddise sırruh) tarafından “üstadsın” diye eli öpülmüştür— bir defa Bağdat
halifesinin huzuruna çıkarılmış. Halife:
— Şakik-i zahit sen misin, diye sormuş. O da:
— Şakik benim amma, zahit sensin, cevabını vermiş.
Halife:
— Bu kadar debdebe içinde, ben nasıl zahit olurum, sualinde bulunmuş; Şakik de:
— Cenab-ı Hakk, metaı dünya için “Kalil” demiştir. Sen o kalile “aza” kanaat
etmişsin; zahit ise aza kanaat eyleyendir, deyince, Halife ağlamaya başlamış.
Şakik-i Belhî ile İbrahim Edhem, bir gün buluşmuş. Şakik: “Ne yapıyorsunuz?”
diye sormuş, İbrahim Edhem: “Bulursak şükür, bulamazsak sabrediyoruz.” demiş.
Şakik: “Horasan’ın köpekleri de böyle yaparlardı” deyince, İbrahim Edhem: “Siz ne
yapıyorsunuz?” sualinde bulunmuş. Şakik’in: “Bulursak dağıtıyoruz; bulamazsak
şükrediyoruz” demesi üzerine, İbrahim Edhem: “Üstadsın” diyerek Şakik’in elini
öpmüştür.
İşte Mesnevî-i Şerif, riyakâr abid ve zahitlerin değil, Şakik ve İbrahim Edhem
gibi hakikî züht erbabını seyrinden ve siyerinden bahsettiği gibi, garip ve nadir
fıkraları, parlak ve şairane tasvirleri, gayet vazıh ve kavi, aklî ve naklî delilleri havi
bir eserdir. Hem de “Bana az kelime ile çok mana ifade etmek hassası verildi”
buyuran Peygamber-i Ekberimizin veraset-i kâmilesi eseri olarak, az kelime ile çok
manayı ifade etmiştir.
Şimdiye kadar okuyabildiğimiz fıkralardaki lafızların azlığına karşı, onları
âcizane şerh için söylediğim sözlerin çokluğu, bu hususta en parlak bir burhandır.
Listidâ-i seyyidî ve senedî ve mu’temedî ve mekânerruhu min cesedî ve
zehirati yevmî ve ğadi.
Yani: “Ruhum mesabesinde olan, bugün de, yarın da manevî zahirem bulunan
seyyidim, senedim, mutemedim Hüsameddin Çelebi’nin talebiyle Mesnevî’yi tanzim
eyledim.”
Çelebi Hüsameddin hazretleri, aşağıdaki fıkralarda beyan buyrulacağı üzere,
aslen Kürttür, yani Türk ırkındandır. Konya’nın eşraf ve ayanından iken, yalnızlığı
27
ihtiyar eylemiş, Hazreti Mevlâna’ya intisap ederken on seneden fazla hizmet-i
Mevlâna’da bulunmuş, Mesnevî’yi yazmak vazifesi ile adının ebediyen anılmasına
muvaffak olmuştur. Hazreti Pir’in kendisine fevkalade teveccüh ve muhabbeti
vardı. O teveccüh sayesinde kâmil ve mükemmel olarak yetişen Çelebi, daha
Hazreti Mevlâna’nın hayatında ve Şeyh Selahaddin Zerkub-i Konevî’nin vefatından
sonra, müntesibin-i Mevlevîyyenin teslik terbiyesiyle meşgul olur, adeta “Tarikatçı
dedelik” vazifesini görürdü. Hazreti Mevlâna’nın vefatından sonra, Sultan Veled’in
ısrarıyla makam-ı Pire geçmiş, 12 sene Mesnevî okutmak ve halkı irşat etmekle
meşgul olmuştur.
Çelebi Hazretlerinin nazar-ı Mevlâna ile nasıl yetiştiğini ve şeyhinden nasıl ve
ne derece müstefit ve müstefiz olduğunu, bizzat Hazreti Pir’in gerek bu
mukaddimede, gerek sırası geldikçe Mesnevî metninde görülecek iltifatından
anlamalıdır.
Vehüveşşeyhu kudvetül arifîn, ve imâmülhüdâ velyekîn, mügîsül verâ eminül
kulubi vennühâ.
Yani: “Hüsameddin Çelebi; ariflerin muktedası, hidayet ve yakin erbabının
rehberi, kalp ve akıl sahiplerinin emini, acizlerin imdadına yetişen bir şeyh-i kâmil
ve mürşid-i mükemmildir.”
Vedîatullahi beyne halîkatihî ve saffetihî fî berraytehu ve vesayahü
linebiyyihî ve habâbyahü ı’nde safiyyih.
Yani: “Hüsameddin Çelebi, mahlukat arasında Allah’ın emaneti, insanlar
içinde Allah’ın güzidesi bir zat-i ali olduğu gibi; hürmetlerini Allah’ın Resul-i
Ekreme tavsiye eylediği zevat-ı şerifeden, kadr-ü şanını esfiyay-ı ümmetten
gizlediği mesturin-i ilahîyyedendir.”
Vesayahü linebiyyihî: Yani “Allah’ın peygamberine tavsiye eylediği zevat”
kudemay-ı ashabın fukara sınıfında bulunanları idi. Kureyş’in eşraf-ü ayanı, Resul-i
Ekrem Efendimize: “Eğer meclisindeki fukara takımını defedecek olursan, biz de
geliriz, konuşuruz, belki de anlaşırız” demişler ve Aleyhissalat Efendimiz
tarafından: “Onu yapamam,” cevabını almışlardı.
“Öyle ise, biz gelince onlar çekilsinler,” teklifinde bulundular. Sallallahü
aleyhi ve sellem Hazretleri, Ayan-ı Kureyş’in imana gelmesi arzusuyla, muvafakat
etmek istedi.
Zat-i akdesi Risaletin bu arzusu, pek tabiî bir şeydi. Çünkü kendisi “Hadi”
isminin mazhar-ı tammı idi. Semay-ı hidayetin, parlak güneşi bulunuyordu. Güneş,
nasıl âlem-i şemsînin her noktasını aydınlatmak isterse, Afitab-ı Risalet Efendimiz
de muzlim bir kalp, karanlık bir beyin kalmamasını, beşeriyet idrakinin hakikat
ziyası ile münevver olmasını isterdi. Nitekim şu hali, Kelam-ı İlahîde:
لقد جاءكم رسولA م-ن أنفسكم عزيزA عليه ما عنتDم حريصA عليكم بالمؤمنين رؤوف
* ر حيم
Yani: “Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür.
Müminleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır” ayetiyle haber veriliyor.
Hâlbuki Resul-i Ekrem, Kureyş zenginlerine cevap vermeden evvel:
28
ول تطرد ال ذين يدعون رب هم بالغداة والعشي- يريدون وجهه ما عليك من حسابهم
* م-ن شيء` وما من حسابك عليهم م-ن شيء` فتطردهم فتكون من الظ المين
Yani: “Sabah, akşam Rabblerine, sırf onun cemalini dileyerek, dua
edenleri (huzurundan) kovma”
واصبر نفسك مع ال ذين يدعون رب هم بالغداة والعشي- يريدون وجهه ولا تعد عيناك
عنهم تريد زينة الحياة الدDنيا ولا تطع من أغفلنا قلبه عن ذكرنا وات بع هواه وكان
* أمره فرطIا
Yani: “Sabah, akşam Rablerine (sırf) onun cemalini dileyerek dua
edenlerle beraber candan sabr(u sebat) et. Gözlerini onlardan ayırma” ayetleri
nazil oldu. Sureta fakir, fakat manen her biri bir emir olan o zevat-ı kirama iltifat
buyurması Aleyhissalat Vesselam Efendimize emredildi. Çünkü onlar, fakr-ü
zaruretleri dolayısıyla Kureyş zenginlerinin menfuru olsalar da, sıdk-ı niyetleri ve
safvet-i kalbiyyeleri cihetiyle Allah’ın makbulü idiler. Hüsameddin Çelebi de o
sahabe-i kiramın izinde yürüyen bir zat-ı şerif olduğu için, Allah’ın peygamberine
tavsiye etmiş olduğu zevat-ı aliyye cümlesindendir.
Ve Habayahü inde safiyyihe gelince. Evliyaullahtan bir kısmının vilayeti,
vilayet-i hafiyyedir. Onların mahiyet-i manevîyye ve kurbiyyet-i ilahîyyesini Zat-ı
Bari’den başka kimse bilmez.
Evliyaî tahte kubâî, lâ ya’rifühüm ğayrî
Yani: “Velilerimizin bazıları, görünmeyen kubbelerimizin altında
gizlidir. Onları benden başka kimse tanıyamaz” hadis-i kutsisinde bildirilen
rical-i mesturinin derecesi, hatta Melek-i Mukarreb ve Nebiyy-i Mürselin malumu
değildir. Hüsameddin Çelebi de o mesturin-i ilahîyeden biridir.
Hazreti Mevlâna, bir gazelinde:
Mealen: “Cemal-i manevî ashabının hususî kadehle izaz eyledikleri halvet-i
hassa, yabancı giremez. Ruh-ül- Kudüs, Yani Cebrail, o meclis-i ünsün dışında kalır,
Hızır ise ancak perdedarı olabilir” buyurmuştur.
Mevlâna Cami kuddise sırruhunun Nefehat-ül Üns tercümesinde, Lamiî Çelebi
der ki: “Hak sübhanehu ve Teala nübüvvet burhanını kıyamete dek baki eylemiş ve
evliyayı ol burhan izharına sebep kılmıştır. Ta peyveste ayat-ı Hak ve huccet-i sıdk-ı
Muhammed s.a.v. zahir ola ve onları âlemin valileri etmiştir. Asmandan yağmur,
anların ekdamı berekatında nazil olur ve zeminden otlar anların safay-ı
himmetleriyle biter ve kâfirlere Müslümanlar anların takviyeleriyle nusret bulurlar.
Ve onlar dört bin kimesnedir ki, mektumlardır ve birbirini anlamazlar ve suret-i
hallerini bilmezler ve cemi-i ahvalde kendilerinden ve halayıktan mestur olurlar.”
Nefehat-ül Üns tercümesinde, evliyaullahın envaına ve derecelerine dair
epeyce malumat vardır.
Miftahu hazâinil erşi, eminü künuzil ferşi, ebül fedaîli Hüsâmül hakki veddini
Hasen ibni Muhammed ibni Hasenil Ma’rufi bi ibni Ehî Türk.
Yani: “Çelebi; arş hazinelerinin anahtarı, ferş, yani yer definlerinin emini,
zahirî ve batınî birçok fazilet sahibi, hakkın ve dinin keskin kılıcıdır. İsmi: Hasan bin
Muhammed bin Hasan’dır. İbn-i Ehî Türk denilmekle tanınmıştır.”
Şu sıfatlardan Çelebi’nin kutub olduğu ve sema ve arzın manevî idaresinin
ona verilmiş bulunduğu anlaşılıyor:
29
Ebu yezidil vakti ve cineydüzzemani, Sıddîk übnissıddîk Razıyllâhü anhü ve
anhüm.
Yani: “Hüsameddin Çelebi; vaktin Bayezid-i Bestamî’si, zamanın Cüneyd-i
Bağdadî’sidir. Sıddık oğlu Sıddık oğlu Sıddıktır. Allah, kendisinden ve âbâ vü
ecdadından razı olsun.”
Bayezid-i Bestamî Kuddise sırruhu hazretleri, kibar-ı evliyaullahtandır.
Horasan’ın Bestam şehrinde doğmuş, bir asır kadar yaşamış, 260 tarihinde irtihal
etmiştir. İsmi: “Tayfur bin İsa” idi. Sofiye kitapları menakıb-ı âliyesiyle doludur.
Ezcümle şu fıkrası meşhurdur: Müritlerden biri: “Kürkünüzden bir parça
lütfetseniz de teberrüken üstümde taşısam” demiş. Hazreti Bayezid de: “Oğlum;
sen çalış da adam ol. Yoksa Bayezid’in kürkünü üstünde taşımak değil, derisini
yüzüp içerisine girsen bile fayda olmaz” cevabını vermiştir.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin-i Arabî kuddise sırruhu, Fütühat’ında buyuruyor ki:
“Makam-ı Muhammedî füyuzatından Bayezid’e, bir iğne ucu kadar verilmişti.
Tahammül edemedi: ‘Sübhani ma azame şanî’ demeye başladı. Bana ise bir şara,
Yani kıl kadar feyz-i Muhammedî ihsan olundu.” Şeyhin şu ifadesinden, feyz-i
Muhammedî’deki sonsuzluğu ve Zat-i akdes-i Risalet’teki büyüklüğü düşünmeli!
Hazreti Cüneyd’e gelince: Bağdat’ta yetişmiş bir arif-i ekmeldir. İmam-ı Şafii
ve Süfyan-ı Sevrî’den ders okumuş, dayısı Hazreti Sakatî’den süluk görmüştür.
Meslek-i tasavvufu, muntazam ve mazbut bir hale getirmiş; birçok urefay-i ümmet
kendisinden feyz almıştır, Turuk’u aliyyeden ekserisinin silsilesi kendisine varır.
Safiyye arasında “Seyyid-üt taife” unvanıyla yâd olunur. Rivayete göre, 207
tarihinde doğmuş, 298’te irtihal eylemiştir. Bayezid-i Bestamî ile muasır idi.
Hazreti Sakatî ile birlikte metfun bulunduğu türbe, Bağdat’ta meşhur ve ziyaretgâh
imiş. Cüneyd’e nispet edilen taş basması Farisî bir divan, onun değildir. Çünkü
nazm-ı Farisî’ye dördüncü asır iptidalarında başlanılmıştır.
İşte Hazreti Mevlâna’nın ifadesinden anlaşıldığına göre, Hüsameddin Çelebi
de bu iki zat-ı âlinin derecesine yükselmiş ve soyca sıddıkiyyet mertebesini bulmuş
bir arif idi!
Elmerviyyül aslil müntesibi ileşşeyhil mükerremi bimâ kâle emseytü kürdiyyen
ve esbahtü arabiyyen kaddesAllahü ruhâhü ve ervâha ehlafihi fenî’messelefü
ve ni’mel halefü.
Yani: “Hüsameddin Çelebi’nin aslı, Urmiyyelidir. Emseytü kürdiyyen ve
asbahtü Arabiyyen demekle mükerrem olan Şeyh Ebü’l-Vefa-i Kürdî neslindendir.
Allah, şeyhin ve haleflerinin ruhlarını takdis etsin. Ne güzel bir selef ve ne güzel bir
halef…”
Şeyh Ebülvefa: Aslen Kürt ve ümmî olduğu halde, Bağdat’ta nispet-i
sofiyyesiyle şöhret almıştır. Bazı kimseler, kendisini müşkül bir mevkide bırakmak
için:
—Bir gün bize vaaz etsen dediler; o da:
—İnşallah, yarın cevabını verdi. Ertesi gün kürsüye çıkıp “Emseytü Kürdiyyen
ve asbahtü Arabiyyen”, yani “Gece Kürt idim, sabahleyin Arap oldum” diye,
söze başladı, o kadar hakayık ve maariften bahsetti ki, cemaati hayretlere
düşürdü.
Mesnevî şarihlerinden Sarı Abdullah Efendi, Şeyh Ebülvefa’nın Davud-i Ta’i ile
muasır olduğunu söylüyor. Şu halde, hicretin ikinci asrı ricalindendir. Hasan-i
Basrî’nin halifesi ve Davud-i Ta’i nin şeyhi bulunan Habib-i Acemi Hazretlerinin de,
böyle bir sözü vardır. Hazreti Habib, Arapçayı layıkıyla söyleyemediği halde, Kur’an
dinlerken ağlamış.
30
— Sen Acemsin, Arapça’dan ne anlıyorsun ki Kur’an dinlerken ağlıyorsun, diye
sormuşlar.
— Ben Acemim ama kalbim Araptır, cevabını vermiş. Hazreti Pir’in,
Hüsameddin Çelebi hakkında, “Sıddık bin Sıddık” buyurması, Çelebi’nin Ebü’lVefa
gibi bir şeyh-i mükerrem neslinden olmasındandır.
Lehu nesebün elkatişşemsü aleyhi ridâehâ ve hasebün erhatinnücumü aleyhi
edvâehâ.
Yani: “Hüsameddin Çelebi’nin bir nesebi, bir silsilesi var ki, Güneş onun
üstüne ridasını atmış, yani şuasını aksettirmiş; keza bir hasebi var ki, onun yanında
yıldızların nuru sönük kalmıştır.”
Bundan maksat: Çelebi’nin asaletindeki parlaklığı anlatmaktır.
Lem yezel finâühüm kıbletel ikbâli yeteveccehü ileyhâ benülvütali ve ka’betel
âmâli yetufü bihâ vüfudül ufâti.
Yani: “Hüsameddin Çelebi ile ona mensup olanların dergâhı, ümera zadelerin
kıble-İkbali ve mecd-ü azamet murahhaslariyle lutf’u ihsan talipleri cemaatinin
tavaf edeceği Kâbe-i amal olmaktan hali kalmasın.”
Bu fıkra ile dünya halkının her sınıfı, yani ümerası, fukarası, Çelebi’nin
kapısına müracaatla ondan feyiz alsın demek isteniliyor.
Velâ zâle kezalike mâ talea necmün ve zerra şârikun liyekune mu’tesamen
liülil besâiri rabbâniyyer ruhaniyyines semâiyyinel arşeyyînen nuriyyînes
sükketin nüzzâril ğuyyebil huddaril müluki tahtel etmâri, eşrafil kabâili,
efdalil fedaîli, enverid delâili, âmin, ya Rabbel âlemin.
“Keza; Çelebi’nin kapısı, gece-gündüz basiret sahiplerinin, ruhanîlerin,
semavilerin, arşîlerin, nurîlerin, hem sakit, hem nazır, hem gaib, hem hazır
olanların, eski-püskü libaslar içindeki saltanat sahiplerinin, kabileler eşrafının,
faziletler ashabının, delalet nurlarının sarılacağı ve tutunacağı bir makam olsun,
âmin ya Rabbel âlemin.”
Bu fıkra ile de semavîlerin, o âlemin kutbundan istifazası temenni
edilmektedir. “El müluk-ü taht-el atmar” terkibindeki “atmar”, “tımr”ın cem’idir
ki, eski-püskü elbise demektir. O halde, o terkip “Palaspareler içinde padişahlar”
mealini ifade eder.
“Allah’ın mezellet setri altında bir taifesi vardır ki, onları fakrü zaruret abası
içinde gizlemiştir. O zevat-ı kiram, meskenet palasparesi arasında birer
hükümdardır ki her biri, mertebe-i ulyası dolayısıyla gök kubbesi üstünde eteğini
sürür.”
Sözüyle tarif edilmek istenilen mesturini ilahîyye zümresine işarettir.
Hazreti Ömer (r.a.), İran devletini mahvetmiş ve Bizans imparatorluğunu
yerinden oynatmış, âli kadr bir halife olduğu halde, giydiği gömlekte onyedi yama
bulunduğunu saymışlardı.
“Şu dua reddolunmayacak bir istirhamdır. Çünkü mahlukatın her sınıfına
şamildir.”
Bir duanın müstecap olması şartlarından biri de, onun nefse münhasır
olmaması ve umuma şamil bulunmasıdır.
* رب نا اغفر لي ولوالدي وللمؤمنين يوم يقوم الحساب
31
Yani: “Ey Rabbimiz, (kıyamette) hesap ayağa kalkacağı gün beni, ana ve
babamı ve bütün iman edenleri yarlığa” gibi Kur’an’daki dualar bizim için
münacat numunesidir. Hazreti Pir’in şu dua hakkında reddolunmayacak bir duadır
buyurması, hükmünün arz ve sema ehli hakkında hayır temennisi olmasındandır.
MESNEVÎ
دفتر اول مثنوی
نی نامه
بشنو اين نى چون حكايت مى كند- از جدايى ها شكايت مى كند
1 - Şu neyin nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun nevası ayrılık
hikâyesidir.
diye intişar ve iştihar etmiş olan bu beytin yazma ve eski nüshalara muvafık şekli
baştaki gibidir.
Hazreti Pir’in Kitab-ı Münif’ine Bişnev, yani “Dinle” emriyle başlamış
olmasını tevcih için şarihler birçok söz söylemişlerdir. Onların hepsini nakle zemin-ü
zaman müsait değildir. Şu kadar söylenilebilir ki, tasavvufta şart-ı azam ve sebebi-i
akdem: Söylemek değil, dinlemektir.
Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der,
Dün mektebe vardı, bugün üstad olayım der.
meşrebinde bulunanlar, dinleyemedikleri için öğrenemezler. Suri ilimler gibi
manevî marifetler de, kulak vasıtasıyla fem-i muhsinden telakki olunur.
HazretiMusa’ya vaki olan tecelli-i kelamide:
ARAPÇA, Sure Taha ayet 13
“Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle” buyrulmuştur. Enbiya ve evliya
hazaratının yüksek sözleri, mahz-ı nasihattir. Onlardan feyiz alabilmek için insanda
işitir kulak ve müteessir olur kalp bulunmalıdır.
Tufanda helak olanlar, Hazreti Nuh’un davetine karşı kulaklarını tıkayanlar
idi. Cenab-ı Hakk, onların bu halini:
ARAPÇA, Sure Nuh ayet 7
“Kulaklarını parmaklarıyla tıkadılar, libaslarıyla örtündüler; küfürde
kalmak için ısrar ettiler ve kibr-ü azamet gösterdiler” ayetiyle bildiriyor.
Kur’an-ı Hakim’de:
ARAPÇA, Sure Araf ayet 204
“Kur’an okunduğu vakit, onu dinleyin ve sükût edin. Ta ki (Allah’ın
rahmetiyle) esirgemiş olasınız” tembihi ile bize dinlemek dersi veriyor.
Söylemek: İşitmek ve öğrenmenin neticesidir. Anadan doğma sağırlar, ses ve söz
duymadıkları için dilsiz kalıyorlar. Kuş yavruları bile bir müddet susuyorlar;
analarını, babalarını dinliyorlar da, öğrendikten sonra ötüyorlar.
Bişnev in ney, yani: “Şu neyi dinle” emriyle Hazreti Mevlâna, okuyanlarını ve
dinleyenlerini sema yapmaya teşvik ediyor. Çünkü sema, güzel ses dinlemek
heyecana gelmek ve vecde kapılmaktır. Ekâbir-i evliyaullah’ın çoğu gibi, Hazreti
Mevlâna’nın mesleği de semadır.
Hazreti Mevlâna bir rubaisinde, mealen der ki:
32
“Sema, Allah yolunun bir şahbazı, yükseklerde uçan ve uçuran bir
doğanıdır.”
Sema, ehli hal olanların kalplerini tenvir ve tezyin eder.
Sema, münkirler mezhebinde haram, âşıklar mezhebinde helaldir.
Sema’nın helal ve haram olması Hakk’ında tafsilat almak isteyenler, İmam-ı
Kuşeyri’nin meşhur risalesiyle, İmam-ı Gazali’nin İhya-i Ulumiddin isimli eseri ve
Kimya-yı Saadet’ine, Abdülgani-yi Nablusi’nin İzah-u Delalat’ına, Şarih-i Mesnevî
Seyh İsmail Ankaravî’nin Minhac-ül Fukara’sı ile Huccet-üs Sema’ına bakmalıdır.

NEYDEN MURAD
Merhum üstadım Mehmed Esad Dede Efendi ikmaline muvaffak olamadığı
Mesnevî şerhinde der ki:
“Neyden murad: Enaniyeti, yani benliği fani ve mertebe-i beka billahta baki
olan veli-yi kâmil ve mürşidi agahdildir. Ya da bildiğimiz neydir, tevile hacet
yoktur.”
Hoca merhumun bu ifadesi, bir şerh-i camidir. Zaten ney ile insan-ı kâmil,
yekdiğerinin misali ve mümessilidir. Çünkü ney, yetiştiği kamışlıktan kesilip
ayrılmış, göğsüne ateşle delikler açılmış, başına ve ayağına hatta boğumları arasına
madeni halkalar ve teller takılmış, koparıldığı yerdeki rutubetten mahrum kalmış,
bundan dolayı kupkuru ve sapsarı kesilmiştir. İçerisi tamamıyla boştur. Ancak
neyzenin nefesiyle dolar. Kendi başına kalırsa ne sesi çıkar, ne sedası. Vazifesi,
neyzenin dudaklarıyla parmaklarına alet, onun istediği nağmelerin zuhuruna vasıta
olmaktır.
Hazreti Mevlâna, diğer bir rubaisinde:
“Neyi dinle ki, neler, neler söylüyor. Allah’ın gizli sırlarını tekellüm ediyor.
Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş yahut neyzenin nefesine terkedilmiş
olduğu halde dilsiz ve kelamsız, Hüda, Hüda diyor” buyurmuştur.
İnsan-ı kâmil de böyledir. Neyistan-ı ezelden, yani ayan-ı sabite âleminden,
daha açığı âlem-i ilahîdeki mevkiinden kader sevkiyle şu dünyaya getirilmiş,
beşeriyet kaydına ve anasır-ı tabiat bendine vurulmuş, ayrılık ateşiyle bağrı şerha
şerha olmuş, makam-ı kadimindeki feyizden mahrum kalmış; kalbini nefsin
heveslerinden, zihnini hesti-i mevhum, yani şu vehimden ibaret varlıktan tahliye
etmiş, kendini Allah’ın kudret ve düzenine terk etmiş, Müessir-i Hakiki’nin iradesine
vasıta olmaktan başka bir vazifesi kalmamış, nefha-i ilahîye hangi perdeden zuhur
eylerse, o nağmeyi icra ediyor.
Mahlukattan her birinin aslî vatanına karşı muhabbeti olması ve onun
hasretiyle ağlayıp inlemesi ve şikâyette bulunması tabiîdir.
Neyden maksat, bildiğimiz ney olsa da, mecazen insan-ı kâmil bulunsa da,
her ikisinde de bu vatan hasreti bulunduğundan, hikâyelerinin dinlenilmesi
faydalıdır. Çünkü Kur’an’da:
ARAPÇA, Sure Zariyat ayet 55
“Sen (sade Kur’an ile) va’z et. Çünkü şüphesiz öğüt müminlere fayda
verir” buyrulmuştur. Hazreti Pir, şu emr-i ilahîye ittiba etmiş olmak için vatan-ı
aslîyi hatırlıyor ve: “Neyi dinle, onun şikâyetamiz hikâyelerini anla!” diyor.
Ariflerden biri: “Nereden geldiğini biliyor musun? Harem-i Sübhanî’nin
mahremiyeti makamından, yani ilm-i ilahî âleminden gelmişsin. Düşün, o hoş ve
ruhanî makamları hiç hatırlıyor musun?” buyurmuştur. Düşün, o hoş ve ruhanî
makamları hiç hatırlıyor musun?” buyurmuştur.
33
Ayrılıktan şikâyete gelince: Malumdur ki bu hal, mahrumiyet-i visal
neticesidir. Bu ise, bekabillah mertebesine vasıl olmuş insan-ı kâmil için, muhaldir.
Şeyh Attar Kuddise sırruhu, der ki: “Allah’tan bir an gafil olursan, o anda şeytanın
hemdemi olursun.”
Kemal-i vüsul erbabı için bu gaflet ve ondan mütevellit firkat mutasavver
değildir. O halde vasıl-ı kâmil olanların şikâyeti nedendir? Bunu izah için deniliyor
ki: Kâinatın yaratılışından evvel mükevvenatın ayan-ı sabitleri, ilm-i ilahîde mevcut
ve her biri için kemal-i vusul hasıldı. Mesela Süleymaniye Camii inşa edilmeden
evvel, onun suretinin, Mimar Sinan’ın zihninde mevcut olması gibi…
Bu bahisler için sofiye kitaplarına, ezcümle Mevlâna Cami Kuddise sırruhunun
Levayih ve Şerh-i Rubaiyyat isimli eserlerine bakmalıdır.
İrade-i ilahîye, o suver-i ilmiyenin zuhura gelmesini icap etti. Ekmel-i
mahlukat olan insan, devr-i makamat ederek beşeriyet âlemine kadar geldi.
ARAPÇA, Sure Tin ayet 5-6
“Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak, iman edip de güzel
güzel amellerde bulunanlar başka. Çünkü onlar için (bitmez) kesilmez mükafat
vardır” tarifine mazhar oldu.
Vakıa, ayetin alt kısmındaki beyan-ı Rabbanî veçhile, esfel-i safilinden âlay-ı
ılliyine celbedildi. Bekabillah harim-i hasına getirildi. Lakin dünyada bulunmak
ıztırarı tamamıyla kesilmiş olmadığı için kurbiyet-i sabıka, yani ilm-i ilahî bulunmak
yakınlığı husule gelmedi. İşte erbab-ı kemalin şikâyet-i bundandır.
Bir de kurbiyet-i ilahîyenin hadd-ü payanı yoktur. Ne kadar takarrüp hasıl
olursa olsun, ondan ilerisi, hem pek çok ilerisi vardır. Hazreti Mevlâna:
“Birader! Harim-i ilahî, nihayetsiz bir dergâhdır. O dergâhda her nereye
vasıl olursan oyalanma; Allah rızası için ileri git.” demiştir. Efdal-ül kâmilin ve
ekmel-ül vasılin olan Hazreti Peygamber s.a.v. Efendimizin günde yetmiş yahut yüz
defa istiğfar eylediği, hadis kitaplarının hepsinde rivayet edilmiştir. Nebi-yi masum
olan Aleyhisselam Efendimizden günah süduruna ihtimal yoktu ki, zat-i akdesi
istiğfara mecbur olsun. Her gün, kendisi için o kadar derece kurbiyet-i ilahîye
husule gelirdi ki, terakkiden önce bulunduğu makam, terakkiden sonraki bulunduğu
makamın dununda olduğu için, evvelce orada bulunuşundan istiğfar eder. Bazen de:
“Keşke anam beni doğurmasaydı” diye, vuslat ve kurbiyetin derece-i ulyasında
iken, bitip tükenmeyen firkatlerden şikâyet eylerdi.
Şirazlı Hafız, bir gazelinde diyor ki: “Bir bülbül gördüm, gül yaprağını
gagasında tutmuştu. Hazin hazin ötüyordu. Ayn-i visalde, yani gül yaprağı gagasında
iken feryat etmene sebep ne, diye sordum. Maşukun cilvesi bize böyle yaptırıyor,
cevabını verdi.”
İşte erbab-ı vusulün şikâyetamiz hikâyede bulunmaları, uzak bir teşbih ile gül
yaprağını gagasında tutan bülbülün feryadı gibidir.
Ney, şu suretle şikâyetamiz hikâyelerde bulunur:
كز نيستان تا مرا ببريده اند- در نفيرم مرد و زن ناليده اند
2- Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek ve kadın
müteessir olmakta ve inlemektedir.
Neyistan: Kamışlık demektir ki, neyin yetiştiği ve ter-ü taze durduğu yerdir.
Ney yapılacak kamışı oradan çıkarırlar. Kâfi derecede kuruyunca, ölçüsüne göre iki
ucundan keserler. Boğazını ayıklayıp göğsüne ve arkasına kızgın demirle yedi dane
delik açarlar. Başına baş pare, ayağına paraz avna takarlar. Boğumlarına tel
34
sararlar ve üflemeye başlarlar. Hal-aşina olanlar, ondan çıkan müessir sesten,
ayrılık şekvası ve teellüm sedası duyarlar. Nefs-ü heva esiri bulunanlar bile, o
müessir sedadan az çok müteessir olurlar.
İnsan-ı kâmil de, menşe-i feyzi olan ayan-ı sabite âleminden ayrılıp şu
beşeriyet sahasına geldiği ve firkatin acıklı ıstırabını çektiği için, yüreğinden
fışkıran tesirli sözler, kim olursa olsun dinleyenleri, kabiliyetleri derecesine göre
müteessir eder. Fakat teessürden teessüre fark vardır. Onun için ney yahut firkate
uğramış insan-ı kâmil, der ki:
سينه خواهم شرحه شرحه از فراق- تا بگويم شرح درد اشتياق
3- İştiyak derdini şerh edebilmem için, ayrılık acılarıyla şerha şerha
olmuş bir kalp isterim.
Bundan evvelki beyitte neyin yahut insan-ı kâmilin firaklı enininden herkesin
müteessir olduğu söylenilmiş; tafsilinde ise, teessürden teessüre fark bulunduğu
beyan edilmişti. Bu beyitte de, ayrılık nevhalarından en ziyade kimlerin teessür
duyacağı ifade kılınmış, dert ortağı olacak kimsenin derdi bulunması lazım geldiği
bildirilmiştir.
Gerçi insan, mükedder bulunduğu bir sırada, hasbıhal etmek, derdini döküp
hafiflemek için bir arkadaş arar. Eğer o arkadaş, hal-aşina ise, konuşanın dediklerini
iyice anlar, onun anlaması ve elemine iştirak etmesi de kederli için, oldukça teselli
yerine geçer. Tok bir adama açlıktan, kana kana su içmiş bir kimseye susuzluktan
bahsetmek, beyhude çene çalmak olur. Çünkü onlar, açlık ve susuzluk ıstırabını
duymadıkları için, açın ve susuzun halinden anlamazlar.
Şeyh Sadi, der ki:
“Çöllerde yapılmış olan sarnıç ve havuzları, çölde yolunu şaşırmış olan kervan
halkasına sor. Sen Fırat nehrinin kenarında iken suyun kıymetini ne bilirsin?”
Ondan dolayı:
İltica etmeyesin namerde
Keşf-i hal etmeyesin bi-derde
nasihati, bu makamda en doğru bir sözdür.
Ehlullah, çektikleri ayrılık acılarını ve iştiyak, yani göreceği gelmek ateşini
söyleyip de, hem kendileri müteselli olmak, hem de muhataplarında şevk-i talep
uyandırmak için, kalbi mahabbet ateşiyle yanmış kimseler ararlar. İşte Hazreti
Mevlâna’nın yukarıdaki beyti söylemiş olmasındaki hikmet budur.
هر كسى كاو دور ماند از اصل خويش- باز جويد روزگار وصل خويش
4- Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse, orada geçirmiş olduğu
zamanı tekrar arar.
İnsanın doğup büyüdüğü, hoşça demler sürdüğü yeri, arayıp özlemesi tabiatı
icabıdır. Bu özlemin ilerlediği, sıla hastalığı haline geldiği de vakidir. Vatan
muhabbeti denilen, Hakk’ında her türlü fedakârlık ihtiyar edilen hiss-i necib,
incizab haletinin tezahüründen başka bir şey değildir. Bir adamın, doğmuş-
büyümüş olduğu iki evli bir köye bile, ne kadar merbut olduğu, fırsat bulunca sılaya
gitmek, o mütevazı köyceğizi görmek düşüncesinden hali kalmadığı herkesin
malumudur. Bu hal düşünülmeli de, yüksek bir ruhun, hassas bir kalbin vatan-ı aslî
ve menşe-i ezelîye ne kadar müştak ve mütehassir bulunacağı ondan istidlal
edilmelidir.
35
“Ey Sadi! Vakıa, hubb-ül vatanı minel iman, yani vatan muhabbeti imandan
gelir hadisi sahihtir. Lakin ben burada doğdum diye insanın tevellüt ettiği yerde
hakaretle ölmesi doğru değildir” demiştir. Şeyhin bu sözü söylemesi, hadisteki
vatanı, menşe-i aslî manasına almış; muhabbeti, imandan olan vatanın burası değil
de orası olduğunu anlatmak istemiş olmasındandır. Yoksa kendisi, kırk sene
seyahat etmiş bir arif-i cihangerd olduğu halde, memleketi olan Şiraz’a dönmüş,
son zamanlarını orada geçirip vatanının toprağına gömülmüştür.
Yine firkatzede kâmil lisanından deniliyor ki:
من به هر جمعيتى نالن شدم- جفت بد حالن و خوش حالن شدم
5- Ben her cemiyette, her mecliste inledim, durdum. Bedhal -kötü huyluolanlarla
da, hoşhal -iyi huylu- olanlarla da düşüp kalktım.
Hazreti Mevlâna, bir gazelinde:
“Hayırlı bir iş için dünya hapishanesinde kaldım. Yoksa zindan nerede, ben
nerede? Kimin malını çalmışım?” diyor.
Menşe-i ezelîden ayrılmış, hak-i süfliye getirilmiş, tedricen terakki ederek
fena ve beka mertebelerine vasıl olmuş, sonra halkın irşadı vazifesiyle mahvden
sahve icra olunmuş zevat-ı kiram, böyledir. Onlar, düşmüşleri kaldırmak, gaflette
olanları uyandırmak, nefs-ü heva eserilerini kurtarmak vazifesiyle mükelleftirler.
Hasb-el vazife, her yerde görünürler, salihler ile de, fasıklar ile de görüşürler.
Hatta fisk-u fücur erbabıyla daha ziyade meşgul olmak isterler. Nitekim Hazreti
Mevlâna da beyt-i şerifinde “Bedhalan”ı, “Hoşhalan”a takdim ile buna işaret
etmiştir. Çünkü fasıklar, salihlerden ziyade, tembih ve ikaza muhtaçtır.
Ariflerden birinin:
— Ya Rabbi! Kötülere merhamet et. İyilere zaten lütfetmiş, onları iyi
yaratmışsın, dediği Gülistan kitabında yazılıdır.
Merhum Mehmet Akif’in bir münacatındaki şu beyit ne kadar güzeldir:
Müminlere imdat yetiş merhametinle,
Mühidlere lakin daha çok merhamet eyle!
Hazreti Pir’in Menakıbname’sinde şöyle bir fıkra vardır: “Mevlâna’nın başına
toplananlar fasık, facir bir takım kimselerdir, demişler. Bu söz üzerine Hazreti
Mevlâna’dan da, ‘Salih olsalardı, benim onlara mürit olmam lazım gelirdi’ cevabını
almışlar.”
Nebiy-ül Hüda Aleyhi Ekmel-üt tehaya Efendimiz, sahabe topluluğunda talimi
ahkam eylediği gibi, müşriklerim meclislerine de gider, onlarla görüşüp konuşur,
kendilerini imana davet ederdi. Hele hac mevsimlerinde Mina’ya çıkar, çadırları
dolaşır, içindekileri doğru yola getirmeye uğraşırdı. Bundan başka, kemal
sahiplerinin bedhal ve hoşhal olanlarla görüşmesi, her birini, Allah’ın esma ve
sıfatından birinin mazharı görmemelerinden ileri gelir.
“Batılı inkâr etme. Zira, o da zuhurat-ı ilahîyedendir” denilmiştir. Hafız
Şirazî, der ki:
“Aşk fabrikasında küfrün bulunması da zaruridir. Ebu Leheb olmasa, ateş
kimi yakar?”
Malum ya Ebu Leheb, Resul-u Ekrem s.a.v. Efendimizin amcalarından idi.
Kardeşinin oğluna tabiî olmayı azametine yediremediği için onu tasdik etmek şöyle
dursun, düşmanlar gibi eza ve cefa etmekten geri kalmazdı. Bu münasebetle
“Tebbet” suresi onun ve onun gibi hain olan karısı Ümmü Cemil Hakk’ında nazil
olmuştur.
36
Dünya âlemi, zıtlar âlemidir. Onun için, üstünde küfrün de, imanın da, fıskın
da, salahın da bulunması zaruridir. Her şey, zıttı ile anlaşılır. Nurun mahiyeti
zulmetle anlaşılacağı gibi, salihlerin kıymeti de, fasıkların mevcudiyetiyle takdir
olunur.
Hülasa, arifler her şeyi Hakk’ın mazharı bilir ve o mazhariyet dolayısıyla onu
nazar-ı itibar ile görür. Şeyh Sadi’nin:
“Bütün âleme aşığım, çünkü bütün âlem, Hakk’ın eser-i hilkatidir” demesi;
bir Türk arifinin de:
Elif okuduk ötürü,
Pazarlık ettik götürü,
Yaratılmışı hoş gördük,
Yaratandan ötürü!
sözü, bu nokta-i nazara göredir.
Şurası da hatıra gelir ki, evliyaullahın ara sıra fasıklar arasında bulunmaları,
onları Allah’ın azabından muhafaza etmek içindir. Nitekim Cenab-ı Hakk, Mekke
müşrikleri için:
ARAPÇA, Sure Enfal ayet 33
“Hâlbuki sen içlerinde iken (Habibim), Allah onları azaplandırıcı değildi”
buyurmuş. Saye-i Muhammedîde emn-ü eman içinde yaşayan Kureyşliler, hicretten
sonra mağlubiyet, kıtlık vesaire gibi, kahr-ı ilahîye uğramışlardı.
هر كسى از ظن خود شد يار من- از درون من نجست اسرار من
6- Herkes kendi anlayışına göre benim yarim oldu. İçimdeki esrarı
araştırmadı.
Sathî nazar olanlar, bir şeyin dışarısını görmekle iktifa ederler, sırlarını ve
hakikatini öğrenip anlamaya lüzum görmezler. Mana ehli ise, suretten ziyade
manayı tetkik ve anlamaya çalışırlar. Mesela, herhangi bir mimari eseri, bir cami-i
şerifi bizim görüşümüz, sathî ve surî bir görüştür. Fakat mahir bir mimarın tetkik ve
tetebbuu, fennî ve manevî bir müşahededir. Vakıa, cami-i şerifin inşa tarzına biz de
hayran olur ve severiz, onu tetkik eden mimar da... Lakin iki görüş arasında,
yerden göğe kadar fark vardır. Bunun gibi, avamdan biri ney üflendiği vakit
dinlerse, onun muhtelif makamlardaki nağmelerinden hoşlanır. Aldığı zevk ve lezzet
ise, o hoşluktan ibaret kalır. Fakat bir arif, onu işitirse pek başka bir surette dinler
ve bizim anlayamadığımız manaları anlar.
Mesela, Hazreti Mevlâna, çeng ve ud sesinden “Ente hasbi, ente kâfi ya
Vedud” kelimelerini duyduğunu söylüyor. Keza, leyleğin “İlahi! Hamd senin, şükür
senin, mülk de senindir!” demekte olduğunu haber veriyor.
Hazreti Ali Kerremallahü vechenin işittiği nakus sesini, “Sübhanallahi hakka,
innel mevla yebka” diye anlamış ve anlatmış olduğu rivayet edilir. Nakus
sedasından “Hakka” ve “Yebka” gibi kaflı kelimeler işitilmesine şaşılmasın. Evvelce
kiliselerde madenî çanlar yoktu. Onun yerine bir tahta ile bir çomak kullanılır, o
tahtaya nakus, o çomağa da vebil denilirdi. Nitekim ezan meşru olmadan evvel,
“Ehl-i imanı mescide davet için ne yapalım?” diye müzakere edildiği sırada, bazıları
“Nakus çalalım” teklifinde bulunmuştu. O zaman ise, Medine’de madenî çan
bulunmadığı gibi, bulunmasına da imkân yoktu. Buna dair mufassal malumat almak
için “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” isimli eserimizin “Ezan” bahsine bakılmalıdır.
Demek ki bizim laklaka ve taktakadan ibaret sandığımız sesler bile, kibar-ı
ümmete başka türlü manalar ifham ediyor.
37
Görüşü mahdut olanlar da, gördükleri ve görüştükleri insan-ı kâmilin yalnız zahirine
bakarlar, bazı haller ve sözleri hoşlarına gittiği için ondan hoşlanırlar. Fakat
hakikatini öğrenmeye ve ondaki esrar-ı hakayıkı anlamağa çalışmazlar.
سر من از ناله ى من دور نيست- ليك چشم و گوش را آن نور نيست
7- Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir. Lakin her gözde onu görecek
nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.
Filvaki, neyin sırrı, hakikat ve mahiyeti, feryadından uzak değildir. Belki ona
pek yakın olan ve tepesinden üfleyen nefhadır. Ney, kendisini alıp da baş paresinde
üfleyen, perdelerini açıp kapamak suretiyle onu söyleten neyzene vasıta olmaktan
başka bir şey değildir. Neyzen hangi makamdan, ne türlü nağme yapmak isterse,
neyden çıkan sesten o makam ve nağme anlaşılır. Fakat bunu anlayabilmek için
kulakta musiki makamlarına alışıklık hassası bulunmalıdır. Bu olmayınca, öyle
kulaklara karşı neyin enini ile sırrı, cehil ile irfan kadar birbirine uzak bulunur. Keza
veli-yi kâmilin sözleri de, kalbindeki esrara yabancı değildir.
“Her kap, içindekini sızdırır” derler. Kalbini heva ve hevesten uzak
kılanların:
ARAPÇA, Sure Necm ayet 3–4
“Kendi (rey-ü) hevasından söylemez o. O, kendisine (Allah tarafından)
ilka edilegelen bir vahiyden başkası değildir” mazhariyetinde bulunanların,
kurb-i feraiz ile Hakk’a yaklaşma ve efal-i ilahîyenin zuhuruna vasıta olanların
beyanatı da Hakkanî ve ilhamî olur. O hak beyanlarda, bir takım esrar ve hakikatler
bulunur.
Bundan başka,
“Görüldükleri zaman, Allah hatıra gelen kimseler, Allahın velileridir”
mazmununca, o zevat-ı kiramın nuranî ve Rabbanî bir siması vardır ki, onunla avam-
ı halk içinden ayırt edilirler. Lakin yüzlerindeki nuru görmek için görür göz,
sözlerindeki manayı anlamak için de, işitir kulak lazımdır.
Cafer-i Sadık Razıyallahü anh: “Allah, mahlukatına kelamında tecelli
etmiştir. Lakin onlarda kalp gözü olmadığından göremiyorlar” demektedir.
تن ز جان و جان ز تن مستور نيست- ليك كس را ديد جان دستور نيست
8- Benden ruhtan, ruh bedenden gizli değildir. Lakin herkesin, ruhu
görmesine ruhsat yoktur.
Ruhun mahiyeti hakkında lisan-ı şeriat susmuş, daha doğrusu soranlara o
hakikati idrak edemeyecekleri için anlayacakları tarzda cevap verilmiştir. Nitekim
Arap müşrikleri, “Kamer, ay iptidalarında küçülüyor, ay ortalarında büyüyor, ay
sonlarında yine ufalıyor, bunun sebebi nedir?” diye Aleyhisselatü Vesselam
Efendimize sormuşlardı. Heyet ilmini bilmekle anlaşılabilecek olan şu tabiat
hadisesinin fennî sebepleri izah olunca, Arap cahillerinin zihnine girmeyecekti.
Onun için:
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 189
“De ki: O, İnsanların faidesi için vakit ölçülerdir” cevabı verildi.
Bunun gibi Yahudiler de, Sallallahü Aleyhi Vesellemden ruhun hakikatini
sormuşlar, cevap verilmemesini kendilerince Nübüvvet-i Muhammediye’nin
doğruluğuna delil tutmuşlardı. Çünkü Tevrat’ta da ruha dair malumat yoktu.
38
ARAPÇA, Sure İsra ayet 85
“Sana Ruh’u sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emri(cümlesi)ndendir.
(Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir” ayetiyle hem ruhun hakikati,
Allah’ın emri cümlesinden olduğu, topluca bildirildi; hem de Yahudilerin o
anlaşılması güç hakikati idrak edecek ilimleri olmadığı beyan edildi.
Nazm-ı Celilin delaletine göre, ruhun mahiyetinin açıklanması, herhalde
soranlarda ilim ve o hakikati idrake kabiliyet bulunmamasından ileri gelmiştir.
Şarih-i Mesnevî İsmail Ankaravî Kuddise sirruhu, der ki: “Hakikati cihetinden ruh,
bu gözle görülmez. Velakin Hakk gözü ile görebilmekten men olunmaz. Zira Hakk’ı
gözetleyen, ruhu da müşahede eyler.”
Bu ruha, ruh-u sultanî yahut ruh-u insanî derler ki, insana mahsustur. Bir de
ruh-u hayvanî vardır ki, bütün canlıların sebeb-i hayatıdır.
Diyanet İşleri Reisi merhum Ahmed Hamdi Efendinin ruha dair vaktiyle
Mahfile mecmuasında neşredilmiş mufassal bir tetebbunamesi vardır. Tafsilat almak
isteyenler, oraya müracaat buyursunlar.
آتش است اين بانگ ناى و نيست باد- هر كه اين آتش ندارد نيست باد
9- Şu neyin sesi ateştir; hava değildir. Her kimde bu ateş yoksa o kimse
yok olsun.
Neyi söyleten müessirin havadan, yani sade bir nefesten ibaret olduğu
zannedilmesin. Belki onu inleten, neyzeninin hazin ve ateşin hissiyatıdır. Bunun
gibi, veli-yi kâmili söyleten de heva ve heves değil, kalbinden feveran eyleyen ve
maşuk-u hakikîden başkasını yakıp bitiren aşktır:
“Aşk bir şuledir ki, parlayınca maşuktan maadasını yakar, mahveder.”
“Ahbap, ahbabın sesini tanır” denilmiştir. Neyin sesini, insan-ı kâmilin
nefesini de layıkıyla anlayabilmek için onlardaki aşk ateşinin bir kıvılcımına olsun
mazhar bulunmalıdır. Daha doğrusu, muhabbet ateşiyle yanıp kül olmalıdır. Bunun
için Hazreti Mevlâna, “Aşk ateşini haiz olmayan, yok olsun” diyor ve inkisar değil,
dua ediyor. Çünkü bu cümle, ehl-i tarik indinde pek makbul bir duadır.
“Allah’ın hazinesi, tezgâhı yokluktadır. Şu mevhum varlığına aldanan, yokun
ne olduğunu ne bilir?” denilmiştir. “Allah’ın hazinesi, tezgâhı yokluktadır”
denilmesi, bütün mahlukatın, yoktan var edilmiş olduğuna işarettir. Kemal
sahiplerinin maksadı, varlık göstermek değil, Allah’ın varlığı karşısında kendi
mevhum vücudunu mahvetmek ve yok olmaktır.
آتش عشق است كاندر نى فتاد- جوشش عشق است كاندر مى فتاد
10- Neydeki ateş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir.
“Küntü kenzen mahfiyyen...”
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve bilinmek için
halkı yarattım” diye, ehl-i tasavvuf arasında pek meşhur bir hadis-i kutsi vardır.
Bu hadisin delaletine göre, muhabbet, iptida Hakk’tan zuhur eylemiş ve bütün
kâinatın icadına sebep olmuştur. Binaenaleyh, mevcut âlemler içinde, aşkın
yabancısı olabilecek bir zerre dahi yoktur.
Herkesin halince vardır bir tecelligah-ı aşk,
Bisütun Ferhada kuh-i Tur şeklin gösterir.
Fakat her mahlukatın aşkı, kendisinin istidadına ve zevkine göredir. Bir
bülbülün gül yaprakları arasında gizlenerek hazin hazin ötmesi, aşk eseri olduğu
gibi; bir merkebin tozlarda yuvarlanarak acı acı anırması da aşk eseridir. Keza, bir
arifin halvethanesinde mest-i cemal olarak tatlı tatlı ağlaması, zil zurna sarhoşun
39
fuhuşhane kapısında naralar atması yine aşk eseridir. Fakat tabir caizse birinciler,
aşk-ı hezarî, ikinciler aşk-ı himarîdir.
Aşk, mir mana-yı layu’raf ki, cümle âlemi,
Zevki miktarınca sekran-u huruşan eyliyor.
Aşk bir, lakin anlayış farkı dolayısıyla sevgili çeşitlidir; daha doğrusu, o çeşitli
sevgililer, maşuk-u yegânenin muhtelif surette cilvesi ve tecellisinin mazharlarıdır.
Beyt-i şerifin mutasavvifane tevili lazımsa: Arifin kalbini yakıp inleten ve
kalbindeki esrarı cuş-u huruşa getiren de aşktır, denilebilir.
Malumdur ki, aşk lafzı, sarmaşık demek olan ışk kelimesinden alınmıştır.
Sarmaşık, sarıldığı yeri nasıl istila ederse, aşk da girdiği kalbi, hatta insanın
vücudunu ihata etmesi dolayısıyla aşk tesmiye edilmiştir. Bu kelimeyi “Işk”
okumak, benim zevkime uygun düşmüyor. Bana öyle geliyor ki, onu “Aşk” okumalı;
manası, kalbi dolduran o kelimenin lafzıyla da ağız dolmalı!
Aşk lafzı, Kur’an-ı Kerim’de, Şeyh-i Ekber Kuddise sırruhunun beyanı veçhile
kinaye yoluyla irad olunmuştur.
Hazreti Şeyh, Fütühat’ında buyuruyor ki: “Aşk, muhabbetin ifratıdır.”
Kur’an’da:
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 165
“Müminlerin Allah’a karşı pek şiddetli bir muhabbeti vardır.”
Ve:
ARAPÇA, Sure Yusuf ayet 30
“Yusuf’un muhabbeti, Züleyha’nın kalbini bir zar gibi ihata etti.”
Ayetlerinde, kinaye suretiyle zikredilmiştir.
Aşk; muhabbetin, seveni kavraması, bütün vücuduna yayılması, adeta onu
sarmaşık gibi sarmasıdır.
Hazreti Şeyh, tarifine misal olmak üzere Züleyha’dan kan alındığı vakit
sıçrayan kanın Yusuf ismini nakşettiğini, Hallac-ı Mansur’un elleri, ayakları kesildiği
zaman kanının “Allah” lafz-ı şerifini yazdığını naklediyor.
نى حريف هر كه از يارى بريد- پرده هايش پرده هاى ما دريد
11- Ney, yarinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri,
bizim nuranî ve zulmanî perdelerimizi; vuslata mani olan perdelerimizi
yırtmıştır.
Hazreti Mevlâna, ney için, “Yarinden ayrılanın arkadaşıdır” buyuruyor. Zevk-i
selim ve tab-ı müstakim erbabı için musikinin ruhun gıdası olduğu malumdur.
Hayvanlara varıncaya kadar bütün canlıların duygulandığı güzel sesten zevk
almayan insanın -bilmem amma- insanlıktan pek az nasibi olmak lazım gelir.
Bir adam gerek sevinçli, gerek kederli zamanlarında işittiği güzel bir sesten
inşirah duyar, müteselli olur. Bu hal, müspet bir hakikattir. Binaenaleyh, ney sesi
de, erbab-ı istidada inşirah verir, dost sesini duyurur, ayan-ı sabite âlemini, yani
hepimizin ve bütün kâinatın zuhura gelmeden evvel ilm-i ilahîdeki bulunuşunu,
Elest bezmini, yani “Allah, ben sizin Rabbiniz değil miyim, diye sordu. Ruhlar, evet
dediler.” konuşmasını hatırlatır ve
Biz mest-i aşkız, ta ezel,
Serhuş-i hak mestanemiz!
Humhane-i bezm-i Huda,
40
Olmuş bizim meyhanemiz!

İçdik o bezm-i neşvede,
Ruhen sebu sebu mey’i,

Saki bize Allah idi,
Oldu gönül peymanemiz!

Bir böyle sagar nuş eden,
El mi sunar gayri meye,

Dünya şarabından kaçar,
Keyfiyet-i rindanemiz!
tarzında sözler söyletir. O hatırlatma dolayısıyla dinleyen, menşe-i aslîye doğru
heyecanla yönelir. Hiç olmazsa dinlediği andaki duygu ve cezbe ile gaflet
perdelerinden bir kaçı olsun aradan kalkar. İşte o perdelerin kalkmasına, neyin
perdelerinden çıkan nağmeler sebep olur. Şu tevcih, neyin hakiki manasına alınmış
olmasına göredir. Mecaz mana verildiği ve ondan maksat da insan-ı kâmildir,
denildiği takdirde; o insan-ı kâmil de yarinden ve diyarından ayrılmış
gurbetzedelerin arkadaşı ve gam gidericisidir. O gibileri, teselli ederek ve Hakk
yolunda yürüterek asıllarına irca etmek ister. Bu maksatla perde perde yükselterek
ve derece derece derinleştirerek söylediği müessir sözler, muhatabın gözünü
kaplamış olan gaflet perdesinin yavaş yavaş sıyrılmasına, kalp gözünün tedrici
suretle açılmasına sebep olur.
همچو نى زهرى و ترياقى كه ديد- همچو نى دمساز و مشتاقى كه ديد
12- Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem demsaz bir şeyi kim
görmüştür?
Ney, dinleyenin kabiliyetine göre hem zehir, hem panzehir tesiri gösterir.
Heva ve heves erbabından olanlara, şüphesiz zehir gibidir. Çünkü kendisindeki
şehvaniyet ve hayvaniyeti artırır. Fakat görülüp işitilen her güzellikten Allah’ı
hatırlayanlar için de, şüphesiz, panzehir gibidir. Çünkü kalpteki gaflet zehrini
giderir. Keza, ney iyi bir arkadaştır ve dinlenilmeye müştaktır. Zira neyin mahiyeti
torba içinde asılı yahut bir köşeye dayalı durmakta değil; üflenip dinlenmekle
meydana çıkar. Ricalullah hazaratı da ney gibidirler. Şekavet-i ezelîye erbabına
karşı, zehir-zemberek olurlar. Saadet-i ezelîye ashabına ise, şifa tesiri gösterirler.
Cenab-ı Hakk, kâmiller zümresinin bu halini Sure-i Fetih’deki
ARAPÇA, Sure Fetih ayet 29
“Muhammed, Allah’ın Resulüdür. Maiyetindeki ashabı, müşrik ve
münkirlere karşı gayet şedit, aralarında ise son derece merhametli ve
şefkatlidirler” ayeti kerimesiyle tarif ediyor.
Nebi-yi Erham s.a.v. Efendimiz, “rahmeten lil âlemin” olduğu gibi, varis-i
kâmili bulunan ehlullah hazaratı da rahmetli ve şefkatlidirler. Fakat icap edenlere
karşı sert ve şiddetlidirler. Buna da verasetle memurdurlar. Çünkü Cenab-ı Hakk,
Habib-i Edibine:
ARAPÇA, Sure Tevbe ayet 73
41
“Ey Peygamber-i ekber! Kâfirler ve münafıklarla uğraş ve onlara karşı
sert davran” buyurmuştu. Zira onlar, nezaketten anlayacak kabiliyette değildirler.
O gibilere karşı gösterilecek mülâyemet, kendilerinin kabalığını artırmaktan başka
bir işe yaramayacaktır.
“Kerim olan, keremin, ihsanın, iyiliğin ne demek olduğunu anlayan bir
kimseye ikram edersen onu kendine kul, köle yapmış olursun. Lakin bir leime, bir
alçağa ikram gafletinde bulunursan şımarır, büsbütün temerrüt ve taannüt gösterir”
Binaenaleyh:
“Kılıç kullanılacak yerde ihsan edilmesi, ihsan edilecek yerde kılıç kullanmak
kadar zararlıdır.”
İşte bu gibi hikmetlere mebni, evliyaullah hazaratı, ezelî şakilere karşı
zehirdir. İlmen, amelen, itikaden zehirlenmiş, lakin manevî hastalığı tedavi kabul
edecek dereceyi geçmemiş olanlar için de panzehirdir.
Keza evliyaullah, kabil-i hitab olanlarla ve terakkiye istidadı bulunanlara
sohbet edip arkadaş olurlar, hatta öylelerine müştaktırlar.
Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, rast geldiği ashap ile durup konuşur ve iltifat
buyururdu. Konuştuğu kimse çekilmeyinceye kadar yoluna devam etmezdi,
kendisiyle musafaha eden bırakmayınca kadar elini çekmezdi. Bazen de:
“Kardeşlerimi ne kadar göreceğim geldi” diye sonradan gelecek arifler için
iştiyak gösterirdi.
Şeyh-i Ekber Kuddise sırruhu hazretleri bu hadisi yazdıktan sonra, “Asr-ı
saadetteki bahtiyarlar ashap idi. Biz ve bizim gibiler de ihvanız” buyuruyor.
نى حديث راه پر خون مى كند- قصه هاى عشق مجنون مى كند
13- Ney, kanlı bir yoldan bahseder, Mecnunane aşkları hikâye eyler.
Mesnevî’nin başında, neyin ayrılıklardan bahsettiği söylenilmişti.
Şu halde o yol, neyin kamışlıktan kesilmesi, bağrının ateşle delinmesi gibi
değişikliğe uğradığı esnada geçtiği kanlı yoldur. Madde erbabının kabul ve
tahammül edemeyeceği mecnunane muhabbetlere tutulanların ve:
Ney gibi başını kes, sinemi oy, bağrımı del,
Ben senin hizmetine besteniyanım neysem!
diyenlerin hali de, benim gibidir, demek ister.
Neyin temsil ettiği insan-ı kâmil de böyledir. O da kanlı ve tehlikeli bir yoldan
bahseder. Aşk ve muhabbet mecnunlarının akıl kabul etmeyecek kıssalarını anlatır.
Hareketlerinin taklit edilmesini tavsiye eyler.
İnsan-ı kâmil, gerek mebdeden şu âleme gelirken, gerek şu âlemden meada
giderken kanlı ve meşakkatli yollardan geçmiş, gelirken ayrılık acılarıyla müteellim
olmuş, giderken de birçok mücahedelere göğüs germiş, nihayet:
Mutu, kable en temutu.
“Ölmeden evvel ölünüz” emrine uyarak ihtiyar ve iradesini, hatta mevhum
varlığını feda eylemiştir.
Cemal-i ilahi âşıkları, visal-i ebediye ve hayat-ı cavidaniye nail olmak
şevkiyle, şu fani hayattan usanırlar. Hallac-ı Mansur gibi:
“Ey benim itimat ettiğim dostlar! Benim nefsimi öldürün ki, hayatım
katlimdedir” derler. Çünkü:
ARAPÇA, Sure Tevbe ayet 111
42
“Şüphesiz ki, Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını cennet
mukabilinde satın almıştır” ayet-i kerimesinin delaleti mucibince, can metaının
müşterisinin bizzat Allah olduğunu bilirler. Beşeriyetin en akıllısı ve en mükemmeli
bulunan Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimize, Kureyş müşrikleri, mecnun demek
küstahlığına bulunmuşlardı da:
ARAPÇA, Sure Kalem ayet 2–6
“Rabbinin nimetiyle sen mecnun değilsin. Senin için elbette tükenmez bir
ecir vardır. Sen, ahlakın en güzeline ve en yücesine sahipsin. Hangimizin
mecnun ve meftun olduğunu yakında sen de göreceksin, onlarda
göreceklerdir” ayetlerinin nüzulüne sebep olmuşlardı.
İşte insan-ı kâmil, ehl-i istidada, mebde ve meadın, yani başlangıç ve sonun
kanlı yollarından bahseder, fedakârların hikâyelerini nakil ile onlar gibi olmayı
tavsiye eyler.
محرم اين هوش جز بى هوش نيست - مر زبان را مشترى جز گوش نيست
14- Dile kulaktan başka müşteri olmadığı gibi, maneviyatı idrak etmeye
de bi-huş olandan başka mahrem yoktur.
Aklı, meaş ve mead namıyla ikiye ayırmışlardır. Akl-ı meaş, dünya işlerine
vakıf olan idraktir ki:
“Dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz” hadisi şerifiyle buna işaret
buyrulmuştur.
Akl-ı mead, ahiret ve aslında avdet umurunu arif olan idraktir. Bunun
inceliğini akl-ı meaş kavrayamaz. Onun için Hazreti Mevlâna, akl-ı mead erbabı olan
evliyaullahın sözlerini akl-ı meaş ashabı anlayamaz, diyor. O sözleri akl-ı meaştan
tecerrüt eylemiş olanların kavrayabileceğini söylüyor. Fakat akl-ı meaştan tecerrüt
eylemiş, sözü yanlış anlaşılmasın; deli olmuş değil, yakasını aşkın pençesine
kaptırmış olanlar murat ediliyor. Bunu temsil için de, söyleyen dile ancak dinleyen
kulağın müşteri olacağını, yani göz, burun, el, ayak gibi aza içinden yalnız kulağın,
lisandan çıkan kelimeleri idrak eyleyebileceğini bildiriyor.
در غم ما روزها بى گاه شد- روزها با سوزها همراه شد
15- Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler,
mahrumiyetten ve ayrılıktan hasıl olan ateşlerle arkadaş oldu. —ateşlerle,
yanmalarla geçtiKonuşanın
başkasına söyleyeceği sözü ve edeceği sızlanışı, nefsi için
söylüyormuş gibi beyanda bulunmasına edebiyatta “Üslub-u hakim” derler ki,
maksat muhatabı kızdırmaksızın mütenebbih kılmaktır. Kur’an-ı Kerim’de de bu
yolda bazı ifadeler vardır. Ezcümle meşhur Habib-i Neccar’ın Antakya ahalisine:
ARAPÇA, Sure Yasin ayet 22–25
“Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecekmişim? Siz (hepiniz) ancak
O’na döndürü(lüp götürü)leceksiniz. Ben O’ndan başka tanrılar edinir miyim?
Eğer O çok esirgeyici (Allah), bana bir zarar (yapmak) isterse onların (iddia
ettiğiniz) şefaati bana hiçbir faide vermaz. Onlar beni asla kurtaramazlar.
Şüphesiz ben o takdirde mutlak apaçık bir sapıklık içindeyim(demek)dir.
Gerçek, ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu benden duyun” dediği Kur’an’da
hikâye buyrulmuştur.
43
Buradaki “Bana ne oluyor ki, beni yaratan Allah’a ibadet etmemeyiyim?”
demek, “Size ne oluyor ki, sizi yaratan Allaha ibadet etmiyorsunuz?” demektir.
Habib-i Neccar, serzenişini hafifletmek için Allah’a iman ve ibadet etmemek
gafletini nefsine isnat eylemiştir.
Hazreti Mevlâna da, henüz akl-ı mead lisanını anlayacak idrake nail
olamayan, lakin olmak için lütf-u ilahîyi bekleyen talep erbabını ümitsizliğe
düşürmemek emeliyle, kendisini onlara benzetiyor, füyuzat-ı ilahîye talebiyle,
geçen günlerin, ateşin bir surette geçtiğini söylüyor.
روزها گر رفت گو رو باك نيست- تو بمان اى آن كه چون تو پاك نيست
16- Günler geçip gittiyse varsın, geçsin. Ey pak ve mübarek olan insan-ı
kâmil; hemen sen var ol!
Ömrünün kısmı küllisini boşa geçirmiş, bir taraftan da marifet zevkinden
nasip alamamış olmasına teessüf edenlere teselli vermek için, Hazreti Mevlâna
buyuruyor ki: “Hayatın birçok günü geçip gittiyse, olan oldu, biten bitti...
Geçmişe teessüf etmenin faydası yoktur. Hali, nazar-ı dikkate almalı, kâmil bir
mürşidin elini tutmalıdır. Geçen günlerin hiçe inkilap etmesi ehemmiyetli bir şey
değildir. Mürşid-i kâmil ve onun nazar-ı terbiyesi var olsun. O sayede matlup husule
gelir.” Hatta: “Der dem-i ahir dem-i ahar büved” yani: “Son nefeste bile kemalat
kesbedilecek başka bir dem ve âlem olur.”
Maziye bakarak ümitsiz olmamalı, halde ve istikbalde çalışmalıdır. İslam
tarihinde Yermük Muharebesi diye meşhur ve kanlı bir muharebe vardır ki, Sıddık-ı
Ekber Radiyallahü anhin devr-i hilafetinde Rumlarla Müslümanlar arasında vukua
gelmiştir.
Düşmanın mükemmel ve mücehhez ordusu 240.000’den fazla idi. Halid bin
Velid Radiyallahü anhin kumanda ettiği İslam ordusu ise, ancak 40.000 kadar vardı.
Rumlar, harbin başlangıcında başkumandan çadırına kadar ilerlemişler, fakat
orduda bulunan mücahit kadınların sopalarla ve çadır direkleriyle müdafaaları
neticesinde püskürtülmüşlerdi.
Düşmanın pek kanlı hezimetiyle, İslam’ın da pek şanlı muzafferiyetiyle
neticelenen bu muharebede Rum kumandanlarından General Yorgi, Halid bin Velid
ile karşılaşmış, onun feyz-i nazarıyla Müslüman olmuş, Halid ile beraber Rumlara
karşı bir iki saat kılıç sallamış, nihayet şehadet nimetine ve hüsn-ü akıbete mazhar
olmuştu. Radıyallahü anh ve rahmetullahi aleyh…
Dikkat buyurulsun, General Yorgi, şüphesiz yaşlı başlı bir adamdı. Ömrünün
birçok günlerini teslis akidesiyle ve Hıristiyan olarak geçirmiş ehl-i tevhid ile harp
etmek üzere Yermük mevkiine gelmişti. Lakin Halid bin Velid’in feyz-i nazarına
uğraması, kendisini muvahhitlik derecesine getirdikten sonra şehadet rütbesine
eriştirdi. Binüçyüz şu kadar sene sonra, hakkında rahmet okunmak saadetini
kazandırdı. Rahmetullahi aleyh…
Böyle bir vakıa, devr-i Peygamberîde de olmuştu. Medine’de Usayrim
namında birisi vardı. Hicretin üçüncü senesine kadar Müslüman olmamıştı. Uhud
Muharebesi esnasında Allah’ın hidayeti erişti. Silahını kaptı, harp meydanına koştu.
Peygamberimizin huzurunda Müslüman olduktan sonra, fedakârane harp etti;
ömründe bir defa olsun namaz kılmadan şehit oldu. Radıyallahü anh…
هر كه جز ماهى ز آبش سير شد- هر كه بى روزى است روزش دير شد
17- Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasipsiz olanın da rızkı gecikti.
44
Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ecel-ü âlası gibi füyuzatı da nihayetsizdir. Fakat o
füyuzatın mazharı olan insanlar, üç nevi itibar edilmiştir:
Birinci nevi: Ümmetin kâmil ve mükemmil olanlarıdır ki, ne kadar füyuzata
nail olsalar tahammül ederler ve daima artmasını isterler. Hakk Sübhahnehu ve
Teala, Kur’an-ı Kerim’inde:
ARAPÇA, Sure Kaf ayet 30
“O gün, cehenneme, doldun mu, diyeceğiz. O da, daha var mı,
diyecektir” buyuruyor.
Cehennem, celal-i ilahînin mazhar-ı tammı olduğu için, dolmasına ve
doymasına imkân yoktur. Rahmet-i ilahîyenin mazharı tammı bulunan Aleyhissalat
Efendimiz de, Hakk’ın o kadar füyuzatına nail olduğu ve her gün yetmiş yahut yüz
derece terakki eylediği halde, “Ya Rabbi! Sana karşı olan hayretimi artır” diye dua
ederdi.
Zevk-i hayret, ekmel-i ezvak imiş,
Hace-î icaz- gu “Zidnî” demiş.
Muallim Naci Merhum
Keza, miraçta Hazreti Peygambere delalet hizmetinde bulunan Cebrail
Aleyhisselam “Sidret-ül Münteha”da kalmış ve: “Parmak ucu kadar yaklaşırsam
yanarım” demiş.
Ger geçem, bir zerre denlu ileru,
Yanarım başdan ayağa ey ulu
mealini söylemişti. Yengane-i Enbiya Aleyhi ve Alihi Efdal-üt-tehaya Efendimiz ise:
Çün ezelden bana aşk oldu delil,
Yanar isem ben yanayım ey Halil!
düşüncesiyle ilerlemişti.
Evet. Nebi-yi Ekrem s.a.v. Cebrail’i, Sidret-ül Müntehada bırakmış, makam-ı
kurbe doğru ilerlemişti.
“Nereye kadar gitmişti? Oraya kadar ki, orada yer tabirine yol yoktur.
Allah’ın kamer-i nurundan başka bir şey mevcut değildir.”
Cenab-ı Hakk’ın habibi ve halkın Halik’a en ziyade yakini bulunan
Peygamber-i Ekber’in varis-i kâmili olanlar da böyledir. Onlar da aşk yolunda rey,
yani suya kanmak, harareti geçmek yoktur derler. Ne kadar füyuzata mazhar
olsalar, daha ziyade iştiyak gösterirler. Hazreti Mevlâna:
“Kum suya kandığı halde, ne acayip ki, ben kanmadım. Şu dünyada benim
yayıma layık bir kiriş yoktur” buyuruyor.
Sofiye meşayihinden Yahya bin Muaz-ı Razî, Bayezid-i Bestamî’ye gösterdiği
bir mektupta:
“Muhammed kadehinden o kadar içtim ki, nihayet mest oldum” demişti.
Hazreti Bayezid ise, cevaben:
“Muhabbet şarabını kâse kâse içtim. Lakin ne şarap bitti, ne de benim
hararetim geçti” beytini yazıp yollamıştı.
Bayezid-i Bestamî’den evvelce bahsedilmişti. Yahya bin Muaz ise, Reylidir.
Hicri 258’te, yani Bayezid’den 2 yıl önce vefat etmiştir. Arifane sözleri vardır.
Ezcümle: “Bazıları, biz bir makama vardık ki namaz kılmaya ihtiyacımız kalmadı
diyorlarmış. Evet, bir makama varmışlar amma cehenneme” dediği, sofiye
kitaplarında yazılıdır. Rahmetullahi Aleyhi ve Kadessallahü sırrahu…
Füyuzat-ı ilahîye mazharı olanların ikinci kısmı: Cüz’i bir neşveye kanaat
gösterenler ve: “Allah’ın aşkı kadehinden o kadar içtim ki, bir yudum daha içecek
olsam yok olacağım” diyenlerdir.
45
Üçüncü kısım ise: İrfan zevkinden, ezelden nasibi olmayanladır ki, o gibilerin feyz-i
Mevla’dan, ebediyen nasipleri yoktur. Hazreti Mevlâna, “Mahi” tabiriyle, birinci ve
ikinci kısımları; “Biruzi” ile de üçüncü kısmı murat eylemiştir.
درنيابد حال پخته هيچ خام- پس سخن كوتاه بايد و السلم
18- Ham ervah olanlar, pişkin ve yetişkin zevatın halinden anlamazlar.
O halde sözü kısa kısa kesmek gerektir vesselam.
“Kâmili, kâmilden başkası anlamaz. Ta ki, seyr-ü süluku, onun mertebesine
erişmeyince…” demişlerdir.
Kadr-ı sühan-î şairi, şari bilir ancak;
Ruhülkudüsün sırrı Sirafile ıyandır!
Bir ilmî meslek ashabının değil, basit ve adi bir sanat erbabının bile sanata
müteallik sözlerini, o sanata hizmet etmemiş olanlar anlayamazlar. O lisanı
anlayabilmek, sanatlarına intisap ve hizmet ederek onlar gibi olmaya mütevakkıftır.
Tasavvuf mesleğinin ince nüktelerini, sofiye hazaratının manası pek derin sözlerini
idrak edebilmek de, o meslek-i celile bir kâmil vasıtasıyla intisap etmekle olur.
Zaten tasavvuf, sözle değil hal ile ilgili bir meslektir.
Mesnevî’nin “Bişnev” emriyle başlayan birinci beytinden buraya kadar olan
onsekiz beyit, evvelce de söylenildiği gibi, bizzat Mevlâna’nın kalemiyle yazılmış,
bundan sonrakiler ise, Mevlâna tarafından söylenilmiş ve Hüsameddin Çelebi
tarafından yazılmıştır.
Bazı arifler, onsekiz beyti Mesnevî’nin mukaddimesi, sonraki beytleri de onun
devamı ve şerhi saymış, hatta Şarih-i Mesnevî Şeyh İsmail Ankaravî onsekiz beyte
“Fatih-ül Ebyat” isimli ayrıca bir şerh yazmıştır.
Hazreti Mevlâna, onsekizinci beyti de pişkin ve yetişkin zevatın sözlerini ve
hallerini anlayabilmek için onlar gibi olmak lazım geldiğine işaret ettikten sonra,
hür ve kâmil ricalin derecesine varmanın, bir takım kayıtlardan kurtulmaya bağlı
olduğunu beyan için buyuruyor ki:
بند بگسل، باش آزاد اى پسر- چند باشى بند سيم و بند زر
19- Oğul; bağını kopar ve kurtul. Ne vakte kadar altın ve gümüş
kaydında kalacaksın?
İnsanlardan mal toplamak, servet cemetmek için tabii bir hırs vardır.
Nitekim bu hal:
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 14
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, asil ve alametli
atlara, ehli hayvanlara, ekin ve tarlalara malik olmak arzusu insanlara
müzeyyen ve mahbup kılınmıştır. Bunlar dünya hayatının (geçici) birer
faidesidir. Allah(a gelince) nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği O’nun
nezdindedir” ayet-i kerimesiyle beyan edilmiş, ondan sonra da:
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 15
“Habibim de ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?
Takvaya erenler için, ind-i ilahîde altından nehirler akan cennetler vardır ki, o
müttekiler, orada daimi kalacaklardır. Keza, tertemiz zevceleri vardır.
Bunlara ilave olarak, Allah’ın rızasını bulacaklardır. Cenab-ı Hakk, kullarını
hakkıyla görücüdür” ayetiyle, Dünya metaına ehemmiyet vermeyenlere, onlara
46
bağlanıp kalmayanlara verilecek manevî mükâfat bildirmiştir. Bu ayetlerde ima
yoluyla:
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 92
“Siz, sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe
ermiş olmazsınız. Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilicidir” ayetinde
sarahaten beyan buyrulduğu üzere, Allah’ın rızasına nail olabilmek için, o uğurda
fedakârlık edilmek, sevilen şeylerden onların infakı suretiyle vazgeçilmek lazımdır.
Bu fedakârlığı gösteremeyenler, rızay-ı ilahîye nail olmayacakları gibi -sureta hür
olsalar bile- hakikatte hırs ve tamah esiri ve altına, gümüşe bağlı bulunduklarını
ispat etmiş olurlar. Allah yolunda yürüyecek olanın ise, ayakları bağlı değil, serbest
bulunmak gerektir.
Nakşî tarikatının pir-i âlisi Muhammed Bahaeddin Şah-ı Nakşbend Kuddise
sırrıhuya, “Silsile-i şüma, begüca mîresed?” diye, silsilesinin nereye ve kime
müntehi olduğunu sormuşlar; “Kesî besilsile becayi nemi resed”, yani “Silsileyezincire-
bağlı olan bir yere gidemez” cevabı arifanesini vermiş.
Demek ki altın, gümüş, kadın, oğul gibi maddi şeyler şöyle dursun, tarikat ve
siyadet silsilesi gibi manevî mebrutiyetler bile, bazı ahvalde, Hakk yoluna salik
olacaklar için ayak bağı oluyormuş.
“Tecerrüd âleminde iğne ucu kadar ilişik, kolay bir şey değildir. Üstünde
bulunan bir iğne, Hazreti İsa’nın yolunda, demirden bir set olmuştu” diye bir söz
vardır.
Hazreti Ali Kerremallahü veche ve Raziyallahü anhin: “Ey altın ve ey gümüş!
Benden başkasını avutun ve aldatın” dediği rivayet olunmuştur. Şurası da hatırda
bulunmalıdır ki, hadis-i şerifte mealen:
“Helal mal, salih kimse için ne iyidir” buyrulmuştur. Hazreti Mevlâna, bu
hadisin tefsirinde:
“Malı dine hizmet için hamil olursan, öyle hamule ve hamil hakkında Resul-ü
Ekrem: Helal mal, salih kimse için ne iyidir buyurmuştur” dedikten sonra, “Su,
geminin içine girerse onu batırır. Altında bulunursa onu yüzdürür” beytiyle bir
temsil yapmış, mal ve servet hırsıyla kalbi dolan kimseyi, içine su giren gemiye,
mevcut servetine ehemmiyet vermeyen, o servetin bulunup bulunmaması indinde
müsavi olan zatı da, derin bir su üstünde selametle yüzen gemiye benzetmiştir.
Hülasa, hür olanlar derecesine varabilmek için onlar gibi hür olmaya
çalışmalı, maddi ve manevî ayak bağı olacak her şeyi koparmalı ve esaretten
kurtulmalıdır.
“Dehrin metaı ve dünya malı, çocuk aldatan oyuncak kabilindendir. Ona
müptela olanlar ve onunla oyalananlar ise, idrak-i ricale vasıl olmamış
akılsızlardır.”
گر بريزى بحر را در كوزه اى- چند گنجد قسمت يك روزه اى
20- Denizi bir kaseye dökecek olsan, ne kadar sığar? Ancak bir günlük
rızık miktarı...
Bazı kimseler vardır ki, “Kanaat, tükenmez bir hazinedir” hikmet-i
nebeviyesini nazar-ı dikkate almaz, barınacak kadar meskeni, doyacak kadar
yiyeceği, örtünecek kadar giyeceği bulunduğunu kâfi görmez; daha iyisini, daha
ziyadesini elde etmek için didinir, üzülür, durur. Hâlbuki insan, fevkindekileri
bırakıp da dunundakilere bakacak ve onlardan ibret alacak olsa, mevcuduna kanaat
gösterir, kendi kendine teselli bulur. Nabi merhum, şu beytini ne güzel söylemiştir:
47
Senden ednayı görüb şükr ile demsaz olmak,
Senden âlalara rişkeylemenin merhemidir!
Şeyh Sadi Kuddise sırruhu, bir seyahati esnasında, pabuçsuz bulunuyor, yalın
ayak yürüdüğüne canı sıkılıyormuş. Sonra, ayakları kesik birinin dizleriyle
süründüğünü görmüş, kendisinin yalnız pabucu olmadığını şükretmiş.
Fakat insanların pek çoğu, bu hakikati anlamak istemez, beşerî ihtiyacından
çok fazla heves peşinde koşar. İhtirası, ihtiyacıyla nispet kabul etmeyecek
derecelere varır.
İşte bu gaflet ile onun faydasızlığını anlatmak için Hazreti Mevlâna, “Faraza
bir denizi, bir kâseye döksen ne kadar su sığar?” diye soruyor ve “Servetin deniz
gibi de olsa, ondan istifaden, mideni bir günlük dolduracak miktardan ibarettir”
cevabını veriyor.
كوزه ى چشم حريصان پر نشد- تا صدف قانع نشد پر در نشد
21- Hırs ve tamah ehlinin gözü doymaz. Hâlbuki sedef, kanaat gösterip
kapanmayınca içinde inci olmaz.
Hadis-i şerifte mealen: “Ademoğlunun iki vadi dolusu altın ve gümüşü
olsa, mutlaka onlara ilaveten üçüncü bir vadi olmasını ister. Ademoğlunun içini
ancak toprak doldurur” buyrulmuştur.
Naklolunan hadis-i şerifin mealini Hazreti Mevlâna başka bir tarzda ifade
ediyor. Haris olanların kâselerinin daima boş kalacağını, karınları tok olsa da
gözlerinin aç bulunacağını söylüyor. Sedefin içinde inci hasıl olması için, onun
kanaat göstermesi ve kabuklarını kapaması lazım geldiği gibi, kalbinde marifet
cevherleri husule gelmesini isteyenler de, hırs ve tamah ağzını kapamalıdır diyor.
İncinin nasıl hasıl olduğunu bilmiyorum. Şairane, yani hayalî ve efsane olmak
üzere şöyle bir söz vardır: Güya Nisan yağmurları yağarken, denizde istiridye,
kabuğunu; karada yılan ağzını açarmış… Yağmur damlaları istiridye içine düşünce
inci, yılanın ağzına girince de zehir olurmuş.
Lakin incinin husule gelmesi için istiridye kabuklarının kapanması, yağmur
damlalarının deniz suyuna karışmaması lazımmış. Hazreti Pir’in bu misali irat
etmesi, onu hakikat olarak kabul etmesinden değil, şöhretine mebni olmalıdır.
هر كه را جامه ز عشقى چاك شد- او ز حرص و عيب كلى پاك شد
22- Her kimin elbisesi, aşkın pençesiyle parçalanırsa, o kimse; hırstan
da, bütün ayıplardan da temizlenir.
Hazreti Mevlâna, bu beyit ile bir suale cevap vermiş oluyor. Hırsın, tamahın
fenalığını anladık. Gerek onlardan gerek diğer ahlaki ayıplardan kurtulmak için ne
yapmalıdır, sualine karşı, aşkı tavsiye ediyor. Aşk, bir adamın yakasından tutup da
kendine doğru çekmeye başlayınca, onu elbise gibi kaplamış olan hırs ve tamah da;
mala, servete olan bağlılık da, hatta bütün ahlaki ayıplar da sıyrılır, çıkar, diyor.
شاد باش اى عشق خوش سوداى ما- اى طبيب جمله علتهاى ما
23- Ey kastı -yahut faydası- hoş olan ve bütün illetlerimizin hekimi
bulunan aşk; şad ol.
Hazreti Pir, bu ve aşağıdaki beyit ile aşkın ahlaki ve ruhani hastalıklar için
hem bir tabib-i hazık, hem de bir deva-yı muvafık olduğunu anlatıyor.
48
اى دواى نخوت و ناموس ما- اى تو افلطون و جالينوس ما
24- Ey kibr-ü azametimize ilaç ve bize Eflatun ve Calinus olan aşk, yaşa!
Aşkın insanı bütün ayıplardan temizleyeceği bildirilmişti. Bu beyitlerde ona
hitaben “hoş sevda” deniliyor, kibir ve azamet hastalıklarının ilacı olduğu
söyleniyor, hatta ona Eflatun ve Calinus tabir ediliyor.
Malumdur ki, Eflatun Yunan feylezoflarındandır. Hikmet-i işrak erbabından
ve İşrakiyyun’un reislerindendir.
Hikmet-i işrak: Felsefi bir meslektir ki, riyazetler, mücahedeler ile Allah’a
vasıl olmayı gaye edinmiştir.
Hakikat şudur ki, tasavvuf ile felsefe ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü felsefenin
menşei akıldır. Tasavvufun mehazı ise nakil, yani Kur’an ve hadistir. Akıllar farklı
olduğu için felsefede Reybîye ve İkaniye gibi biribirine zıt düşünceli meslekler
vardır. Tasavvuf da ise, böyle ayrılık, gayrılık yoktur.
Mevlâna Cami Kuddise sırruhu: “Yunanlıların felsefesi, nefs-ü hevanın
ifadesinden ibarettir. Ehl-i imanın hikmetleri ise, Hazreti Peygamberin
buyurduklarıdır” demiştir.
Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, feylezofları tenkit eder ve onların fikirlerini
çürüterek reddeder.
Hülasa, feylezofların hangisi olursa olsun, tasavvuf erbabı, onlarla hemfikir
değildir. Gelelim Calinus yahut Galinos’a:
Bu adam, Milattan sonraki 131 senesinde Bergama’da doğmuş, 200 tarihinde
ölmüştür. Hipokrat’tan sonra hekimliğin mucidi sayılır. Eserlerinin çoğu Arapçaya
tercüme edilmiştir.
Hazreti Mevlâna, aşkı biri hakim, biri hekim iki zata benzetiyor. Bu teşbih ile
de aşkta öyle icazkar bir kudret vardır ki, Eflatun’un felsefeyle, Calinus’un
tababetle yapamadığı ruhani ve cismani tedaviler icra eder; aşığı, her türlü ayp ve
noksandan temizlenmiş bir hale getirir, demek istiyor.
جسم خاك از عشق بر افلك شد- كوه در رقص آمد و چالك شد
25- Topraktan yaratılmış olan insan cesedi, aşk tesiriyle semalara çıktı,
eflakî oldu. Dağ bile o tesir altında çeviklik bulup oynamaya başladı.
Hazreti Mevlâna, bundan evvelki beyitte aşkın, ayıpları temizlemek kudretini
söylemişti. Bu beyitte diyor ki: Aşk, öyle bir mucizedir ki, aşığın topraktan olan
cismini semalara çıkarır ve eflaki yapar; cansız bir kütle olan dağı da, kımıldatır ve
oynatır.
Kur’an-ı Kerim, İdris Aleyhisselam hakkında:
ARAPÇA, Sure Meryem ayet 57
“Onu âli bir mekâna ref eyledik” diyor. İsa Aleyhisselam için de, mealen:
“Allah onu nezdinde yükseltti” buyuruyor. İnsan olmaları itibarıyla cisimleri
toprak olan bu iki nebi-yi zişanın göklere çıkarıldığını haber veriyor.
Keza Ekmel-ül Enbiya Efendimiz, Miraç gecesinde semaya, oradan da arş-ı
alaya götürülmüştü.
ARAPÇA, Sure Kehf ayet 110
“Ben ancak sizin gibi bir beşerim, ancak bana vahyolunur” ayeti
delaletince, Resul-u Ekrem Efendimiz de, diğer iki peygamber de beşer idi; onların
vücudunun mayası da topraktı. Öyle iken aşkın feyzi, her üçünü de göklere ve bizim
bilemeyeceğimiz makamlara götürdü.
49
Aşkın tesiriyle dağın oynamasına gelince, Hazreti Musa’ya Tur dağında vaki olan
tecelliye işarettir ki, izah edilecektir.
عشق جان طور آمد عاشقا- طور مست و خر موسى صاعقا
26- Ey âşık! Aşk, Tur dağına ruh gibi tesir etti. Tur, mest oldu. Musa da
kendinden geçti ve düştü.
Malumdur ki, Musa Aleyhisselam, Beni İsrail’i Firavun’un elinden kurtamış,
Mısır kıtasından çıkarıp Şap Denizi’ni geçirmiş ve Sina çölüne nakleylemişti.
Kendisine semavi bir kitap verileceği de, evvelce vaat olunmuştu. Binaenaleyh,
Allah’ın emriyle kırk gün oruç tuttu. Dervişlik tabirince bir çile, yani erbain çıkardı.
Sonra kardeşi Harun Aleyhisselamı vekil bırakıp Tur dağına gitti. Orada tecelli-i
Rabbani vukua geldi. Bu hâl, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade buyruluyor:
ARAPÇA, Sure Araf ayet 143
“Vaktaki Musa, tayin ettiğimiz vakitte Tur’a geldi, Rabbi ona ilahî
sözünü söyledi. Musa: Ya Rabbi! Bana kendini göster, seni göreyim dedi.
Cenab-ı Hakk: Sen beni hiçbir vakit göremezsin, buyurdu.”
Ehl-i sünnet uleması, beşer için Allah’ı görmenin mümkün olduğunu Hazreti
Musa’nın rüyet talebi ve “Ayın on dördüncü gecesi kameri gördüğünü gibi Rabbinizi
göreceksiniz” hadisi ile istidlal etmişlerdir. Mutezile ise, “Len terani” sigasının
tekid-i nefy-i istikbal olmasından, Allah’ı görebilmek muhaldir, neticesini
çıkarmışlardır.
Urefa-yı sofiye indinde, iki cihetin anlayışı da birer cihetten doğrudur. Yani
rüyetullah mümkündür, fakat insanın varlığı ve benliği baki oldukça, o şerefe nail
olma imkânı yoktur. Nitekim Kelam-ı ilahîde, “Len terani”, yani “Sen, sen oldukça,
sende senlik bakiyesi bulundukça, beni ebediyen, asla ve kat’a göremezsin”
buyrulmuştur.
Böylece ince ve muğlak bahislerin ilim ve akıldan ziyade, zevk ile
anlaşılabileceğini hatırdan çıkarmamalıdır.
Yine Cenab-ı Hakk, buyuruyor ki:
ARAPÇA, Sure Araf ayet 143
“Lakin şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse, sen de beni görürsün.
Vaktaki Musa’nın Rabbi, dağa tecelli ve dağı parça parça etti; Musa da
kendinden geçip düştü.”
Tecelli: Hakk’ın zuhuru demektir. Tecelli-i efal, tecelli-i sıfat ve tecelli-i zat
diye üç derecedir. Tecelli-i efal, salikin efal ve harekâtının; tecelli-i sıfat, salikin
sıfatının; tecelli-i zat ise, salikin zatının, Allah’ın efalinde, sıfatında ve zatında
fena bulmasından ibarettir. Mesela menekşe çiçeğinin bir yaprağı, gül yağının
içerisine konsa önce rengi, sonra da kendi yok olur. İşte şu haller uzak bir teşbih ile
tecelli-i efali, tecelli-i sıfatı ve tecelli-i zatı andırır.
Uzak bir teşbih ile dedim… Çünkü bunda menekşe ve gül yağı diye bir ikilik,
sonra menekşenin yağa girmesinde bir hulul vardır. Allah’ın tecellisi ise, bu ikilikten
ve hululden münezzehtir, yani orada salikin varlığı ve benliği kalmaz ki, ikilik ve
hulul tevehhüm edebilsin.
İşte o sırada, Hazreti Musa’ya tecelli-i zatı vukua gelmiş, onun beşeriyetini
ifna etmiş, hatta o tecellinin bir ziyası, bir yığın taş ve topraktan ibaret olan dağı
da oynatmış ve parçalamıştı.
50
ARAPÇA, Sure Araf ayet 143
“Ayrılınca dedi ki: Seni tenzih ederim, sana tevbe ve istiğfarımı
arzeyledim. İman edenlerin ilki benim.”
Böyle ince ve derin bahislerin anlaşılabilmesinin zevk ve keşfe ait olduğunu
tekrar hatırlayalım ve layıkıyla anlayamayışımızı öyle bir zevkimizin olmadığına
atfedelim ve o zevkin ihsan buyurulması için niyazda bulunalım.
با لب دمساز خود گر جفتمى- همچو نى من گفتنيها گفتمى
27- Arkadaş ve hemraz sırdaş olan yarimin dudağıyla birleşmiş olaydım;
ben de söylenebilecek şeyleri ney gibi söylerdim.
هر كه او از هم زبانى شد جدا- بى زبان شد گر چه دارد صد نوا
28- Konuştuğu dili anlayan kimseden ayrılan, yüzlerce lisan ve nağme
bilse de yine susar.
Malumdur ki söylemek, bir meseleyi anlatmak içindir. Bundan dolayı
muhatapta anlayış istidadı ne kadar çok olursa, konuşsanda konuşma kabiliyeti de o
nispetle olur. Dinleyenin anlamayışı, söyleyenin söylemesine manidir. Bu
münasebetle Hazreti Mevlâna, bu iki beyitte demek istiyor ki: Hemraz ve demsazım
olabilecek bir muhatap bulabilseydim, ben de ney gibi nağmelerde bulunurdum,
daha yüksek bahislere girişirdim. Fakat o muhatabı bulamadığım için nağmeyi
değiştirmeye, pek derinlere dalmaksızın bahsi sığ geçmeye mecbur oldum. Böyle
olması da zaruridir. Velev ki, yüz türlü nağmeye muktedir ve birçok lisan ile
konuşan bir kimse olsun… Karşısındaki, o nağmeleri ve dilleri anlamazsa, pek tabii
olarak o adam susmaya mecbur olur.
نشنوى ز ان پس ز بلبل سر گذشت - چون كه گل رفت و گلستان در گذشت
29- Gül mevsimi geçip de gül açması bitince, artık bülbülün âşıkane
sergüzeştini –serüvenini- dinleyemezsin.
Şark şairlerinin tahavvülüne göre, gül ile bülbül arasında âşıkane bir irtibat
vardır. Şairlere nazaran bülbül, ancak gül için ve güle karşı söyler. Onun
dediklerini de başkaları değil, yalnız gül anlar.
Şiir ve hayal bakışı, gül yaprakları üstündeki çiğ damlalarını, bülbülün
iniltisine karşı gülün gözyaşları şeklinde görür.
Sirişk-efşan olur gül, nalişinle jale şeklinde,
Ne âşıksın ki olmuş gül dahi nalanın ey bülbül.
Fakat vaktaki:
Figan ü nalişinle sen sarardın goncalar soldu
Bitirdi hem gülü, hem kendini efganını ey bülbül!
levhası teressüm eder, yani bahar mevsimi geçer, gülün açılması devri biter. O
vakit bülbül de sesini, sedasını keser. Çünkü kendisini dinleyecek olanlar bulunsa
bile, anlayacak bulunmaz.
بوی گل را از که جوييم از گلب - چونکه گل رفت وگلستان شد خراب
30- Gül bitip de gül bahçesi harap olunca gül kokusunu nereden arayıp
bulalım? —Gül suyundan!
51
Evet. Gülün açılma mevsimi geçip, gülistandaki fidanlar dikenli birer çalıdan
ibaret kalınca, gül rayihası ancak gül yağından ve gül suyundan duyulabilir. Bunun
gibi urefa-yı ümmetin ekmel ve efdali bulunanlar çekilip gidince, onlardaki rayiha-i
marifeti, varisleri bulunan ve kendilerine nispetle gül yanında gül suyu gibi
kalanlardan aramak lazım gelir.
Mesnevî şarihlerinden Sarı Abdullah Efendi’nin telakkisine göre, Hazreti
Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile Hüsameddin Çelebi arasındaki farkı söylemek, Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin yanında Hüsameddin Çelebi’nin gül suyu gibi kaldığını
bildirmek istiyor. “Şems gibi bir musahib-i ekmelim bulunsaydı, onun geniş idraki
beni nağmeperdaz etseyedi, ben de ney gibi rakik terennümlerde bulunurdum. O
demsaz ve hemrazım geçip gitti. Bana layıkıyla muhatap olabilecek kimse kalmadı.
Onun için ben de sözlerimi sığlaştırmaya mecbur oldum. Bereket versin ki, karşımda
Hüsameddin Çelebi gibi müstait bir muhatap var. Şems’in irfan-ı rayihasını onda
bulmaya ve bu suretle avunmaya çalışıyorum” diyor.
Mesnevî’nin diğer bir yerinde ise, Hazreti Mevlâna: “Şu söylediklerim yok mu?
Onlar, senin fehmine göredir. Doğru anlayışlı bir muhatap hasretiyle ölüyorum”
buyuruyor.
Burada bir sual hatıra gelebilir: Dibacede Hüsameddin Çelebi’nin kutup
olduğuna delalet eder, vasıflar bulunduğu halde burada ondan daha anlayışlı bir
muhatap aranıyor, iki ifade arasında tenakuz yok mudur?
Evet, Hüsameddin Çelebi, hem asrının kutbu olur, hem de zevken ve irfanen
Şems-i Tebrizî derecesinde bulunmayabilir. Hacc-ı Veda esnasında:
ARAPÇA, Sure Maide ayet 3
“Bugün sizin dininizi ikmal ettim, hiçbir eksiğini bırakmadım” ayeti nazil
olunca, ashab-ı kiram sevinmiş ve gülmüştü. Yalnız Sıddık-ı Ekber Radiyallahü anh,
dinin kemale gelmiş, ikmale muhtaç bir ciheti kalmamış olduğunu bildirdiğini
işitince, Hazreti Peygamberin irtihaline ima edildiğini anlamış ve kemal-i teessürle
ağlamışlardı.
Hazreti Ebubekir de, sair sahabe-i kiram da Hazreti Peygamberle sohbet
etmek şerefine nail olmuşlardı. Fakat ondaki feyz-i nebevi, diğerlerinde
görünmemiş, onun gösterdiği anlayış isabetini öbürleri gösterememişti.
Demek ki velilik bir, fakat velilerin zevki ve derecesi farklı; çünkü Allah,
tecellisini tekrar etmez.
جمله معشوق است و عاشق پرده اى- زنده معشوق است و عاشق مرده اى
31- Cümle, maşuktan ibarettir, âşık perdedir. Diri olan ancak maşuktur,
âşık ölüdür.
Tecrübe ile anlayanlar vardır ki insan, bir güzeli severse ve sevgisi, aşk
derecesine varırsa, âlemin her zerresi ona sevgilisini hatırlatır. Gündüzlerin
nuraniliğinden onun parlak yüzünü, gecelerin zulmani renginden onun siyah
saçlarını hatırlar. Rüzgârın hafif hafif esmesinden, onun teneffüsünü, şimşek
ziyasının ufuklar üstünde görünmesinden onun tebessümünün parıltısını müşahede
eder de:
Kakülünden şeb, cebininden seherler mevc-hiz,
Zulmet ü envar olur senden hüveyda reng reng!
der. Hülasa, nazarında kâinat, ondan ibaret görünür; hatta kendini bile maşuğu
olarak tahayyül eder.
52
Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep,
Canım dediğim, ten dediğim sensin hep...
beytini söyler. Fuzuli’nin Mecnun lisanından Leyla’ya hitabı gibi: Gel sen sen isen,
neyim men-i zar, diye sorar. Deriden, etten, kemikten müteşekkil fani bir varlığa
karşı olan muhabbetin insanı bu dereceye getirdiğini düşünmeli de, o vücudun ve
bütün mevcudatın Halikı bulunan Maşuk-u Ecel-ü Ala’ya olan aşkın, aşığı ne hale
getireceğini kıyas etmelidir.
İşte o ilahî aşk, aşığın nazarında bütün mükevvenatı hiç gösterdiği gibi,
Maşuk-u Hakiki’nin “hep” ve “cümle” olduğunu, kendisinin de arada bir perde
bulunduğunu gösterir.
Hümam-ı Tebrizî’nin: “Benimle sevgilim arasında Hümam, perde olmaktadır.
Artık o perdeyi bertaraf etmenin sırası gelmiştir” mealindeki beyti, bu gerçeği ifade
eder.
İşte o benlik perdesi kaldırılırsa, maşuğun cümle ve zinde; aşığın da, berde
ve mürde olduğu anlaşılır.
چون نباشد عشق را پرواى او- او چو مرغى ماند بى پر، واى او
32- Âşıkta, aşkın elemlerine sabr-u tahammül bulunmayacak olursa; o,
biçare kanatsız kuş gibi kalır. Vay onun haline!
Aşkın kudret-i icazı, “Şad baş ey aşk-ı hoş sevda-yı ma” beytinde söylenilmiş;
Eflatun’un felsefe ile Calinus’un tababetle yapamayacağı ruhani ve cismani
tedaviyi, aşkın yaptığı beyan edilmişti.
Evet… Aşk, salik için icazkar bir kuvvettir. Zühde, tarik-i ilahînin seyyaresi
demek caizse, aşka da feza-yı tekarrübün tayyaresi denilebilir. Fakat tayyareye
bineceklerin cesur ve mütehammil olması icap ettiği gibi, aşk kanadıyla yükselmek
isteyenler için de cesaret, metanet, sabır ve tahammül lazımdır. O lüzuma
ehemmiyet verilmez, hayata bağlılık düşüncesi bertaraf edilmezse, matlup olan
yükselme husule gelmez. Çünkü tayyareye benzettiğimiz aşk, o tahammülsüz kimse
için, kanatları yolunmuş kuş gibi olur, uçamaz. Onun sahibi ve bineği de, saksağan
kargası gibi, ileri-geri sıçramaktan başka bir şey yapamaz. Fuzuli ne güzel söyler:
Aşk resmim, âşık öğrenmek gerek pervaneden,
Kim yanar gördükte şem’in ateş-i suzanına!
Canını canane vermekdi kemal-i aşığın,
Vermeyen can, itiraf etmek gerek noksanına!
من چگونه هوش دارم پيش و پس- چون نباشد نور يارم پيش و پس
33- Yarimin nuru etrafımda bulunmazsa ben nasıl önümü, ardımı idrak
edebilirim; yarimin nuru ilk ve sonla mukayyet olmayınca, ben nasıl başlangıç
ve son ile kayıtlanabilirim.”
İki türlü tercüme edilen bu beyit, iki nevi sualin cevabıdır.
Evvela: Aşkın kanada teşbihine mukabil, akıl da ayak mevkiinde kalır. Aşka
tabi olamayan, akıl ile hareket edemez mi, sualine cevaben deniliyor ki: Evet.
Akıl, ayak gibidir. Fakat o ayakla adımı atabilmek için, insanının basacağı yeri
görmesi lazımdır. O görüş ise, ancak yarimin bir nuru olan aşk ile kabildir. Aşk nuru
ile nurlanmayınca, ben nasıl önümü, ardımı görür ve adımımı atabilirim?
Keza, “Ey Mevlâna! Derin bahislere girişmeyeceğini evvelce söylediğin halde,
şimdi bahsi derinlere götürüyorsun” ihtarına cevap veriliyor.
53
Gerçi birkaç beyit evvelce söylenilmişti. Fakat yarimin ilk ve son kayıtlardan
münezzeh olan nuru, beni tenvir ediyor ve endişeyle, bağlılıktan vareste kılıyor.
عشق خواهد كاين سخن بيرون بود - آينه غماز نبود چون بود
34- Aşk bu sözün meydana çıkmasını istiyor. Ayna, koğucu olmaz da ne
olabilir?
Demek isteniliyor ki: Maşuğun cilvesi ve aşkın esrarı, gönül aynasına aksedip
duruyor. Cilalı bir ayna, sathına akseden sureti göstermez olur mu? Benim de kalp
aynamda beliren sırlar, ihtiyarım elimde olmaksızın lisanımdan dökülüyor.
آينه ت دانى چرا غماز نيست - ز انكه زنگار از رخش ممتاز نيست
35- Senin ruhunun aynası niçin o yansımayı haber vermiyor biliyor
musun? Sathı -yüzü- pastan hali değil de onun için.
Bu beyitte aynanın pasından bahsedilmesi, eski aynaların camdan değil,
madenî levhalardan yapıldığı içindir. Madenî levhaların rutubet vesaireden
paslandığı, böyle olunca da sathına akseden şeyleri göstermediği gibi, gönül aynası
da nefis pasıyla cilasını kaybederse, feyz-i ilahîye makes olmak nimetinden mahrum
kalır. Binaenaleyh, ilk önce gönül aynasındaki pası temizlemek ve cilalamak
lazımdır.
Müncelî ayine-i dilde nukuş-i kâinat,
İş o mirat-ı musaffaya cila vermektedir!
“Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası da zikrullahtır” hadis-i şerifin
mucibince, o pasın giderilmesi, ancak Allah’ı zikretmek ve yadeylemekle olur.
Dil hanesi pür nur olur, envar-ı zikrullah ile!
Nefsin bulanıklığı gitmez, kalp aynasının pası açılmazsa, ruh da Allah’ın
tecellisine mazhar olamaz. Nefsin tasfiyesi ve kalbin cilalanmasının ne ile
olabileceğini bildirmek ve dolayısıyla birçok hisse öğretmek için Hazreti Mevlâna bir
kıssa nakline başlıyor ve diyor ki:
“BİR PADİŞAHIN BİR CARİYEYE ÂŞIK OLUP ONU SATIN ALMASI VE CARİYENİN
HASTALANMASI. PADİŞAHIN DA ONU TEDAVİ ETTİRMEK İÇİN TEDBİRDE
BULUNMASI HİKAYESİ”
حكايت عاشق شدن پادشاه بر كنيزك و بيمار شدن كنيزك و تدبير در صحت او
بشنويد اى دوستان اين داستان - خود حقيقت نقد حال ماست آن
36- Ey dostlar; şu hikâyeyi dinleyin ki hakikatte bizim halimizin aynıdır.
Çünkü anlatılacak olan padişah ile cariye, ruh ile nefsin temsilidir.
بود شاهى در زمانى پيش از اين - ملك دنيا بودش و هم ملك دين
37- Bundan evvel bir padişah vardı ki hem dünya mülkü, hem de din
mülkü onundu.
Hem dindar hem dünyadar bir hükümdar idi.
اتفاقا شاه روزى شد سوار - با خواص خويش از بهر شكار
38- Tesadüfen padişah bir gün avlanmak için maiyetiyle ata bindi.
54
يك كنيزك ديد شه بر شاه راه - شد غلم آن كنيزك جان شاه
39- Padişah, yolda bir cariye gördü ve canı o cariyenin kulu, kölesi oldu.
مرغ جانش در قفس چون مى طپيد - داد مال و آن كنيزك را خريد
40- Can kuşu, benden kafesinden çırpınınca mal verdi ve o cariyeyi satın
aldı.
چون خريد او را و برخوردار شد - آن كنيزك از قضا بيمار شد
41- Cariyeyi aldı ve ondan saadet duydu. Fakat kazara cariye
hastalandı.
آن يكى خر داشت، پالنش نبود - يافت پالن گرگ خر را در ربود
42- Birinin merkebi vardı, palanı yoktu. Palanı buldu; lakin merkebi kurt
parçaladı.
كوزه بودش آب مى نامد به دست - آب را چون يافت خود كوزه شكست
43- Diğerinin kasesi vardı, su bulamıyordu. Suyu bulunca da kâse kırıldı.
Palan bulunca merkebini kurt paralayan, su bulunca kâsesi kırılan kimseler
gibi, padişah da cariyeyi aldı ama hastalanması dolayısıyla zevki sürekli olmadı.
شه طبيبان جمع كرد از چپ و راست - گفت جان هر دو در دست شماست
44- Padişah; sağdan soldan, yani her taraftan hekim topladı. Onlara: -İkimizin
hayatı da sizin elinizde ve hazakatinize –ustalığınıza- bağlıdır, dedi.
Ve ilave etti:
جان من سهل است جان جانم اوست - دردمند و خسته ام درمانم اوست
45- Benim canımın tedavisi kolaydır; o, iyileşirse ben de iyi olacağım.
Çünkü ruhumun ruhu odur. Ben dertliyim, hastayım; dermanım da odur.
هر كه درمان كرد مر جان مرا - برد گنج و در و مرجان مرا
46- Her kim ruhumu, yani Mercan ismindeki cariyemi tedavi edecek
olursa, inci ve mercan hazinemi alıp götürecektir.
جمله گفتندش كه جان بازى كنيم - فهم گرد آريم و انبازى كنيم
47- Hekimlerin hepsi dediler ki: Hastayı tedavi için canla, başla
çalışalım. Anlayışımızı bir yere toplayalım, yani görüş alışverişi edelim, sonra
müşterek bir tedaviye başlayalım.
هر يكى از ما مسيح عالمى است - هر الم را در كف ما مرهمى است
48- Bizim her birimiz, hasta tedavisinde âlemin İsa’sı gibiyiz. Elimizde
her derdin merhemi ve devası vardır.
گر خدا خواهد نگفتند از بطر - پس خدا بنمودشان عجز بشر
49- Hekimler, kibir ve azametlerinden, Allah isterse, yani “inşallah”
demediler. Cenab-ı Hakk’ta onlara insanlığın aciz olduğunu gösterdi.
55
Cariyenin hastalanması üzerine padişah, her taraftan hekim getirtmiş, onlara
nakit ve mücevher vaadinde bulunmuş; onlar da, sanatlarına güvenmişler, her
derdin devası bizim elimizdedir demişler, Allah muvaffak ederse demeye lüzum
görmemişler.
Hazreti Mevlâna, her işin Allah’ın iradesiyle husule geleceğini bilerek daima
“İnşallah”, yani Allah isterse demenin lazım olduğunu beyan için diyor ki:
ترك استثنا مرادم قسوتى است - نى همين گفتن كه عارض حالتى است
50- İstisna, yani inşallah demeyi terk etmekten muradım kalbe arız olan
kasvet ve gaflettir. Yoksa kalben gaflet halinde, lisanen inşallah demekten
ibaret olan halet-i arızayı kastetmiyorum.
اى بسا ناورده استثنا به گفت - جان او با جان استثناست جفت
51- İstisnayı -inşallahı- lisanen söylemeyen niceleri de vardır ki, onların
canı istisnanın ruhu, yani hakikatiyle müttehittir.
Hazreti Mevlâna bu beyti ile Risaletpenah Efendimize ve onun varis-i kâmili
bulunan ehlullah hazaratına işaret etmiştir.
Yahudilerin öğretmesi üzerine Kureyş müşrikleri Aleyhisselat Efendimize
ruhun hakikatini, bir de Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssalarını sormuşlardı.
Resulullah Hazretleri, “Yarın gelin de haber vereyim” dedi, lisanen
“inşallah” demedi.
Hazreti Peygamberin inşallah demeksizin, “yarın gelin de, haber vereyim”
buyurması, şüphe yok ki ilahî iradeden gaflet yahut Allah’a karşı nefsine kudret
isnadı değildi. Belki buna dair vahy-i Rabbaninin geleceğine itminan-ı kalb neticesi
idi. Hazreti Mevlâna, tabiri veçhile onun canı istisnanın ruhuyla çift ve müttehit idi.
Fakat tevhid-i efal mertebesine varmamış olan bir kısım ümmetin ilahî iradeden
gafil olmamaları, teşebbüslerinde hatırlamaları için inşallah demelerinin lüzumunu
fiilen bildirmek, Allah’ın iradesi olmayınca hiçbir şeyin yapılamayacağını göstermek
için vahiy birkaç gün gecikti. Resul-u Ekrem Efendimiz sıkıldı. Sonra verilecek
cevap, vahyen bildirdiği gibi sahib-i şeriata ve dolayısıyla efrad-ı ümmete hitaben:
ARAPÇA, Sure Kahf ayet 23–24
“Hiçbir şey hakkında, ben bunu herhalde yarın yapıcıyım, deme! Meğerki
(sözünü) Allah’ın dilemesi (ne bağlamış olasın.)” talim-i Rabbanisi varit oldu.
Vaadi ve taahhütü havi sözlerle inşallah demenin lazım olduğu bildirildikten
sonra, hikâyenin nakline dönülüp deniliyor ki:
هر چه كردند از علج و از دوا - گشت رنج افزون و حاجت ناروا
52- Hekimler, ilaçtan ve tedaviden ne verdilerse ve ne yaptılarsa
hastalık arttı, matlup olan şifa hasıl olmadı.
آن كنيزك از مرض چون موى شد - چشم شه از اشك خون چون جوى شد
53- O cariye hastalıktan kıl gibi zayıfladı. Padişahın gözleri de
ağlamaktan ırmak halini aldı.
از قضا سركنگبين صفرا فزود - روغن بادام خشكى مى نمود
54- Sirkencubin -sirke, bal ve çörek otu karışımı- şurubu, kaza-yı ilahî
ile safrayı artırdı. Badem yağı da kabız verdi.
56
Hâlbuki bunlardan birincisi safrayı, ikincisi de kabızlığı tedavi için
kullanılırdı. Sirkengebin: Sirke ile bal ve çörek otundan ibaret bir şurup imiş.
از هليله قبض شد اطلق رفت - آب آتش را مدد شد همچو نفت
55- Kara halileden sürgün kesildi, kabız hasıl oldu. Su bile harareti
kesecek yerde, neft yağı gibi ateşi artırdı.
Hikâyenin buraya kadar olan kısmında birkaç şahsiyet peyda oldu ki, biri
padişah, diğeri cariye, öbürleri de iddialı hekimler… Padişah ve cariyeden
maksadın, ruh ile nefis olduğu söylenilmişti. Hekimlerden murat da, tabib-i manevi
olmaları lazım gelen şeyhlerin, mukallit olanlarıdır.
Ehlinin malumudur ki, insan denilen mahluk ruh ile nefisten mürekkeptir.
Ruhun yükselmesi için nefsin temizlenmesi şarttır. Hikâyemizde ruhu temsil eyleyen
padişah, nefsi temsil eyliyen cariyenin hasta bulunduğunu görünce, hekimlere, yani
tabib-i ahlaki olacak şeyhlere müracaat ediyor. Müracaat ettikleri şeyh değil, şeyh
mukalliti olduklarından kendilerinde hekimlik namına nabızgirlikten başka bir şey
yok. Öyle iken insaf gösterip de, ehline müracaatı tavsiye etmiyorlar. Şöyle yaparız,
böyle ederiz, diye atıp tutuyorlar.
Dünyada en büyük musibet, cahilin ilim davasında bulunması, o davanın da
cahillerce doğru zannolunmasıdır. İnsan bilmediğini açıkça itiraf edecek olursa,
hem vebal altına girmekten kurtulur, hem de hulus-u niyeti dolayısıyla Allah’ın
ilham ve talimine mazhar olur.
“Kendilerine eşya ilimleri sorulan meleklerin, bilmiyoruz dedikleri gibi, sen
de bilmediğini itiraf et ki (Vema allemtena) destgirin (arkadaşın) olsun. Allah, o
isimleri Adem Aleyhisselam vasıtasıyla meleklere talim eylediği gibi, sana da
bilmediklerini öğretsin.”
Tabiinden ve ulemadan Şabi’ye bir mesele sormuşlar, “Bilmiyorum.” demiş.
Sen ulemadan olduğun halde bilmiyorum demeye utanmıyor musun, demişler.
“Melekler, Allah’ın yakini iken (la ilme lena) demeye utandılar mı?” demiş.
Keza İmam-ı Ebu Yusuf’a -ki Harun Reşid’in baş kadısı, bizim tabirimizce
şeyhülislamı idi- Halife, bir şey sormuş. O da, “Bilmiyorum” cevabını vermiş.
Başnabeynci lakırdıya karışmış, “Emir-ül Müminin, sana bu kadar para verdiği halde
sualine bilmiyorum cevabını veriyorsun. Bu, yakışır mı?” deyince, Ebu Yusuf: “Emir-
ül Mümininin bana verdiği para, bildiklerime göredir. Bilmediklerime göre verecek
olsa hazinesi kâfi gelmez” demiş.
Bizim en büyük kusurumuz “Bilmiyorum” demek fedakârlığını
göstermeyişimizdir. Bunu yapacak kadar insafımız yahut yeni tabir ile cesaret-i
medeniyemiz bulunsaydı, memleketi şimdikinden pek başka bir halde görürdük.
Çünkü en ehemmiyetsizlerinden, en mühimlerine varıncaya kadar bütün vazifeler,
“Bilmiyorum” diyeceklere değil, “Biliyorum” diyenlere ve hakikaten bilenlere,
sözünün eri ve işinin ehli olanlara verilirdi.
Evet. Hikâyemizdeki hekimler de, “Cariyenin hastalığını teşhis edemedik,
tedavisinden aciz kaldık, başka ve hazık birini bulun” diyecek kadar hakşinaslık
gösterebilselerdi, hem hasta fazla zahmet çekmez, hem de beklenilen afiyetin
vürudu gecikmezdi.
“CARİYENİN TEDAVİSİNDE HEKİMLERİN ACİZ KALDIKLARININ PADİŞAHA ZAHİR
OLMASI, DEGAH-I İLÂHİYE TEVECCÜH EDEREK RÜYASINDA GAYBE MENSUP BİR
MÜJDECİ GÖRMESİ VE TABİB-İ İLÂHİYİ BULUP MURADININ HUSULE GELMESİ”
57
ظاهر شدن عجز حكيمان از معالجه ى كنيزك و روى آوردن، پادشاه به درگاه خدا و در
خواب ديدن
او ولى را
شه چو عجز آن حكيمان را بديد - پا برهنه جانب مسجد دويد
56- Padişah, hekimlerin o aczini görünce, yalınayak mescide koştu.
Evet… Padişah, cariyenin tedavisinden hekimlerin aciz kaldıklarını görünce,
nefsin tasfiyesi için müracaat eylediği mukallit şeyhlerin terbiye-i nefse ehliyetleri
olmadığını görünce, onlardan ümidini kesiyor; doğrudan doğruya, dergâh-ı ilahîye
teveccüh ediyor. Sebeb-i şifayı Müsebbib-ül Esbab olan Kadir-i Mutlak’tan istiyor.
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 186
“Kullarım (Habibim) sana beni sorunca (haber ver ki) işte ben muhakkak
yakınımdır. Bana dua edince, ben o dua edenin davetine icabet ederim. O
halde onlar da benim davetime (itaatle) icabet ve bana iman (da devam)
etsinler. Ta ki, (o sayede) doğru yola ulaşmış olalar.” ayet-i kerimesi mucibince,
Cenab-ı Hakk dilekleri duyan ve istekleri yerine getirendir. Dergâh-ı uluhiyetine
arz olunan duaları reddetmez, kula hayırlı olacak surette kabul eyler. Fakat icabet
ve kabulün bazı şartları vardır. Ezcümle insan, herkesten ve her şeyden ümidini
kesmeli, maksadının husulünü ancak Vahid-i Mutlak’ın lütfundan beklemelidir.
Nitekim ayet-i kerimede:
ARAPÇA, Sure Şura ayet 28
“O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indirmekte, rahmetini
yaymakta olandır. O, hakiki yar, her hamde sezavardır” buyruluyor.
İşte Hazreti Mevlâna da duanın bu büyük şartını ima eylemiş olmak için,
hekimlerin aczini gören padişahın mescide doğru yalınayak koştuğunu hikâye
ediyor.
Padişahın yalınayak gitmesi, yine dua şartlarından bulunan yalvarışı izhar
içindir.
Malumdur ki, bir adamın dua etmesi, az çok bir şey istemesi demektir.
İsteyen kimsenin, verecek zata karşı, derecesine göre yalvarıp yakarması tabii bir
haldir. Bir maksadın husulü için bir mahluğun karşısında yalvarmak icap edince,
matlabın da, matlubun da, talibin de Halikı ve Razıkı bulunan Zat-ı Ecel-ü Âla’nın
huzurunda, o isteğin daha da samimi olması gerekir. Zaten ibadat dediğimiz
hareketler ve onların efdali dediğimiz namaz nedir? Mahluğun, Halikı karşısında
eğilmesi, eşref-i azası bulunan yüzünü yere sürmesi, Allah’ın huzurunda yalvarıp
yakarması değil midir?
Hazreti Musa’ya vuku bulan tecellide, “Fahla’ na’leyk”, yani “Pabuçlarını
çıkar” buyrulmuş, Kelimullah Hazretleri makamın gerektirdiği edebe davet
olunmuştu.
Urefay-ı sofiye, “Fahla’ na’leyk”ten maksat: “Dünya ve ahiretin kalpten
çıkarılmasıdır” demişler.
رفت در مسجد سوى محراب شد - سجده گاه از اشك شه پر آب شد
57- Padişah mescide gidip mihrapta secdeye kapandı. Secde yeri,
gözyaşlarından sırılsıklam oldu.
58
Zamanların ve mekânların mübarek olanları vardır. Mesela Cuma geceleri,
seher vakitleri, Ramazan ve bayramlar, Cuma gününün icabet saati mübarek
zamanlar cümlesindendir. Mekke, Medine, Kudüs harem-i şerifleri, enbiya ve evliya
türbeleri, camiler, mescitler de mübarek mekânlardandır. Hikâyemizdeki padişah,
bunları bildiği cihetle dua için yalınayak mescide koşmuş, mihraba secdeye
kapanmış, gözyaşlarıyla secdegahı ıslatmıştı.
چون به خويش آمد ز غرقاب فنا - خوش زبان بگشاد در مدح و ثنا
58- İstiğrak ve fena halinden, yani kendini kaybetme durumundan şuur
âlemine gelince, güzel bir ifade ile Allah’ı medh-u senaya başladı.
Hayırlı işlerin hepsinde olduğu gibi, dua ederken de besmele, hamdele,
salvele ile başlamak, yine salat ve hamd ile bitirmek, arada Cenab-ı Hakk’ın medhu
senasına dair dili döndüğü kadar söz söylemek lazımdır. Allah, bunları kabul eder.
Onlar arasında edilen duaya da icabet buyurur. Çünkü kulunun isteklerinden bir
kısmını kabul eylediği halde, diğer kısmını reddetmeye, kerem-i ilahî müsait
değildir.
“Allah, kendisine hamdedilmesini sever” hadis-i şerifi mucibince, insanların
Rabb-i ekreme hamd-ü sena etmeleri lazımdır. Fakat şu kulluk vazifesinin eksiksiz
olarak ifası, Şeyh Sadi’nin dediği gibi:
“Kimin elinden ve dilinden gelebilir?”
Hazreti Sadi, Gülistan kitabının mukaddimesinde der ki, “İnsanın nefes
alması, hayatının uzaması; nefes vermesi de zatının ferahlanması gibi nimetleri
ihtiva eder. Demek ki bir nefes alıp vermekte iki nimet vardır. Her nimete ise bir
şükür vaciptir.”
Bu neticeye göre insan, hayatını bir kere nefes alıp vermesinin şükrüne
hasredecek olsa, yine de minnetdarlık vazifesini ifa edememiş olur. Nefes almanın
sonunda edilecek bir şükür de bir kulluk vazifesinin ifası olduğu için, bir nimettir. O
nimetin şükrü de vaciptir; nimete şükredebilmenin şükrü de lazımdır. O halde
Allah’a karşı nimetlerinin şükründen, hamdinden aciz kaldığını itiraf eylemek, “Ya
Rabbi! Verdiğin nimetlerin şükründen acizim” demek icap eder.
Hadis-i şerifte: “Ya Rabbi! Ben sana karşı hamd-ü senayı sayıp dökemem!
Sen, zat-ı ecel-ü âlana sena ettiğin gibisin” buyrulmuş, Allah’ın senasını saymak
hususunda lisan-ı beliğ-i Muhammedî’nin aciz kaldığı beyan olunmuştur.
كاى كمينه بخششت ملك جهان - من چه گويم چون تو مى دانى نهان
59- Padişah, diyor ki: “Ey en az ihsanı dünya hükümdarlığı olan vehhab-ı
kerim, ben ne söyleyim? Sen bütün kalplerde gizli olanı bilirsin.
ليك گفتى گر چه مى دانم سرت - زود هم پيدا كنش بر ظاهرت
60- Lakin sen sırlarını bildiğin insana: Gerçi sırrını bilirim; lakin sen de o
sırrı çabucak izhar eyle demişsindir.
اى هميشه حاجت ما را پناه - بار ديگر ما غلط كرديم راه
61- Ey daima hacetlerimize melce olan Allah! Biz, tekrar yolumuzu
şaşırdık.
Padişah, duasına medh-ü sena ile başladıktan, makam-ı senada Cenab-ı
Hakk’ın kayıtsız, şartsız vehhab olduğunu, en büyük bir şey zannedilen dünya
59
hükümdarlığının, atay-ı ilahîye nispetle naçiz ve değersiz bir şey bulunduğunu
söylüyor.
ARAPÇA, Sure Taha ayet 7
“Sen sesini yükseltsen (de, yükseltmesen de birdir.) Çünkü o gizliyi de,
gizlinin daha gizlisini de bilir” nazm-ı celili muktezasınca Zat-ı Akdes-i
Kibriya’nın en gizli sırlarını dahi bilici olduğunu itiraf ediyor. Sonra O’na münacat
etmenin yine ilahî bir emre:
ARAPÇA, Sure Mümin ayet 60
“Bana dua ediniz, icabet edeyim” fermanına ittiba eylemekten ileri
geldiğini ifade ediyor. Cenab-ı Hakk’ın, sırların bilicisi olduğunu bilenler, o Kerim-i
Âlim’e alenen arz-ı hacete lüzum görmezler.
Yani “Halimi bilişin, benim isteyişimden ziyade bana kafidir” derler:
Söyleyemem derdimi hemderdim olan aha bile,
Belki ol sinedeki nale-i cangaha bile!
Kendi bi şüphe bilir, râz-ı derunu yoksa
Ehl-i dil söyleyemez derdini agaha bile!
Fakat daha kâmil olanlar, “Üd’uni…” emr-i celiline ittiba etmiş olmak için o
Kerim-i Layezal’e dua edip dileklerini arz etmekten geri kalmazlar.
İşte padişah da, o emre itaat ve erbab-ı kemalin edebine riayet etmiş olmak
emeliyle Huda-yı Müteal’e dua ediyor, o Zat-ı Ecell-ü Akdes’in, mahlukların ihtiyacı
için daimi bir melce olduğunu, kendisinin bir takım şarlatan hekimlere yahut mürayi
ve mukallit şeyhlere kapılmak suretiyle yolunu şaşırmış bulunduğunu söylüyor.
چون بر آورد از ميان جان خروش - اندر آمد بحر بخشايش به جوش
62- Padişahın samimi ruhundan cuş-u huruş peyda olunca, Allah’ın lütf-u
ata deryası da coştu.
Gazabı sakin olur Rahman’ın
Müznibin nale-i cangahı ile.
Kulzüm-i merhamet-ü mağfireti,
Cuş eder bir kulunun ahı ile!
در ميان گريه خوابش در ربود - ديد در خواب او كه پيرى رو نمود
63- Padişah ağlayıp dururken kendisini uyku istila etti. Rüyasında bir
pirin zuhur eylediğini gördü.
گفت اى شه مژده حاجاتت رواست - گر غريبى آيدت فردا ز ماست
64- O pir, diyordu ki: Ey şah, sana müjde. Hacetlerin reva görüldü; yani,
muradın olacaktır, yarın nezdide bir garip gelirse bilesin ki o, bizdendir, bizim
tarafımızdan gönderilmiştir.
چون كه آيد او حكيمى حاذق است - صادقش دان كه امين و صادق است
65- Gelince onu bil ki, hazık bir hekim ve sadık bir emindir, öbür
şarlatan doktorlar gibi yalancı doktor ve hilekar değildir. Hakiki bir tabipte
bulunması lazım gelen hazakat, emanet ve sadakat sıfatlarını haizdir.
60
در علجش سحر مطلق را ببين - در مزاجش قدرت حق را ببين
66- Onun vereceği ilacıda sihr-i mutlak tesirini, mizacında ise Hakk’ın,
kudretini müşahede eyle.
Malumdur ki, rüya herkese vaki olur. Vukuu umumi olmakla beraber, hükmü
muhtelif, adeta hususidir. Rüyaların bazıları manasız şeylerdir. İmam-ı Buhari
Rahimehullah, Ebu Said-ül Hudri Radiyallahü anhten, şu hadis-i şerifi tahriç
eylemiştir: “Biriniz, hoşuna giden bir rüya görürse, o Allah’tandır. Ondan
dolayı Allah’a hamdeylesin ve rüyasını söylesin. Hoşuna gitmeyen bir şey
görürse o, şeytandandır. Şeytan ile şerrinden Allah’a sığınsın, yani euzü billahi
mineşşeytanirracim desin. Gördüğünden de bir kimseye bahsetmesin. Onun
kendisine zararı olmaz” mealindedir.
Rüyanın bir kısmı da, hayaller ve ihtiyaçlar neticesidir. Züğürt bir adamın
hazineler görmesi, tuzlu yemekler yemiş bir kimsenin rüyasında subaşlarında
bulunması gibi…
Rüya-yı saliha denilen bir kısmı da vardır ki, Hazreti Peygamber, bunlar için
“Mübeşşirat”, yani “Müjdeciler” tabir etmiş ve “Mübeşşirat nedir?” sualine, “Salih
bir adamın gördüğü, rüyalardır” cevabını vermiştir.
Seyyid Şerif-i Cürcani Tarifat’ında ve “Nebi” lafzının izahında “Nebi,
kendisine melek vasıtasıyla vahiy gönderilen yahut kalbine ilham vaki olan yahut
rüya-yı saliha ile tembih edilen zattır” diyor.
Evet. Enbiya-yı ızam aleyhimüsselamdan bazılarının vahiy telakkisi, rüya
vasıtasıyla olurdu. Efdal-ül Enbiya Efendimizin nübüvveti de rüya-yı sahiha ile
başlamış ve uykudaki ilhamları altı ay sürmüştü. Bundan dolayı, “Rüya-yı sahiha,
nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzüdür” buyrulmuş; bu hadis-i şerif, “23 senelik
nübüvvet müddeti içinde sadık rüyalarla geçen altı ay, o müddetin 46 cüzünden
biridir” diye muhaddisler tarafından izah olunmuştur.
Hazreti Aişe Radiyallahü anhadan mervi olan ve “Resul-u Ekrem s.a.v.
Efendimize vahyin başlangıcı, rüya-yı saliha ile olmuştu. Nebi-yi Azam’ın
gördüğü her rüya, sabah aydınlığı gibi parlak bir surette zuhur ederdi”
mealinde bulunan hadis, Sahih-i Buhari’de mezkurdur. Cibril’in nüzulünden sonra
Resulullahın rüyaları ya aynen yahut tevilen zuhura gelir; çarçabuk vuku bulur
yahut bir müddet gecikirdi. Nitekim Uhud muharebesine giderken, üstüne zırh
giydiğini, kılıcında gedik husule geldiğini, bir takım sığırların kesildiğini görmüş;
zırhı Medine ile gediği ehl-i beytinden birinin şehadetiyle, kesim hadisesini de
ashabından bazılarının şehit olmasıyla tabir ve tevil buyurmuşlardı. Ertesi gün
amcası Hazreti Hamza ile ashaptan 69 zat şehit düşmüş, İslam mücahitleri, zırh
mesabesinde olan Medine’ye dönmüşlerdi.
Hudeybiye Antlaşması’ndan evvel de, rüyasında ashap ile Mekke’ye
gidildiğini, orada kiminin başını tıraş ettirdiğini, kiminin saçlarını kestirmediğini
görmüş; bu rüyanın hükmü de aynen, fakat bir sene sonra vukua gelmişti.
Hazreti Peygamber s.a.v. Efendimiz, kendi gördüğü rüyaları haber verdiği
gibi, ashabın rüyalarını da dinler ve onları da tabir ve hüsnü tevil buyururdu.
Sahabeden çoğu, hususiyle Sıddık-ı Ekber, ilm-i tabire aşina idi. Bir defa Hazreti
Aişe, üç tane ayın hücresine gurup ettiğini, rüyasında görüp babasına söylemiş; o
vakit bir şey söylemeyen Hazreti Ebubekir, Peygamberimizin mukaddes cesedinin
hücre-i Aişe’ye defninden sonra kızına: “İşte o gördüğün aylardan biri” demişti.
Sonra oraya kendisi ve Hazreti Ömer de defnedildiği cihetle Hazreti Sıddık’ın tabiri
doğru çıkmıştı.
61
Gelelim sihre… Malum ya sihir nüfus ve eşya üzerinde tasarruf suretiyle
harikulade bazı haller göstermektedir. İbni Haldun’a göre, rabt-ı kalp ve sarf-ı
himmetle yapılır. Sihrin vukuu Kur’anla sabit olduğu gibi, tevatüren de malumdur.
Hint’deki Mecusi fakirlerinin gösterdikleri garibeler, işitilip duruyor.
Sihrin kerametten farkı: Sahibinin Müslüman olup olmaması, bir de sihrin
mucize ve keramet karşısında bozulmasıdır. Nitekim Firavun’un topladığı
sihirbazların gösterdikleri ipten ve değnekten yılanları, Hazreti Musa’nın asa-yı
mucizesi yutmuş, mahvetmişti.
Mucize ile kerametin farkı ise: Birinin nebiden, birinin veliden zuhur
etmesidir.
Bazen fevkalade müessir söze de sihir tabir olunur.
İnne minelbeyani lesihran
hadis-i şerifinde olduğu gibi ki: “Sihir kadar tesir yapan ifadeler vardır”
demektir. Yine de tesir itibarıyla edebiyatta “Sihr-i helal” unvanı verilmiş bir sanat-
ı bedia vardır ki, söz arasında hem önceki kelimenin sonu, hem sonraki kelimenin
başlangıcı bir kelime yahut bir cümle irat etmektir. Muallim Naci merhumun:
Gördüm olmuş pür kevakib asman,
Hâlık-ı ecramı tebcil eyledim.
Doldu gönlüm nur ile bi-ihtiyar,
Sure-i (Vennecmi)i tertil eyledim!
kıtasının üçüncü mısradaki “Bi-ihtiyar” lafzı gibi.
Geleceği, padişahın rüyasında haber verilen “Hekim-i gaybi”nin ilacındaki
şifa verici tesir de fevkalade olduğu için sihre benzetilmiş; hem birçok külfetlerle
mukayyet ve haram bulunan sihre değil, her türlü kayıttan azade ve mutlak olan bir
sihr-i helale teşbih edilmiştir.
چون رسيد آن وعده گاه و روز شد - آفتاب از شرق، اختر سوز شد
67- O vaat edilen zaman gelip de gündüz olunca ve güneş fezada doğup
da yıldızları sönük bırakınca.
بود اندر منظره شه منتظر - تا ببيند آن چه بنمودند سر
68- Padişah, kendisine gizli olarak gösterilen şeyi açıkça görmek için
pencere önünde beklemeye koyuldu.
ديد شخصى فاضلى پر مايه اى - آفتابى در ميان سايه اى
69- Fazilet sahibi bir zatı gördü ki, gölge arasında güneş gibi
parlıyordu.
Cismi, zayıflığından gölge haline gelmiş; ruhu ise, güneş gibi ziya saçmakta
idi.
مى رسيد از دور مانند هلل - نيست بود و هست بر شكل خيال
70- “Hilal gibi uzaktan görünür-görünmez bir halde geliyordu. Adeta yok
denilecek ve hayal sayılabilecek bir halde idi.
62
نيست وش باشد خيال اندر روان - تو جهانى بر خيالى بين روان
71- Ruhtaki hayal, sureta yok gibidir. Lakin sen bütün cihan halkını birer
hayal peşinde gider gör.
Dünyada herkes, bir hayale bağlanıp koştuğu halde, ruhunda mutasarrıf olan
o hayal, dıştan görünmez. Fakat o görünmeyen hayalin mevcudiyeti, sahibini bir
takım işlere sevk etmesiyle ve insanlar üzerinde mutasarrıf olduğu eseriyle sabittir.
O insanların:
بر خيالى صلح شان و جنگشان - وز خيالى فخرشان و ننگشان
72- Sulhu da, cengi de, iftiharı ve hayası da hep hayalden mütevellittir.
Evet, hakikat-aşina olmayanlar, yakalarını hayalin pençesinden
kurtaramazlar. Onun götürmek istediği cihete gitmekten kurtulamazlar. Mesela
kimi ilmine, kimi servetine, kimi kuvvetine mağrur olur. Esası hayal olan şu âlemin
birer nümayişi bulunan o hayalatı, hakikat vehmeder; onların sahibi olmakla iftihar
eder, durur. Kendisinden üstün bir âlim, bir zengin, bir babayiğit bulunursa canı
sıkılır ve adeta utanır. Düşünmez ki, bir unutkanlık o ilmi, bir iflas o serveti, bir
hastalık o kuvveti mahvetmek için kâfidir. Sonra hayali bir sebeple kavga çıkarır,
hiçten bir münasebetle barışa rıza gösterir. Hülasa, hayal bütün hareketlerine
hakim olur.
Acaba evliyaullah hazaratı da böyle midir? Hazreti Mevlâna, bu suale cevap
olmak üzere diyor ki:
آن خيالتى كه دام اولياست - عكس مه رويان بستان خداست
73- Evliyaullaha tuzak olan hayaller ise, Huda bahçesindeki ay yüzlerin
yansımasından ibarettir.
Bu beyit, Mesnevî’nin güç anlaşılan beyitlerindendir. Şarihler, diyorlar ki:
Bostan-ı Huda’dan maksat, mertebe-i vahidiyet; Mehrüyan’dan murat da, Allah’ın
esması ve sıfatıdır ki, vahidiyet mertebesinde temayüz ederler. Binaenaleyh, beyt-i
şerif, “Evliyaullahın ayaklarına tuzak ola esma ve sıfat-ı ilahîyenin tecelliyatıdır. O
tecelliyat ise, hakikati görmeyen halka hayalat kabilinden gelir” şeklinde de
açıklanabilir.
آن خيالى كه شه اندر خواب ديد - در رخ مهمان همى آمد پديد
74- Şahın rüyasında gördüğü hayal, gelen misafirin yüzünde aynen zuhur
etti.
شه به جاى حاجيان واپيش رفت - پيش آن مهمان غيب خويش رفت
75- Padişah kapıcı ve perdecilerin yerine ilerledi, gelen misafirini
karşılamaya gitti.
هر دو بحرى آشنا آموخته - هر دو جان بى دوختن بر دوخته
76- Her ikisi, yekdiğerini tanımış ve öğrenmiş birer denizdi. Her iki ruh
dikilmeksizin birbirine merbut bulunuyordu.
“Ruhlar, mürettep ve mücehhez ordular hâlinde idi. Ezelde tanışmış ruhlar
arasında dünyada dostluk husule geldi. Tanışmamış bulunanlar arasında da
anlaşmazlık zuhur etti” mefhumunca padişah ile hekim-i gaybi arasında, ezelî bir
yakınlık vardı. O iki ruh arasında, tam bir irtibat mevcuttu. Binaenaleyh, ilk görüşte
ezelî ülfet tesirini gösterdi; ikisini yekdiğerine sevdirdi.
Harem-i manada biganeye yol vermezler,
63
Aşinay-ı ezelî, yar-i kadim isterler!
گفت معشوقم تو بوده ستى نه آن - ليك كار از كار خيزد در جهان
77- Padişah: Sevgilim cariye değil, sendin. Lakin dünyada iş, işten
husule gelir dedi.
Dünya, sebepler âlemidir. Sebeplerin yaratıcısı olan Allah, bütün işlerin
husule gelmesini bir takım sebeplere bağlamıştır. Nitekim hikâyedeki hekim-i
gaybinin gelmesine, cariyenin hastalanması ve onun tesiriyle padişahın ağlaması
sebep olmuştu.
اى مرا تو مصطفى من چون عمر - از براى خدمتت بندم كمر
78- Ey hekim-i gaybî! Sen bana Hazreti Mustafa Aleyhisselamın varisisin.
Ben de senin hizmetinde kemer bağlamış Ömer mevkiindeyim.
Padişah, maşukasının cariye değil, kendisi olduğunu hekim-i gaybiye
söyledikten sonra, Hazreti Ömer İslam’ı kabul edişinden sonra, huzur-u Nebevide
nasıl her vakit, hizmete ve emre amade bulunmuşsa, tavsiyesine göre, öylece
hareket eyliyeceğini ifade ederek müridane, bir edep göstermiş oldu. Hazreti
Ömer’in müşebbehünbih olarak irat edilmesi, Faruk-u Azam’ın İslam’ın yayılmasına
kemal-i ihtimam ile çalışmış olduğuna işarettir. “Kemer besten”, iş görmek, hizmet
etmek demektir. Vaktiyle uzun etekli elbise giyerler, bir iş görecekleri sırada, ya
kemer yahut kuşak bağlayıp eteklerini onlara iliştirirlerdi. Nitekim Türkçede “Bel
bağlamak” tabiri vardı.
Şu beyt-i şerif dolayısıyla hatıra gelen bir meseleyi arz etmeden
geçemiyeceğim: Mesnevî’nin ikinci cildinde:
Pes beher veli-i kaaimest,
Azmayeş ta kıyamet daimest
Pes imam-ı hayy-ü kaaim an velist
Haz ez nesl-i Ömer, haz en alist.
beyitleri vardır ki, “Her devirde bir veli-yi kaim, bir sahib-i zaman, bir gavs-i azam
vardır. İmtihan-ı ilahî kıyamete kadar sürecektir. İster Ömer neslinden, ister Ali
silsilesinden olsun, imam-ı hayy-ü kaim, o velidir” demektir.
Mevlâna’nın maksadı: Veliliğin mutlaka Hazreti Peygamber ve Hazreti Ali
sülalesine münhasır olmadığını anlatmaktır. Hâl böyle iken bazı irfansız ve ahlaksız
kimseler, bu beyitlerin ikincisinden Faruk-u Azam hakkında tahkir manası çıkarmak
habasetine kalkışırlar. Hazreti Pir’i, haşa üç halifeden yüz çevirmiş bir kimse olarak
göstermek ve bazı gafillerin zihnini çalıp dalalete düşürmek isterler.
Meşreb-i Mevlâna’ya vakıf olmayanlar öğrenmelidir ki, Hazreti Hudavendigar
Şii değildir. Tarik-ı celiline müntesip olanların da Şiilikle alakaları yoktur. Zaten
Sünnilik ve Şiilik gibi ikilik itibarı ve Çaryar-ı Güzin Radiyallahü anhüm hazaratının
yekdiğerinden tefriki, meslek-i tevhide giremez.
Vaktiyle “Tebdilüşşekil lieclil ekil”, yemek için şekil değiştirmek kabilinden,
Mevleviliğe intisap ve kisve-i Mevlâna’yı muhafaza eyledikleri halde, gidip Bektaşi
olan bazı soysuzlar vardı. Bundan elli sene kadar evvel Manisa Mevlevihanesi’ni
ziyaret ettiğimde oranın aşçı dedesi bulunan Mehmed Dede ile görüştüm. Merhum
Hemdem Çelebi dervişlerinden, “Ümmi-arif” takımındandı. Kendisine o
soysuzlardan bahsettim ve bu hususta reyini sordum.
— Oğlum! Onlar Mevlâna’nın kapısından karınlarını doyurup da, Hacı Bektaş’ın
kapısında uluyan köpeklerdir, dedi. Sonra bu sözü Galata Mevlevihanesi’nin son
64
şeyhi Ahmed Celaleddin merhuma söyledim. Sözün sahibini medhetmekle beraber,
sözü için de:
— Pek doğru söylemiş, diye tasdik etti.
Mevlevilikle Bektaşilik ve Şiiliğin katiyen alakası yoktur. Nitekim abd-i aciz
bir “Çaryar” naatımda:
Bihamdillah ki Tahir Mevleviyim,
Ebubekr oğlunun bir peyreviyim!
Ne Bektaşi, ne Şii gaviyim,
Benim fikrimce fikre hayret avar:
Ebubekr-ü Ömer, Osman-ü Hayder!
demiştim.
Mevlâna’ya ait Divan-ı Kebir’in ve Mesnevî^nin müteaddit yerlerinde Hulefay-
ı Raşidin rıdvanullahi aleyhim ecmain hazaratının medhine, hususiyle Muharrem
mateminin manasızlığına dair bahisler vardır. Mevlevîlerin her sabah okudukları
evradın, “Raditü billahi rabben, ve bil İslami dinen, ve bi Muhammedin sallallahü
aleyhi vesselleme nebiyen, ve bi Sıddıki vel Faruki ve z’innureyni vel Murteza
rıdvanullahi aleyhim ecmeine eimmeh.”
“Allahın, Rabbim; İslamın, dinim; Hazreti Muhammed’in, Peygamberim;
Kur’an’ın, imamım; Sıddık, Faruk, Zinnureyn ve Murtaza Hazaratın imamlarım
olmasına razıyım” ibaresi, hakiki Mevlevileri bu zevat-ı kirama ne kadar hürmetkar
olduklarını gösterir.
Maksad-ı mahsus gözetenlerden bazıları:
Teberra kıl eya mollay-ı Rumî,
Teberra kılmayanlara beladır!
diye manasız bir beyit okurlar ve onu söylemiş diye Mevlâna-yı Rumî’ye iftira
ederler. Hazreti Mevlâna’nın zamanını, 700 sene evvelki Konya Selçukileri’nin
Türkçesini hatırlatmak, bu beytin asar-ı Mevlâna’dan olmadığına hüküm vermek için
kâfidir.
Hülasa, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Aişe ve saire raziyallahü
anhümden uzak olmak ve onlara karşı husumet ve tecavüzde bulunmak demek olan
“Teberra” Hazreti Mevlâna’nın meşrep ve mesleğinde cari değildir.
Bahis mevzu olan:
Ey mera tu Mustafa men çün Ömer.
beytinde hekim-i gaybi, Resul-i Ekrem’e; padişah da, Faruk-u Azam’a teşbih
edilmek suretiyle kendilerine tazimkarane bir hürmet gösterilmiş, müritlik ve
mürşitlik edebi muhafaza edilmişti. Bu münasebetle Hazreti Pir, edebe riayetin
lüzumunu ve edepsizliğin vehametini beyan başlayıp buyuruyor ki:
“KULLARINA TEVFİK-İ HİDAYET VEREN ALLAH’TAN HER HALDE EDEBE RİAYET
HUSUSUNDA MUVAFFAKİYET TALEBİ VE EDEPSİZLİĞİN VEHAMETİNİN BEYANI”
از خداوند ولى التوفيق در خواستن توفيق رعايت ادب در همه حالها و بيان كردن وخامت
ضررهاى بى ادبى
از خدا جوييم توفيق ادب - بى ادب محروم گشت از لطف رب
79- Cenab-ı Hakk’tan bizi edebe muvaffak kılmasını dileyelim. Çünkü
edebi olmayan, Allah’ın lütfundan mahrum kalır.
Edep kelimesi lügatta, zarafet –kibarlık- ve hüsn-ü muamele demektir.
Istılahta ise, sahibini, utandıracak şeylerden muhafaza eden sağlam bir his ve
iradedir ki, “Edebüdders” ve “Edebünnefs” diye ikiye ayrılır. Bir insanın, sözünde
65
olsun özünde olsun, kibarlıkta bulunması ve utanacak şeylerden uzak olması ancak
edep sayesindedir. Peki, edep nereden öğrenilir?
Dünyevi edep, her milletin kendisine göredir. Mesela, bizde büyük bir zatın
huzurunda eller önüne kavuşturmak terbiye icabı idi. Garplılarda ise, elleri arkasına
bağlamak adaptan sayılıyor.
Dinî edebe gelince, onun esası Kur’an ve sünnetle, urafay-ı ümmetin söz ve
halleridir. Cenab-ı Hakk:
ARAPÇA, Sure Haşr ayet 7
“Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak ettiyse ondan
sakının” ayet-i kerimesi ile dinî edep öğrenilmesini Resulullahın sözüne ve fiili
talimatına bırakmış;
ARAPÇA, Sure Ahzap ayet 21
“Andolsun ki, Resulullah’ta sizin için, Allah’ı ve Ahiret gününü umar
olanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir (imtisal) nümune (si) vardır”
ayetiyle de Peygamber-i Ekber’in her cihetle örnek edinilmesini tembih
buyurmuştur.
Hakk Sübhanehu, habib-i edibini maddi ve manevi her türlü adap ile
edeplenmiş olarak göndermiştir ki, bu hal: “Rabbim beni terbiye etti ve edebimi
güzelleştirdi” hadisinde beyan olunmuştur. Resul-u Ekrem Efendimize sonsuz
bağlılığı bulunan evliyaullah hazaratı da, edebe riayet hususunda fevkalade dikkat
göstermişler: “Ey âşıklar! Nefsinizi edeple tezyin edin. Aşk yollarının hepsi de
edepten ibarettir” demişlerdir.
Din büyüklerinden Ebu Hafs-ı Kebir Kuddise sırruhu, tasavvufu edeple tefsir
etmiş ve “Tasavvuf tamamıyla edeptir. Her vaktin, her hâlin, her makamın edebi
vardır” demiştir. Hazreti Mevlâna ise:
“Ayet ayet hemegi ma’ni-i Kur’an edebest.”
mısrasıyla, Kur’an ayetlerinden hepsinin birer edep tarifi olduğunu beyan etmiştir.
Biz de o mısrayı ihtiva eden gazel-i âliyi teberrüken okuyalım:
Hace deryab ki can, der ter-i insan edebest,
Hace envar-ı dil-u dide-i merdan edebest.
Efendi! Bilmiş ol ki edep, insanın bedenindeki ruhtur. Efendi! Edep, Allah
adamlarının gözü ve gönlü nurudur.
Adem ez âlem-i ulvist, ne süfli der yab,
Revnak-i gerdiş-i günbed-i devran edebest.
İnsan süfli âlemden değil, ulvi âlemdendir. Bunu anla ki, şu dönen feleğin
dönüşündeki güzellik de edeptendir.
Ger tü hahi ki kadem ber ser-i iblis nehi,
Dide büşka vü bibin kaatil-i şeytan edebest.
Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç ve gör ki, şeytanın katili
edeptir.
Çünkü edepsizlik ondan zuhur etmiş, “Ya Rabbi! Beni azdırışın hakkı için”
diyerek, azdırmayı Cenab-ı Hakk’a isnat eylemişti.
Ademi zade eğer bi edebest, adem nist,
Fark der cism-i beni adem-ü hayvan edebest.
İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o insan ve insanoğlu değildir. Çünkü
cesedimiz olan Hazreti Adem, uğradığı küçük bir hata hususunda, “Ya Rabbi! Biz,
emrinin hilafı olarak yasak ağaçtan yemiş olduğumuz için nefsimize zulmeyledik”
66
demiş, o hatayı nefsine isnat eylemişti. İnsan ile hayvan cisimleri arasındaki fark,
edep iledir.
Çeşm bikşa vü bibin cümle kelamullah ra,
Ayet ayet hemegî ma’ni-i Kur’an edebest.
Gözünü aç ta baştanbaşa Allah kelamı olan Kur’an’a bak! Kur’an’ın bütün
ayetleri edep taliminden ibarettir.
Gerden ez akl süali ki çi başed iman,
Âkl der guş-i dilem guft ki iman edebest.
İman nedir, diye aklımdan sordum. Akıl, kalbimin kulağına söyleyerek “iman,
edeptir” dedi.
Şems-i Tebriz hamuş kün ki tüyi sırr-ı Huda,
Enver-u efdalü in şem’-i şemistan edebest.
Ey Şems-i Tebrizî! Sen sırr-ı ilahîsin, sus. Dünya gecesini aydınlatacak
ışıkların en parlağı edeptir.
Hazreti Mevlâna, evvelce “Hamuş” mahlasını kullanırdı. Şems-i Tebrizî ile
görüştükten sonra, ona kemal-i muhabbetinden, şiirlerinde “Şems” mahlasını
kullandı. Külliyat-ı Şems-i Tebrizî denilen muazzam ve hacimli divan, Şems-i
Tebrizî’nin değil, Hazreti Mevlâna’nındır.
Yine Hazreti Mevlâna, Mesnevî’sinin diğer bir yerinde edebi, “Zahirî” ve
“Batıni” diye ikiye ayırıyor. Ehl-i zahire karşı, edeb-i zahirînin; ehl-i batın
huzurunda da, edeb-i batınînin muhafazası lüzumundan bahsediyor ve “Ehl-i suret
indinde edep, zevahiri muhafazadan ibarettir. Çünkü Allah, onlardan gizli şeyleri
saklar. Gönül sahipleri, yani arifler nezdindeki edep ise, batını hıfzeylemektir. Zira
onlar, kalpteki sırları keşfederler” diyor.
Hazreti Mevlâna, Allah’tan daima edebe muvaffak kılmasını temenni etmek
lazım geldiğini söyledikten sonra, edepsizliğin vehameti ve zararı bahsine geçip
buyuruyor ki:
بى ادب تنها نه خود را داشت بد - بلكه آتش در همه آفاق زد
80- Edepsizin zararı, yalnız kendisine dokunmaz; belki bütün afaka ateş
vermiş olur.
Sure-i Enfal’de de:
ARAPÇA, Sure Enfal ayet 25
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden yalnız zalimlere
münhasır kalmaz, (umumi belalar halini alır). Bilmiş olun ki Allah azabı çetin
olandır” buyrulmuştur.
Bir orman tutuşunca içerisinde ne yaş ağaç kalır, ne de kuru, hepsi yanar.
Bunun gibi, Allah bir kavme, bir millete bela gönderince, o bela zalimleri de
mahveder, mazlumları da! Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
ARAPÇA, Sure Hud ayet 113
“Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş çarpar”
buyrulmuştur. Demek ki bir edepisizin zararı, ufukları kaplayacak kadar yaygınmış!
Hazreti Mevlâna, bu hakikati, tarihî bir misal ile ispat için diyor ki:
مايده از آسمان در مى رسيد - بى شرى و بيع و بى گفت و شنيد
81- Zahmet ve baş ağrısı olmaksızın; alım-satım yorgunluğu
bulunmaksızın gökten sofra iniyordu.
67
Sure-i Araf’ta:
ARAPÇA, Sure Araf ayet 160
“Onları üstlerindeki bulutla gölgelendirdik; onlara kudret helvası ile
bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiğimizin en temiz ve güzellerinden
yiyin (dedik).” ayet-i kerimesiyle beyan buyrulan kerem-i ilahîye işarettir.
Malum ya, Hazreti Musa, Beni İsrail’i Mısır’dan çıkarmış, Şap denizinden
selametle Sina tarafına geçirmişti. Oralarda ise, çok miktarda bıldırcın kuşu, bir de
ağaçlar ve çalılar üstünde “Menn” denilen kudret helvası bulunuyordu. Yahudiler,
bunları avlamak ve toplamak suretiyle geçiniyorlar, tuzlusuyla, tatlısıyla karınlarını
doyuruyorlardı.
در ميان قوم موسى چند كس - بى ادب گفتند كو سير و عدس
82- Musa’nın kavmi arasından birkaç edepsiz: “Hani sarımsak, hani
mercimek?” diye edepsizce söylendiler.
منقطع شد خوان و نان از آسمان - ماند رنج زرع و بيل و داسمان
83- Semadan gelen sofra ve ekmek, kesildi. Bıldırcın kuşuyla kudret
helvası bulunmaz oldu. Bize ziraat, çapa ve orak meşakkati kaldı.
Bu iki beyit ile yine Sure-i Bakara’daki:
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 61
“Hani siz: Ey Musa! Bir çeşit yemeğe (Kudret helvasıyla bıldırcın etine),
mümkün değil dayanamayız. O halde bizim için Rabbine dua et de, yerin
bitirdiği şeylerden sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın
demiştiniz (Musa da): O hayırlı olanı şu daha aşağı olanla değiştirmek mi
istiyorsunuz? (Öyle ise) bir şehre inin, çünkü (orada) size istediğiniz (sebzeler)
var, demişti” ayet-i kerimesine telmih ediliyor.
Evet. Yahudiler -semavi bir sofra demek olan- bıldırcın ve kudret helvasıyla
zahmetsizce ve mükemmel surette karınlarını doyurup dururken, içlerinden bir
kaçının salatalık isteriz, sarımsak isteriz diye edepsizliğe kalkışmaları üzerine, o
kerem sofrası kesildi. Birkaç edepsizin arsızlığı diğerlerinin de kısmetine mani oldu.
باز عيسى چون شفاعت كرد، حق - خوان فرستاد و غنيمت بر طبق
84- Tekrar Hazreti İsa şefaat edince Allah, sofra ve tabak içinde
ganimet gönderdi.
Bu beyt ile de:
ARAPÇA, Sure Maide ayet 114
“Meryem oğlu İsa, dedi ki: Ey bizim Rabbimiz olan Allah! Bize gökten bir
sofra indir ki evvelimize de, ahirimize de bayram olsun ve senden bir ayet
(mucize) olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın” ayetini ima
ediyor.
İsa Aleyhisselamın duası üzerine, mucize olarak gökten bir sofra geldi. Lakin
ondan bir şey alıp saklamaları men edilmişti.
باز گستاخان ادب بگذاشتند - چون گدايان زله ها برداشتند
68
85- Küstahlar tekrar edepsizlik ettiler. Yasak hilafına çıkın çıkın yiyinti
alıp saklamaya başladılar.
Hem yiyip karınlarını doyuruyorlar, hem de çıkın yapıp evlerine
götürüyorlardı.
لبه كرده عيسى ايشان را كه اين - دايم است و كم نگردد از زمين
86- Hazreti İsa, onlara yalvarırcasına dedi ki: “Bu sofra daimidir. Arz
üzerinden eksilmeyecektir.”
بد گمانى كردن و حرص آورى - كفر باشد پيش خوان مهترى
87- Büyük bir zatın sofrasında bulunup da doyulmayacak diye sui zanna
düşmek, hırs ve tamah gösterip aç gözlülük etmek, küfran-ı nimet olur.
Evet. Kerim ve gani bir kimsenin misafiri olup da, doyulmayacak yahut
akşama, ertesi güne sofra çıkmayacak endişesine düşmek, o endişe ile birkaç lokma
fazla göçürmek için çiğnemeden yutmaya kalkışmak yahut birazdan acıkırsam yerim
diye sofradan öteberi kaldırmak, münasebetsizlikte bulunmak olur.
Allah, Ekrem-ül Ekremin’dir. İhsan sofrası, mahlukata açıktır. Şeyh Sadi’nin
dediği gibi: “Yeryüzü, Allah’ın umumi bir sofrasıdır. Hem de o sofrada dost, düşman
ayırt etmez.”
Böyle bir Rabb-i Ekrem’in, İsa gibi bir nebi-yi azama mucize olarak gönderdiği
semavi bir sofraya oturup da, onun yetişmeyeceğinden yahut kesileceğinden
endişeye düşmek, elbette ve elbette edepsizliğin katmerlisidir.
ز ان گدا رويان ناديده ز آز - آن در رحمت بر ايشان شد فراز
88- O dilenci suratlı, görmemiş adamların hırsı yüzünden, kendilerine o
ilahî rahmet kapısı kapandı.
Küfran-ı nimet küstahlığına cüret eyleyen birkaç edepsizin uğursuzluğu,
başkalarına da tesir etti. Onları da, nimet-i Rabbaniyeyi tatmak saadetinden
mahrum bıraktı.
Hazreti Pir, yine bu bahsi genişletmek için bir hadis-i şerifin mealine
telmihan buyuruyor ki:
ابر برنايد پى منع زكات - وز زنا افتد وبا اندر جهات
89- Zekât verilmediği içindir ki; bulut gelip yağmur yağdırmaz. Zinadan
da etrafa veba zuhur eder.
Hadis-i şerifte: “Beş cürme mukabil, beş ceza vardır:
1- Bir kavim ahdini bozarsa, Allah onlara düşmanlarını Musallat eder.
2- Allah’ın emrileri hilafına hüküm verirlerse, aralarında fakr-u zaruret
yayılır.
3- İçlerinde fuhuş yayılırsa, ölüm de çoğalır.
4- Kileyi, teraziyi eksik ölçer ve eksik tartarlarsa, memleketlerinde
bitki bitmez; kıtlığa uğrarlar.
5- Zekât veremeyecek olurlarsa, beldelerine yağmur yağmaz.”
buyrulmuştur.
Yine bir hadis-i şerifte, mealen: “Yağmurun yağmadığını görünce,
insanların zekât vermediklerini; Allah’ın da hazine-i ilahîyesindeki rahmeti
göndermediğini anlayınız. Keza veba gibi bulaşıcı hastalıkların yayıldığını
görünce, zina rezaletinin meydanı aldığını bilmiş olunuz” buyrulmuştur.
69
هر چه بر تو آيد از ظلمات و غم - آن ز بى باكى و گستاخى است هم
90- Zulmetten, gamdan, kederden sana her ne arız olursa, onun sebebi
kayıtsızlık ve küstahlıktır.
İnsanın bazen nuraniyeti, zulmaniyete; kalbî safası, gam ve kedere tahavvül
eder. Diğer tabirle, kalbinde sebepsiz bir sıkıntı peyda olur; insanı manevi bir
sıkıntı kaplar. İşte o hâl Allah’ın yasaklarından kaçınılmamış, kötülüklerden birinin
irtikâp edilmiş olmasından husule gelir ki, o hâle vicdan azabı denilir. Böyle bir
hale uğrayan kimsenin hemen sıdk-u ihlas ile günahlarına tevbe etmesi lazım gelir.
Nitekim Mesnevî’nin diğer bir yerinde:
“Kendinden gam hisseyleyince hemen istiğfar et. Gam, emr-i ilahî ile müessir
olur” denilmiştir.
Bundan başka, bir kimsenin ilahî emir ve yasaklara karşı kayıtsızlık
göstermesi kabahati, nefsine de münhasır kalmaz. Nitekim:
هر كه بى باكى كند در راه دوست - ره زن مردان شد و نامرد اوست
91- Dost yolunda kayıtsızlık eden, başkalarının da yolunu vurmuş olur.
Öyle bir şahıs mert değil, namerttir.
Evet… Bir kimsenin ilahî emir ve yasakları mühimsememesi başkaları için
kötü örnek teşkil eder. Hususiyle o kimse, hoca ise talebesinin; şeyh ise,
dervişlerinin; amir ise, maiyetindeki memurların aile reisi ise, ev halkının yol
kesicisi olur. İnsanın tabiatinde taklit hassası vardır. Hem de en ziyade büyük
tanınmış olanları taklit etmek ister. Bunun için reis olanların, şef olanların
maiyetlerini ve kendilerine tabi olapları düşünmesi, onların taklide yeltenecekleri
hareketlerini İslamî esaslara tatbik etmesi lazım gelir. Aksi halde hem sapık, hem
de sapıtmış olur.
از ادب پر نور گشته است اين فلك - وز ادب معصوم و پاك آمد ملك
92- Felek, edebi dolayısıyla, nurlu melek de, yine edebi yüzünden
masum ve temiz olmuştur.
Cenab-ı Hakk feleği de, meleği de, sair mahlukatı da yaratmış; onların
devamı ve bekası için de, ilahî bir nizam koymuştur. İnsandan başka hiçbir mahluk,
o nizam haricine çıkmak ve Allah’ın emrine karşı koymak edepsizliğinde
bulunmamıştır. Binaenaleyh, emre itaat ve edebe riayet; felekleri nurlu, melekleri
temiz bir hale getirmiş ve melekler hakkında:
ARAPÇA, Sure Tahrim ayet 6
“Allah’ın kendilerine olan emirlerine isyan etmezler” mehdi sadır
olmuştur.
بد ز گستاخى كسوف آفتاب - شد عزازيلى ز جرات رد باب
93- Güneşin tutulması, küstahlık neticesidir. Azazil, yani şeytanın
rahmet-i ilahîye kapısından kovulması da edepsizce olan cüretindendir.
Buradaki küstahlık, güneşten ziyade insanlarda, hususiyle onu mabut tanıyıp
doğarken, zevale gelirken ve batarken yerlere kapanıp secde eyleyen insanlarda
olsa gerektir.
Güneşin tutulması da, ona tapanlara, “Mabut diye taptığınız güneşi
görüyor musunuz? Ay küresinin araya girmesi, sizi onun ziyasından mahrum
70
etti. Onu da, sizin nazarınızda sönük bıraktı” mealinde manevi bir ihtar
olmalıdır.
Bazı şarihler:
Bed zi güstahti küsuf-i afitab
mısrasına “Güneşin parlaklığına güvenmesi ve kendisini beğenmesi küstahlığından
tutulur da, bir müddet ziyasından mahrum kalır.” diye mana vermişlerse de, uzak
bir tevcih yapmışlardır sanırım. Çünkü güneş tutulmasının fennî sebebi malumdur.
Ayın, güneş ile dünya arasına girmesinden olur. Küsuf esnasında, güneşin ziyası
sönmez; ayın mani olmasıyla o ziya, ya kısmen, ya tamamen dünyaya vasıl olmaz.
Azazil’in merdudiyetine gelince… Melekler, Halifetullah olan Adem
Aleyhisselama, aldıkları emre uyarak, secde ettikleri hâlde, şeytan kibir ve
gururundan secde etmemiş, taraf-ı ilahîden sebebi sorulunca da: “Beni ateşten, onu
topraktan yarattın. Şu halde ben ondan hayırlıyım” diye bir mantık kıyası yapmıştı.
İlahî emre karşı ilk defa kıyas yapanın şeytan olduğunu Hazreti Mevlâna beyan eder.
Şeytan, bu cevabından sonra:
ARAPÇA, Sure Hicr ayet 39
“Ya Rabbi! Beni azdırışın Hakkı için” diyerek sapıtma fiilini Allah’a isnat
etmek küstahlığında bulunmuştu. İşte o itaatsizlik ve o küstahlık, kendisinin ebedi
reddedilmiş ve lanetlenmiş olmasını icap eti.
“GÖRÜŞECEĞİNİ, RÜYASINDA TEBŞİR ETTİKLERİ TABİB-İ İLAHİ İLE PADİŞAHIN
MÜLAKATI”
ملقات پادشاه با آن ولى كه در خوابش نمودند
دست بگشاد و كنارانش گرفت - همچو عشق اندر دل و جانش گرفت
94- Elini, kolunu açtı ve onu kucakladı. Ona aşk gibi kalbinde ve ruhunda
yer verdi.
Padişah, manevi doktor ve kâmil şeyh denek olan o hekim-i ilahîyi görünce,
koşup elini sıkmak ve boynuna sarılmak suretiyle ihtiramda bulundu. Bunları
yapmakla hem müridane bir edep gösteriyor, hem de Resul-u Ekrem’in iki sünnetini
icra ediyordu.
Cafer bin Ebu Talib -ki Hazreti Ali Raziyallahü anhın büyük biraderi ve
Aleyhisselat Efendimizin amcazatesidir- Habeşistan’a giden İslam muhacirleriyle
birlikte Mekke’den çıkmış. Habeş diyarında ve Necaşi huzurunda Müslümanları
müdafaa etmiş, hicretin yedinci senesine kadar orada oturmuştu.
O sene Habeşistan’daki bütün Müslümanlar kalkıp Medine’ye geldiler. Fakat
Resulullah Hazretleri Hayber Gazası’na gitmişti. Onlar da oraya gittiler. Hayber’e
varışları fetihten sonraya tesadüf etmişti.
Hazreti Peygamber, Cafer’i kucaklamak, alnından öpmek, “Yaratılış ve ahlak
itibarıyla bana benzersin” demekle taltif buyurdu. Cafer de bu hitap ve iltifatın
şevkinden bila ihtiyar oynamaya başladı. Resul-u Ekrem’in o neşeli hareketi men
buyurmaması, sema, deveran, kıyam gibi zikir harekâtının cevazına sofiyece delil
sayıldı.
Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Nebi-yi Eşfak Efendimiz, torunu
Hazreti Hasan ile de kucaklaşmıştı.
Musafaha ise, Hazreti Caferle birlikte gelen Yemenli Müslümanların hem selam
verip, hem el sıkmaları üzerine taraf-ı Nebeviden “Yemenliler Musafahayı size
sünnet yaptılar” buyurmasıyla sünnet-i seniye arasına girdi.
71
دست و پيشانيش بوسيدن گرفت - وز مقام و راه پرسيدن گرفت
95- Padişah, tabib-i ilahinin elini ve alnını öpmeye, makamından ve
yolundan, nereden bulunduğunu ve ne taraftan geldiğini sormaya başladı.
پرس پرسان مى كشيدش تا به صدر - گفت گنجى يافتم آخر به صبر
96- Sora sora meclisin baş sedirine kadar götürdü ve “Nihayet sabır ile
manevî bir hazine buldum” dedi.
گفت اى نور حق و دفع حرج - معنى الصبر مفتاح الفرج
97- Allah’ın hediyesi ve zahmetin, meşakkatin gidericisi, “Essabrü
miftah-ul-ferec” hadis-i şerifinin mücessem manası dedi.
“Essabrü miftah-ul-ferec” bir hadis-i şeriftir ki, “Sabır, sevinç anahtarıdır”
mealindedir. Tabib-i ilahînin gelişi, padişahı sevindirdiği ve o sevince sabır ile
eriştiği için, Hazreti Mevlâna ona miftah-ı ferec hadisinin manası demiştir.
اى لقاى تو جواب هر سؤال - مشكل از تو حل شود بى قيل و قال
98- Ey görünüşü her sualin cevabı olan hekim-i ilahî! Sual ve cevaba
hacet kalmaksızın, insanın müşkülü, seni görmekle halloluverir.
Hakiki mürşitler, irşada muhtaç olanları, her vakit sözle değil; bazen de
fiilen ve halen irşat ederler. Nitekim Aleyhisselat Efendimizin sade sözleri değil,
fiileri ve halleri de ümmetin irşadına sebep olan sünnet cümlesindendir.
Ulemadan, meşayihten bir zatın dersinde yahut meclisinde bulunulduğu
vakit, bazı müşküllerın sorulmaksızın hallolunuverdiği hepimizce de tecrübe
edilmiştir. Böyle bir şey olunca, tesadüf der geçeriz. Evet, tesadüfîdir fakat her
vakit olmaz. Çünkü her zaman kendimizde o sıdk-ı leb, kalbimizde öyle bir safvet
bulunmaz.
Malumdur ki iki ayna karşılaşır, ikisinin de sathı temiz ve parlak olursa
birindeki akis, öbürüne de inıkas eder. Evliyaullah hazaratının kalp aynası, daima
nurlu ve cilalıdır. Onun için talibin müşkülünü keşfeder, onun kabiliyetine göre o
müşkülü ya sözle yahut fiil ile halleder.
Yine padişah, dedi ki:
ترجمانى هر چه ما را در دل است - دست گيرى هر كه پايش در گل است
99- Ey tabib-i ilahî! Sen, kalbimizdeki sırların tercümanı, çamura
saplanıp kalmış, aciz ve muhtaç kimselerin arkadaşı ve yardımcısısın.
مرحبا يا مجتبى يا مرتضى - إن تغب جاء القضاء ضاق الفضا
100- Ey mücteba ve mürteza olan tabib-i ilahî! Merhaba, hoş geldin. Sen
kaybolursan kaza gelir, feza daralır.
Merhaba, “hoş geldin, safa geldin” makamında kullanılması lazım gelen bir
tabirdir. Gelen tarafından ve selam mevkiinde söylenilmesi doğru değildir. Her
nedense, kimin tarafından söylenilmesi icap ettiği düşünülmeksizin söyleniliyor.
Merhaba tabiri, hadiste de varit olmuş, Hazreti Ali’nin hemşiresi Ümmü Hani ile Ebu
Cehil’in sonradan İslam’a gelmiş oğlu İkrime’ye huzur-u Nebeviye geldiklerinde irat
buyrulmuştur.
72
Mürteza ise, kendisinden Allah’ın razı olduğu zat manasınadır. Bilhassa
Hazreti Ali KerremAllahü vechenin lakab-ı âlisidir. Bu beyitte, “Kaza gelince, feza
daralır” meseline ve:
ARAPÇA, Sure Enfal ayet 33
“Hâlbuki sen içlerinde iken (Habibim), Allah onları azaplandırıcı değildi”
ayetine işaret vardır.
Mekke müşrikleri, Resul-u Ekrem tarafından ilahî azap ile tehdit edildikçe:
“Şu azabı getir de görelim” derlerdi. Onun üzerine, bu ayet nazil oldu.
Rahmetenlil’âlemin olan Peygamber, aralarında bulundukça onun yüzü suyu
hürmetine Allah, müşriklere azap göndermeyeceğini beyan etti. Vaktaki, hicret
vuku buldu. Mekke müşriklerinin rahatı kaçtı. Kıtlığa uğradılar, Medine’ye adam
gönderip Resul-u Ekrem’den dua istediler. Nihayet Mekke’nin fethiyle istilaya düçar
oldular. Aleyhissalat Efendimizin mevcudiyeti, düşmanları için bile siper-i kaza
yerine geçmişti. Onu varisleri bulunan âlimler ve arifler de böyledir. Onların da bir
memlekette bulunmaları, kaza ve belaya engel teşkil eder. Kayıpları ise, azabın
gelmesini kolaylaştırır.
أنت مولى القوم من ل يشتهي - قد ردى كل ا لئن لم ينته
101- Sen, kavmin seyyidisin, senden hoşlanmayan o tabiattan
vazgeçmezse helak olur.
Mevla kelimesi, hem azatlı köle, hem de azat eden efendi manasına gelir.
Hazreti Ali Kerremallahü veche, kölesi bulunan Kanber Raziyallahü anhi azat etmiş,
azatnamesine mealen şu ibareyi yazmıştı: “Ey Kanber! Dün benim kölemdin, bugün
benim gibi hür oldun. Bana ne verilmişse, onlardan sana verdim. Şu azatnameyi Ali
yazmıştır.”
Mevla lafzı, sonra büyük ve efendi manasında kullanılmış, bu münasebetle
ve “Efendimiz” demek olmak üzere ulemaya “Mevlâna” denilmiştir. Hâlâ Fas
hükümdarlığında bulunanlara “Mevlay” tabir edilmektedir.
Evet… Allah’ın sevgilisi bulunanları sevmemek, insanın maddeten değilse
bile, manen helakini mucip olur. Hakkında Allah’ın gazabını celbeder. Çünkü iki
dosttan birinin düşmanı, diğerinin de düşmanı olur.
Asr-ı saadetteki Medine Yahudilerinden bazıları, “Muhammed’e vahiy getiren
Cebrail, ecdadımızdan bazılarına azap getirmişti. Onun yerine Mikail vahiy tepliğ
eylemiş olsaydı biz de Muhammed’i tasdik ederdik” demişlerdi de;
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 97-98
“(Habibim) de ki: Kim Cebrail’e düşman olursa (kahrından gebersin).
Çünkü kendinden evvelki(kitap)ları tasdik edici (ve doğrultucu) ve müminler
için ayn-ı hidayet ve müjde olan(Kur’an)ı Allah’ın izni ile senin kalbinin üstüne
o indirmiştir. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e, Mikail’e
düşman olursa, şüphesiz Allah da o (gibi) kâfirlerin düşmanıdır” ayetleri nazil
olmuştu.
Habib-i necib-i ilahînin en ziyade düşmanı bulunan, hatta düşmanlığını Resulu
Ekrem’in hayatına kasdetmek derecesine çıkaran Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef,
Übeyy bin Halef ve emsali, kemal-i zillet ve hakaretle öldürdükleri gibi, kıyamete
kadar da ümmetin nefret ve hakaretine maruz kaldılar. Peygamberin
düşmanlarından Ebu Süfyan vesaire gibi bazıları da, sonradan düşmanlığı bıraktılar.
73
Resul-u Ekrem Efendimizin uluvv-ü cenabına ve âlemşumul rahmetine iltica ederek
ebedi hüsrandan kurtuldular.
Aleyhissalat Efendimizin düşmanı böyle olduğu gibi, veraset-i Muhammediye
dolayısıyla Allah’ın dostları sırasına geçen evliyaullahın düşmanları da böyledir.
Onlar da fasit fikirlerinden vazgeçmezlerse, kendilerini, Allah’ın gazap ve kahrına
uğratmış olurlar. Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de:
“Allah, bir şahsın namus ve haysiyet perdesini yırtmak ve onu rezil etmek dilerse, o
şahsı pak ve mukaddes olan zevatın ayıplamasına sevk eyler” der.
چون گذشت آن مجلس و خوان كرم - دست او بگرفت و برد اندر حرم
102- Mülakat ve yemekten sonra padişah, tabib-i ilahînin elinden tuttu
ve harem dairesine götürdü.
“HASTANIN HALİNİ GÖRMEK İÇİN PADİŞAHIN TABİB-İ İLAHİYİ ONUN BAŞUCUNA
GÖTÜRMESİ”
بردن پادشاه آن طبيب را بر سر بيمار تا حال او را ببيند
قصه ى رنجور و رنجورى بخواند - بعد از آن در پيش رنجورش نشاند
103- Hastanın ve hastalığın geçmişini anlattı. Sonra hekimi, hastanın
karşısına oturttu.
Cariyenin nasıl alınıp ne suretle hastalandığını ve ne yolda tedavi edildiğini
etraflıca anlattı.
Nefsini tedavi ettirmek isteyen bir ruhun, daha açıkçası nefsanî
hastalıklardan kurtulmak ve hakiki şifa bulmak isteyen bir insanın, manevi doktor
demek olan mürşid-i kâmil huzurunda hiçbir şeyi gizlememesi lazım geldiğini
Hazreti Pir, bu beyti ile ima ediyor. Nasıl ki hastalık arazının bir hekimden
saklanmadığı gibi... Çünkü saklanılırsa tedavi tamam olmaz!
رنگ رو و نبض و قاروره بديد - هم علماتش هم اسبابش شنيد
104- Tabip, hastanın benzini, nabzını ve idrarını görüp muayene etti.
Hastalığın hem alametlerini, hem sebeplerini sorup dinledi.
Eski tıpta idrar tahlili için fennî vasıtalar olmadığından hekimler idrarın
renginden, duru yahut bulanık oluşundan ve kokusundan hastalığın nevini keşfe
çalışırlardı. Tabib-i ilahî de, hekimlerin âdeti veçhile hastanın yüzüne bakıyor,
çehresinin sararmış olmasından zaafını anlıyor, nabzını muayene edip darbelerin
hafif ve şiddetli oluşundan bir şeyler anlamak istiyor, idrarını görüp oradan
hastalığın nevini teşhise çalışıyor. Ondan sonra da, hastalığın neden zuhur ettiğini
ve seyri esnasında ne gibi alametler gösterdiğini sorup öğreniyordu. Bundan sonra:
گفت هر دارو كه ايشان كرده اند - آن عمارت نيست ويران كرده اند
105- Dedi ki: “Öbür hekimlerin yaptıkları tedavi, yapıcı ve şifalı bir
tedavi değildir. Hastayı harap etmişler ve zayıf düşürmüşler.”
بى خبر بودند از حال درون - أستعيذ الل ه مما يفترون
106- Hastanın hallinden haberdar olamamışlar. Ettikleri iftiradan, yani
bilmedikleri halde “Biliriz” diye eyledikleri davadan Allah’a sığınırım.
74
ديد رنج و كشف شد بر وى نهفت - ليك پنهان كرد و با سلطان نگفت
107- Tabib-i ilahî hastalığı gördü. Gizli hastalık ona belli oldu. Lakin
bildiğini gizledi, padişaha söylemedi.
Bu hadis-i şerifte: “Allah’ın bir takım kulları vardır ki, insanların ahvalini
alametlerinden bilirler” buyrulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifte de: “Mümin firasetinden, iyi kavrayışından
çekininiz. Zira o, Allah’ın nuruyla bakar ve görür” denilmiştir.
Azıcık dikkat ve zekâ sahibi olanlar, gördükleri ve görüştükleri kimselerin ne
halde bulunduklarını, aşağı-yukarı bir isabetle tahmin edilebilirler. Bir parçacık
zekâ ile karşısındakinin -az da olsa- hüviyet ve mahiyetini anlamak mümkün olursa,
Allah’ın bir nuru olan firasetle bakanların neler görebileceği düşünmeye bile
değmez.
Tabib-i ilahî de, bu kabil firaset erbabından, halkı dosdoğru anlayabilecek
keşif ashabından olduğu için, cariyenin hastalığını teşhis hususunda güçlük çekmedi.
Lakin teşhisini padişaha bildirmedi, bir müddet gizli tutuldu.
رنجش از صفرا و از سودا نبود - بوى هر هيزم پديد آيد ز دود
108- Cariyenin hastalığı, sarfadan ve sevdadan değildi. Her odun
kokusunun dumanından belli olduğu gibi, hastalığın mahiyetini de bazı
arazından anlamıştı.
Evet, bir odun parçası yandığı vakit duman çıkar. Onun burnumuza
aksetmesiyle yanan cismin ne olduğu fark edilir. Marsıkla, ödağacı kokusunu ayırt
etmeyen bir burnun, burun olmaması lazım gelir.
ديد از زاريش كو زار دل است - تن خوش است و او گرفتار دل است
109- Tabib-i ilahî, cariyenin zaafından anladı ki o, kalben zayıftır.
Vücudu afiyettedir; fakat gönü hastadır.
عاشقى پيداست از زارى دل - نيست بيمارى چو بيمارى دل
110- Âşıklık derdi, kalbin inlemesinden bellidir. Hiçbir hastalık, gönül
hastalığı gibi değildir.
Buradaki “Bimari-i dil”, tababetçe malum olan kalp hastalığı zannedilmesin.
Vakıa, o da mühim belki de tehlikeli bir hastalıktır. Fakat Hazreti Mevlâna’nın
“Bimari-i dil” demekten maksadı, o değildir. Zaten tababetle tasavvuf ve şiirde
“kalp” ve “dil” kelimelerinin manası ayrıdır. Hekimlik, kan deveranına hizmet eden
uzva “kalp” der ki, onun Türkçesi “yürek”tir. Tasavvuf ve şiirde ilhamların ve
duyguların zuhur yerine “kalp” ve “dil” tabir edilir ki, onun da Türkçesi
“gönül”dür.
İşte bu gönlün hasta olması, hiçbir hastalığı benzemez. Gönül, insanın his
merkezi olduğu için, onun ıstırabı diğer uzuvları da rahatsız eder.
Gönülden maksat, tababetçe belli olan kalp olmadığı için, hislerin merkezi
kalp midir, dimağ mıdır münakaşası açılmaz.
Evet… Gönül hastalığı diğer hastalıklara benzemez. Onun zuhuru da, seyri
de, ıstırapları da bambaşkadır. Onun için erbabınca kolay teşhis olunur. Hekim-i
ilahî de firaset ve keşif erbabından olduğu için, cariyenin kalbî iniltisini duyunca,
onun gönül hastası olduğunu anlayıverdi.
علت عاشق ز علتها جداست - عشق اصطرلب اسرار خداست
75
111- Aşkın derdi, diğer dertlerden ayrıdır. Aşk, Huda’nın sırlarını belli
eden bir usturlap ve vasıtadır.
Gönül hastalığı, başka hastalıklara benzemediği gibi, âşıklık ve aşkî derdi de
diğer dertlerin gayridir; tedavisi, diğer dertlerin tedavisi gibi değildir.
Yine o aşk, ilahî esrarın usturlabıdır.
Usturlap: Müneccimlerle muvakkitlerin kullandıkları irtifa aletidir ki, onunla
zamanı tayin ederler. Minare, kule, dağ, tepe gibi yüksek yerlerin yüksekliğini,
kuyu gibi çukur yerlerin de derinliğini anlarlar. Daha başka hususlarda kullanırlar. O
yoldaki tabiat sırlarının anlaşılmasına usturlap vasıta olduğu gibi, ilahî sırların idraki
de, ancak aşk vasıtasıyla olur.
عاشقى گر زين سر و گر ز ان سر است - عاقبت ما را بدان سر رهبر است
112- Âşıklık, gerek bu baştan, gerek öbür baştan olsun; akıbet, bizi o
tarafa götürecek kılavuzdur.
Bu beytin izahında, şarihlerin müteaddit kavilleri –deyimleri- vardır. Bazıları
“Zin ser” ile “Zan ser”i hakikat ve mecaz ile tevil etmişler; “Aşk, aşk olduğu
cihetle, gerek hakikat ve mana tarafından olsun, gerek mecaz ve suret cihetinden
zuhura gelsin, ‘Mecaz, hakikatin köprüsüdür’ sözünce, neticede bizi o hakikat
makamına ve vahdet noktasına iletir” demişlerdir.
“Allah kullarını sever, onlar da Allah’ı severler” nazm-ı celili mucibince,
seven ve sevilen cemil-i mutlak, yani Hazreti Hakk’tır. Bazıları, o cemil-i mutlakın
muhtelif şekillerde görünen tecellilerini müşahede edince, doğrudan doğruya
tecelli edene yönelirler ve mazharı değil, onlardaki zahiri severler. Bunu
anlayabilmek için ayna ile ondaki aksi göz önüne getirmelidir.
Kâinatın her zerresi, Allah’ın tecelli aynasıdır ki, onlara “Mazhar” ve Hakk’ın
tecellisine “Zahir” denilir. Erbab-ı kemal, her yerde ve her şeyde zahir olan o
cemali sever. Bazıları ise, bu kemal derecesine vasıl olamadıkları için aynaya
bakanı değil de aynayı sevmek kabilinden olmak üzere zahirden gaflet ve mazhara
muhabbet beslerler. Muhabbet ve merbutiyetlerinden kendilerini kaybedecek;
kâinatı, hatta kendilerini maşukundan ibaret görecek bir hâle gelirler. Mecnun diye
şöhret almış olan Kays, işte bu kısım âşıklardan idi ki, son zamanlarında ziyaretine
gelen Leyla’yı tanıyamamış, Fuzuli’nin tasviri veçhile:
Bende olan âşıkar sensin,
Ben hod yoğum, ol ki var sensin!
Ger ben, ben isem; nesim sen ey yar!
Ver sen, isen; neyim men-i zar?
demiştir.
Yunus Emre ise, Mecnun’un nihayet Leyla’ya olan ilgisinden kurtulduğunu ve
mecaz köprüsünü geçip hakikati bulduğunu onun lisanından söylediği:
Yürü Leyla ki ben, Mevla’yı buldum,
Leyla Leyla derken, Allah’ı buldum.
beytiyle anlatır.
İşte zahir sevenlerin aşkına, hakiki; mazharı sevenlerin aşkına da, mecazi
denilir. İmam-ı Suyutî, Cami-üs Sagir isimli eserinde, bir hadis-i şerif nakleder ki,
manası “Bir kimse âşık olsa, iffetini mühafaza edip sırrını saklamış olsa ve o halde
iken ölse, şehit olarak vefat etmiş olur” demektir.
Mevlevi ariflerinden Şehidi Dede, bu hadisi şu surette iktibas tazmin
eylemiştir:
Mir’at-ı Musaffa mı değil ruy-i dilkiral
76
Kim; görmeyesin anda bugün Hakkı hüveyda!
Bu pendimi guş eyle gönül kim budur evla,
Dil verdiğine sıdk ile ver canını zira:
“Men mate minel aşkı fekad mate şehida.
“Mecaz, hakikatin köprüsüdür” sözü, hakikat semtine mecaz köprüsü
vasıtasıyla geçilebileceğini, aşk-ı mecaziye tutulanların neticede aşk-ı hakikiye
geçeceklerini anlatır.
Nakledilen hadis-i şerifte ise, âşık olup da iffetini muhafaza ve aşkını
gizleyerek ölen kimsenin, şehit olacağı beyan buyruluyor. Demek ki, iffet ve ismeti
muhafaza etmek, şehvani ve nefsani bir emel beslememek şartıyla, aşk-ı mecazi
derdinden ölenler de şehit hükmündeymişler.
Acaba niçin? Malumdur ki aşk, bir yere bağlanmak, bir cemale tutulmak
demektir. Bir cisim bir yere bağlanacak olursa gerçi serbestîsini kaybeder, fakat
müteaddit bağlara tutulmaktan kurtulur. Velevki mecazi olsun temiz bir âşık da,
sevgilinin kulu, kölesi olur; diğer bağlardan kurtulup her türlü kayıttan azade
bulunur.
Ey yar! Senin esirin oldum, her rabıtadan halas buldum, diyebilir.
Allah yolunda ilerlemek isteyen kimsenin, her şeyden önce kendisine ayak
bağı olacak kayıtlrdan kurtulması, kalbinde bağlılık adına zerre kadar bir şey
bulunmaması lazımdır. İki kimse tasavvur edelim. Birinin muayyen bir sevgilisi yok.
Fakat canlı-cansız sevmediği bir şey de yok. “Düğünde zurnaya, hamamda kurnaya
âşık” kabilinden her şeye bir bağlılığı var. Diğeri ise, aşk-ı mecazî ile birini sevmiş,
dünyayı ve ötesini kalbinden çıkarmış, yalnız dildarına rabt-ı kalp ve hasr-ı
fikreylemiş. Her şeyden kurtulmuş, ancak bir rabıta ile bağlı kalmış. Acaba bir
bağdan mı kurtulmak kolaydır; yoksa inceli, kalınlı yüzlerce, binlerce kördüğümlü
rabıtalardan halas olmak mı? Elbette tek bağdan kurtulmak kolaydır ki, o yegâne
bağ da, bir mürşid-i kâmilin himmetiyle çözülüverir.
İşte aşk-ı mecazinin hakikat köprüsü olması, Hazreti Pir’in de: “Âşıklık, ne
suretle olursa olsun bizim için rehber-i hakikattir” buyurması, bu itibar ile olsa
gerektir. Yoksa Hazreti Mevlâna: “Renge incizab dolayısıyla husule gelen aşklar, aşk
değildir; neticesi utanıp arlanmaya varan bir hevesten ibarettir” buyuruyor.
Şurası da vardır ki, erbab-ı kemal, mecazi bir muhabbetle müptela-yı cemal
olanları eksik ve o yoldaki nazarları manevi cünüplük sayarlar. Nitekim Mevlâna
Cami Kuddise sırruhu: “Namahrem yüzüne bakmakla gözün cünüp olunca, ona
nedamet yaşlarıyla guslettir” demiştir.
“Ayı leğende müşahede ediyorum”, yani “Cemal-i Hakk’ı güzellerin yüzünde
görüyorum” diyen Fahrüddin-i İrakî’ye Şems-i Tebrizî Hazretleri, “Ensende çıban mı
çıktı ki, başını kaldırıp gökyüzüne nazar etmiyorsun da suya bakıyorsun?” tarizinde
bulunmuştu.
Bazı şarihler “zin ser” ve “zan şer” lafızlarından salik-i meczub ve meczub-i
salik murattır demişlerdir. Burada biraz tafsilat vermek lazımdır. Sofiye kitapları,
ehl-i tariki, salik, meczub, salik-i meczub, meczub-i salik diye dört sınıfa ayırırlar.
Salik, tarikate yeni girmiş, benliği henüz zail olmamış derviştir.
Meczup, Allah’ın cezbesine kapılmış, fena ve istiğrak denizine dalıp
ayılamayan ve kendine gelemeyen zattır.
Salik-i meczub, süluk ederek bir hayli mücahedelerden sonra cezbeye
tutulan, arasıra kendine gelse bile, manevi sarhoşluk hâli galip olandır.
Meczub-i salik ise, cezbesi sülukten önce olan, belki de o cezbe sevkiyle
süluke girendir. Erbab-ı tarikatin kâmilleri ve kendilerine uyulmaya layık olanları
77
bunlardır. Diğer üç sınıfa uyulamaz; uyulsa da beklenilen terakki husule gelemez.
Çünkü salik mübtedi yani acemidir; meczup da kendinde değildir. Salik-i meczubun
ise, şuur ve iradesi bazen yerindedir. Süluk ve irşat için ise, şuur ve idrak şarttır.
Aşk kelimesinin zikrolunması dolayısıyla Hazreti Mevlâna, ona dair bazı hakikatleri
bildiriyor; aşkın mahiyetinin akıl ile kavranılmayacağını beyan ediyor:
هر چه گويم عشق را شرح و بيان - چون به عشق آيم خجل گردم از آن
113- Aşkın şerhi için ne türlü beyanatta bulunsam, aşka gelince; aşkın
tesirini hissedince söylediklerimden mahcup olurum.
گر چه تفسير زبان روشن گر است - ليك عشق بى زبان روشن تر است
114- Lisanın tefsir ve tavzihi parlak olsa da aşkın söylenilmemiş
kalması, yani söylenilmesi değil, hissedilmesi daha parlaktır.
Hazreti Pir, bir beytinde, “Biri âşıklık nedir, diye sordu. Benim gibi olursan
anlarsın cevabını verdim” dediğini bildirir.
İşte bu tarif hem veciz, hem de beliğdir. Çünkü sayfalar dolusu yazılar yazılsa,
saatlerce söz söylenilse yine aşığın ne olduğu tarif edilemez. Hatta o tarifler aşkın
hakikatine muvafık olmadığı için söyleyeni mahcup eder. Onun için aşkın tesirine
girişilmeden, onun hissen ve zevkten anlaşılmasına çalışılması daha parlak ve daha
münasip olur.
چون قلم اندر نوشتن مى شتافت - چون به عشق آمد قلم بر خود شكافت
115- Kalem ki çarçabuk yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelice,
tahammül edemeyerek yarıldı.
عقل در شرحش چو خر در گل بخفت - شرح عشق و عاشقى هم عشق گفت
116- Akıl, aşkın şerhinden çamura batmış merkep gibi aciz kaldı. Aşkın
da, âşıklığın da şerhini yine aşk söyledi.
آفتاب آمد دليل آفتاب - گر دليلت بايد از وى رو متاب
117- Güneşin delili yine güneştir. Onun varlığına dair sana delil lazımsa
ondan yüz çevirme.
Lisandaki tavsir kuvveti, kalemdeki yazış kudreti ne kadar fazla olursa olsun,
aşkın hakkıyla tarifinde lisan yorulur, kalem yarılır yahut kırılır; hatta lisan ile
kalemi harekete getiren fikir de, aşkın anlatılması şöyle dursun, anlaşılmasında bile
aciz kalır. Binaeleyh aşkı anlatacak olan, yine aşkın kendisidir.
Nitekim güneşin delili yine güneştir. Onun ışığını görmek, sıcaklığını duymak,
yuvarlaklığını ve hacmini müşahede etmek, elbette hakkında yazılmış tarifnameleri
okumaktan yahut “Güneş bir kürredir ki, dünyadan çap olarak 109 defa, hacim
olarak 1279 kere büyüktür. Sekiz tane yıldızı, muhtelif mesafelerde idare eder”
diye ona dair yapılan tarifleri dinlemekten daha ziyade, güneşi insana öğretir.
از وى ار سايه نشانى مى دهد - شمس هر دم نور جانى مى دهد
118- Gölge, güneşten nişan verse de; güneş her an, can nurunu neşreder.
Gölgenin mevcudiyeti, güneşin varlığına delalet ederse de bu delalet pek
sönüktür. Ruhu nurlandıran, vücudunu parlak bir sürette gösteren güneşin
kendisidir. Bunun gibi aşkın varlığını ve nasıl bir tatlı bela olduğunu akıl da bir
78
dereceye kadar görür ve gösterebilir. Fakat onun gösterip anlatmaya çalışması,
gölgenin güneşe varlık delili olması kabilindendir.
سايه خواب آرد ترا همچون سمر - چون بر آيد شمس انشق القمر
119- Ayın ikiye ayrılması mucizesi güneş gibi zuhura gelince, gölge sana
masal gibi uyku getirir.
Hazreti Pir, bu beyt ile:
ARAPÇA, Sure Kamer ayet 1
“Kıyamet yaklaştı ve ay (ikiye) ayrıldı” ayet-i kerimesine ve onun delalet
eylediği mucizeye işaret ediyor.
Nübüvvetin sekizinci senesinde ve Zilhicce ayının onundan sonraki mehtaplı
gecelerden birinde Resul-u Ekrem s.a.v. Mekke civarındaki Mine’de bulunuyordu.
Müşrikler, bedir hâlinde olan yahut o hâle yaklaşmış bulunan ayın ikiye ayrılmasını
istediler. Aleyhissalat Efendimiz mübarek parmağıyla işaret edince ay ikiye ayrıldı
ve biraz sonra birleşti.
Müşrikler, “Muhammed bize, büyü yaptı, gözümüzü bağladı” dediler. Fakat o
esnada yolda bulunup, bir iki gün sonra Mekke’ye gelen kafiledekiler de ayın
yarıldığını görmüş olduklarını söylediler.
Bu kat’i mucizeye, bazıları inanmak istemeyerek “Ayın ikiye ayrılma hadisesi
vuku bulmuş olsaydı, dünyanın her tarafında görülürdü” demişlerdi. Lakin iddiaları
doğru değildir. Bu hadise, ani olarak vuku bulmuştur. Evvelce haber alınmış yahut
ilan edilmiş değildi ki, o anda dünyanın her tarafından tarassuda çıkılsın da vukuu
bütün insanlarca görülmüş olsun. “Filan gece ay tutulacaktır” diye gazetelerde ilan
edildiği hâlde, gökyüzüne bakmayan ve ay tutulmasının farkına varmayan insanlar
yok değildir. Arzın kürevî olması, her noktasında ayın aynı saatte görünmesine
manidir. Şu halde ay, Peygamber Efendimizin işaretiyle iki parça olmuş, lakin ani
olduğu için, başka memleketlerde nazar-ı dikkati celbetmemiştir.
İnşikak suresi Mekke’de nazil olmuş, Müslümanlığın en zorlu düşmanlarına
karşı okunmuştu. Böyle bir hadise olmamış olsaydı, acaba o düşmanlar ne
yaparlardı? Maamafih, inşikak-ı kamerin vukuu, Çin tarihlerinde de yazılıdır.
Gelelim beytin mealine: Hazreti Mevlâna bundan evvelki beyitte aklı gölgeye, aşkı
güneşe benzetmişti. Bu beyitte de aynı teşbihi tekid ediyor. Aşkı, ayın sathını ikiye
ayıran mucize kuvvetine benzetiyor. Güneşe nispet kabul etmeyecek kadar parlak
olan aşkın yanında, aklın pek sönük kalacağını ve adeta masal gibi uyku getireceğini
söylüyor.
خود غريبى در جهان چون شمس نيست - شمس جان باقيى كش امس نيست
120- Hakikaten dünyada, güneş gibi acayip bir şey yoktur. Fakat can
güneşi ondan daha acayiptir ki, cihan güneşi fani olduğu halde, can güneşi
bakidir. Onun için dünün, yani geçmiş zamanın itibarı olmaz.
Hazreti Pir, bundan evvelki beyitlerde aşkı güneşe benzetmişti. Bizim
âlemimizde, yani güneş sisteminde en parlak cisim güneş olmakla beraber, aşka
nispetle onun da fersiz kaldığını anlatmak için dünyada güneş kadar acayip bir şey
olmadığını fakat canları parlatan aşk güneşinin ondan daha acayip olduğunu; zira
onun baki bulunduğunu ve dün, bugün gibi itibarî kayıtlara bağlı bulunmadığını bu
beytinde ifade ediyor.
79
شمس در خارج اگر چه هست فرد - مى توان هم مثل او تصوير كرد
121- Güneş, hariçte tek olmakla beraber onun tasvirini yapmak
mümkündür.
شمس جان كاو خارج آمد از اثير - نبودش در ذهن و در خارج نظير
122- Can güneşi ki, âlem-i esirin haricindedir. Onun zihinde de, hariçte
de benzeri yoktur.
Evet… Aşk, önce güneşe benzetilmiş, sonra benzetmenin yüceliğini
göstermek için teşbihten rücu edilmişti. Çünkü güneş, güney manzumesi denilen ve
bizim dünyamızla birlikte sürüklenen birkaç seyyareden ibaret ve nuraniyetiyle
beraber, bir dereceye kadar, onun tasvirini yapmak imkân dahilindedir. Muktedir
ressamlar ve fotoğrafçılar şöyle dursun, mektep çocukları bile bir daire çizmek ve
kenarlarına şualar resmetmekle, güneşi göz önüne getirebilirler. Aşk güneşi ise,
esirin haricinde ve tabiat âleminin fevkindedir. Binaenaleyh, o tabiat âlemi
dahilindekiler için can ve aşk güneşinin, ne hariçte benzeri bulunabilir, ne de
zihninde!
در تصور ذات او را گنج كو - تا در آيد در تصور مثل او
123- Can güneşi, zihinlere sığmaz ki, onun misli tasavvur ve tahayyül
edilebilsin.
Bu beyit:
Nebudeş der zihn ü der haric nazir.
mısrası dolayısıyla varit olacak bir sualin cevabıdır. Faraza biri çıkıp diyebilir ki:
“Can güneşinin hariçte misali olmadığını kabul edelim; fakat zihinlerde suretinin
bulunmasına ne mani vardır?” Cevap veriliyor ki: Can güneşi zihinlere sığmadığı için
misli tasavvur edilemez. Çünkü can güneşi denilen aşk, esasen sıfat-ı ilahîyedendir.
Sıfat ise, bir itibara göre ayn-i zattır. Bundan dolayı, onun tasavvuru muhaldir.
Zihinde ve hariçte misalinin bulunması da gayr-i mümkündür.
چون حديث روى شمس الدين رسيد - شمس چارم آسمان سر در كشيد
124- Bahis, Şemseddin’in cemaline gelince, dördüncü kat göğün güneşi
uçup gitti!
Hazreti Mevlâna, Şems lafzının zikri dolayısıyla bahsi Şems-i Tebrizî
Hazretlerine intikal ettiriyor, o manevi güneşin benzersiz ziyasına karşı, cihan
güneşinin mahcup olduğunu söylüyor.
“Şems-i çarüm asman” denilerek, güneşin dördüncü kat semaya nispet
edilmesi, eski heyetçilere –Asronomlara- göredir.
Hazreti Şems, nispetinden de anlaşılacağı üzere Tebrizlidir. Evliyaullah
Hazaratının “Maşukin” kısmındadır.
Hazreti Mevlâna’nın büyük oğlu Sultan Veled diyor ki: “Allah’ın âşıklarıyla
maşuklarının üç derecesi vardır: Hallac-ı Mansur birinci derecedeki âşıklardandır.
İkinci mertebe bunun, üçüncü mertebede onun fevkindedir. Bu üç mertebe erbabı,
halk tarafından bilinir. Maşukin-i ilahîyeden birinci derecede olanları, âşıkların
üçüncü derecesinde bulunanlar yalnız ismen bilirler. İkinci ve üçüncü derecede
olanları tanıyamazlar. Hazreti Şems ise Maşukin-i ilahîyenin son derecesinde
bulunanlardı.”
Evet, Hazreti Şems, evliyaullahın “Mesturin”, yani gizli olanlarından idi.
Mevlâna’nın menakıbını yazmış olan Feridun Sipehsalar: “Şems’i Mevlâna’dan başka
kimse anlamadı” diyor. Hazreti Şems, sırf Mevlâna ile görüşmek üzere Konya’ya
80
gelmiş, Pirinççiler Hanı’na inmiş, ertesi gün han kapısının önündeki bir peykeye
oturmuş, Şems’in gelişini keşfeden Hazreti Mevlâna da oraya gitmiş, diğer peykede
ve Şems’e karşı oturmuş. Her ikisi de bir müddet sükût etmiş ve lisan-ı hâl ile
konuşmuş. Bir zaman sonra Hazreti Şems:
— Bayezid-i Bestamî, karpuzun nasıl yenilmesinin sünnet olduğuna dair kendisine
haber vasıl olmadığından onu yemeyecek kadar peygambere bağlılık göstermişti.
Fakat Zat-ı Risalet günde yetmiş defa istiğfar ederken, Bayezid: “Sübhani ma
a’zame şani”, yani “Ben kendimi tenzih ve takdis ederim, benim şanım ne
büyüktür” demiş. Bunun sebebi nedir?” diye sordu.
Hazreti Mevlâna da:
— Bayezid, bir veli-yi kâmil olmakla beraber Resul-u Ekrem s.a.v. kadar
mütehammil değildi. Onun için mazhar olduğu tecelliyyat dolayısıyla öyle demeye
başladı. Aleyhisselat Efendimiz ise, her gün 70 yahut 100 kere mazhar-ı tecelli olur
ve her birine tahammül gösterirdi. İstiğfarı da, terakki eylediği dereceye nispetle
evvelki derecenin aşağı bulunmasından ileri gelirdi” buyurdu.
Bunun üzerine ikisi de yerlerinden kalktılar ve birbirlerine sarıldılar. İlk
mülakatın, yolda ve Mevlâna’nın dersten avdetinde vuku bulduğu da rivayet
edilmiştir.
Hazreti Pir ile Hazreti Şems’in sohbeti altı ay kadar devam etmiş ve bu
müddet halvet ve riyazetle geçmişti.
Hazreti Mevlâna, evvelce pederinin halifesi bulunan Seyyid Burhaneddin
Muhakakkık-i Tirmizî’den hilafet almıştı. Şems Hazretleri de kendisine sema etmeyi
tavsiye eyledi.
Hazreti Pir talim ve tedrisi bıraktı. Onun feyz-i irfanından mahrum kalanlar,
Şems aleyhinde söylenmeye başladılar ve onu Şam’a gitmeye mecbur ettiler.
Şam’a gidişinin asıl sebebi, oradaki bir Frenk gencinin Müslüman oluşu, onun
manevi makamlara yükseltilmesi içindi. Şems’in gaybuyeti, Mevlâna’ya çok tesir
gösterdi. Halkla temastan çekildi. Günün birinde Şems’in bir mektubu geldi. Hazreti
Pir, sevincinden sema etmeğe ve tesirli gazeller söylemeye başladı. Hem de o
gazelleri, Şems-i Tebrizî namına nazmeyledi. Nihayet oğlu Sultan Veled’i Şam’a
gönderip Şems’i davet etti. O da icabet gösterip yola çıktı. Şam’dan Konya’ya
gelinceye kadar Sultan Veled, Şems’in arkasında yayan yürüdü. Şu edebi dolayısıyla
Hazreti Şems’in teveccühünü kazandı ve halifesi oldu.
Burada bir hususu bildirmek lazım geldi. Hazreti Pir’in mesleği, Peygamber
Efendimizin sünnetine kemaliyle uymaktır. Şu halde Mevlevilik, sünnet yolu
demektir. Nitekim kendisi:
Men bende-i Kur’anem, eğer can darem,
Men Hâk-i reh-i Muhammed muhtarem.
Ger nakl küned cüz in kes ez güftarem,
Bizarem ezô vü zin sühan bizarem.
“Ben, kul, köle isem; Kur’an’ın bendesi ve Muhammed-ül Muhtar’ın yolunun
toprağı, yani, ayağının tozuyum. Eğer biri, benim sözlerimden bundan başka bir şey
naklederse; ondan da, naklettiği sözden de rahatsız olurum” buyurmuştur. Hâl
böyle iken, bazı Bektaşi meşrep Mevleviler, “Mevlevilik: Veledilik ve Şemsilik
namıyla iki koldur. Velediler zühdü, Şemsiler aşkı ihtiyar etmişlerdir” derlerdi.
Bu söz, hezeyanın ta kendisidir. Söyleyenlerin maksadı, kötü işlerini ve
Mevlâna mesleğiyle telifi kabil olmayan hareketlerini örtmek içindir. Bilinmelidir ki,
Mevleviliğin kolu, şubesi yoktur. Kurtuluş tarihinden, zamanımıza kadar yetişen
Mevlevi arifleri, Şems-i Mevlâna’nın cazibesine tutulmuşlar ve:
Peykiz, döneriz bir güneş etrafında,
81
Manzume-i şemsiye-i Mevlânayız!
demişlerdir. Bilfarz o vahdet yolunda bir ikilik bulunmuş olsaydı, ikisinin de Sultan
Veled’de birleşmesi lazım gelirdi. Çünkü arzettiğim gibi Sultan Veled, Hazreti
Şems’in halifesi idi.
Gelelim bahse… Hazreti Şems, Konya’ya ikinci gelişinde evlenmiş,
Mevlâna’nın harem dairesinde büyümüş Kimya isimli bir kızcağızı almıştı. Yine bazı
kimseler Şems’in aleyhine kıyam ettiler. Gariptir ki bu kimseler, Mevlâna’nın
dersinden ve sohbetinden istifadeye alışanlar ve onu tekrar tedris rahlesine
oturtmaya çalışanlardı. Nihayet bir gece Şems kayboluverdi. Aradılar, taradılar,
izini bulamadılar. Bu defa Hazreti Mevlâna da Şems’i aramaya çıktı. Şam’a ve
Tebriz’e kadar gittiyse de bulamadı. Fakat avdetinde:
Şems menem, Kamer menem!
gazelini inşat etti. Demek ki Şems’in Maşukiyet makamı Hazreti Pir’e verilmişti.
Konya’da Şems namına bir dergâh ve bir türbe vardır. Şems’e bir suikast yapıldığı,
Mevlâna’nın küçük oğlu Alaeddin’in de katiller arasında bulunduğu bazı kitaplarda,
ezcümle Eflaki Ahmed Dede’nin Menakıb-ül Arifin isimli eserinde yazılıdır. Bilmemiz
gereken şudur ki, Hazreti Pir’in göz kamaştıran parlaklığı, Şems ile mülakatından
sonra zahir olmuştur. Mamafih:
Öyle rahşende ki ol sem’a-i nur,
Şems-i Tebriz ana pervane olur!
واجب آيد چون كه آمد نام او - شرح كردن رمزى از انعام او
125- Şems’in namı zikredilince, onun nimet ve ihsan işaretinden bir
miktarını açıklamak vaciptir.
“İkram ve inam eyleyen kimseye teşekkür etmek, inam ve ikram gören
kimseye vaciptir.” Bir de: “Görülen nimetin açıklanması; Allah razı olsun, filan zat
bana şu iyiliği yaptı, denilmesi de nimetin şükrü cümlesindendir.” Hazreti Pir de,
bu lüzuma binanen Hazreti Şems’in namını kemal-i hürmetle yadetmekle, teşekkür
vecibesini yerine getirmiş oluyor.
اين نفس جان دامنم بر تافته ست - بوى پيراهان يوسف يافته ست
126- Bu sırada can, Yusuf’un gömleğinin kokusunu aldığı için, eteğimden
yakalamıştır.
از براى حق صحبت سالها - باز گو حالى از آن خوش حالها
127- Yıllarca olan sohbet hakkı için, o hoş hallerden, bir hali olsun izah
et demekte ve ilave etmektedir ki:
تا زمين و آسمان خندان شود - عقل و روح و ديده صد چندان شود
128- Ta ki yer ve gök gülsün. Akıl, ruh ve göz de, arz ve semanın yüz
misli sevinsin.
Şarihlerin beyanına göre buradaki “Can”dan maksat: Hüsameddin Çelebi’dir
ki, Mesnevî mukaddimesinde:
Ve mekânnerruhu min cesedi
buyrulmuştu. Hakikaten, Hazreti Pir’in ruhu kadar muazzez bir vücud-u mükerrem
idi. Zaten Mevlevilikte çileye girmiş ve hizmete başlamış olan yeni dervişlere “Can”
tabir ederlerdi ki, bedenin kesafetinden kurtulması ve ayn-ı ruh olması için bir
hayra yormaktan ibaretti.
82
İşte Hüsameddin Çelebi, Hazreti Pir’in Şems ismini yâd etmesi üzerine,
Yusuf’un gömleğinden Hazreti Yakup’un duyduğu kokuyu hissetmiş, “Ya Mevlâna!
Şems ile geçirdiğimiz hoş hâllerden birin olsun izah buyurun ki, hem afak, hem
enfüs, nur-i sürur ile dolsun” temennisinde bulunmuştu.
Buy-i pirahan-ı Yusuf yaftêst.
mısra ile Sure-i Yusuf’daki:
ARAPÇA, Sure Yusuf ayet 93-96
“Şu benim gömleğimi götürün de, onu babamın yüzüne koyun. İyice görür
(bir hale) gelir. Bütün ailenizi de bana getirin. Vakta ki kafile (Mısır’dan)
ayrıldı. (Öteden) babaları (Yakup) dedi ki: Bana bunak demezseniz, inanın ki,
(şimdi) Yusuf’un kokusunu duyuyorum! (Yanındakiler) dediler: Allah’a yemin
ederiz ki, sen hala eski yanlışlığında(berdevam)sın. Fakat müjdeci gelip de onu
(Yakup’un) yüzüne koyduğu, o da derhal (yeni baştan) görür bir hale geldiği
zaman dedi ki: Ben size bilmeyeceğiniz şeyleri Allah’tan muhakkak biliyorum
demedim mi?” şeklindeki ilahî beyana işaret olunmuştur.
Şeyh Sadi Kuddise sırruhu, Gülistan’ında der ki, “Biri, oğlunu kaybetmiş olan
Yakup Aleyhisselamdan sordu: Ey cevheri münevver, akıllı ihtiyar! Yusuf’un
gömleğinin kokusunu Mısır’dan duydun da, onu Kenan kuyusunda iken niçin
görmedin?”
Hazreti Yakup da, cevap verdi ki: “Bizim hâlimiz, çakan şimşek gibidir. Bazen
açık, bazen kapalı olur. Bazen göklerin üstüne çıkar, otururuz; bazen da ayağımızın
üstünü göremeyiz.”
Hüsameddin Çelebi’nin recasına karşı, Hazreti Mevlâna itiraz ederek:
ل تكلفني فإنى في الفنا - كلت أفهامي فل أحصي ثنا
129- Ey Hüsameddin! Şems’in ahvalini izah etmek hususunu bana teklif
etme. Zira ben manevî yokluk halindeyim. Anlayışım ve anlatışım azalmıştır.
Onun senasını sayıp dökemem.
كل شى ء قاله غير المفيق - إن تكلف أو تصلف ل يليق
130- Aklı başında olandan başkasının, yani yokluk denizine gark olmuş
olan zatın söylediği her söz, zahmet de olsa, övünmek de olsa, doğru olmaz.
من چه گويم يك رگم هشيار نيست - شرح آن يارى كه او را يار نيست
131- Şems gibi eşi ve benzeri bulunmayan bir dostun ahvalini izah için
ben ne söyleyim ki! Bir damarım bile şuur halinde değildir.
شرح اين هجران و اين خون جگر - اين زمان بگذار تا وقت دگر
132- Ciğerimi kan eden bu hicranın şerhini; şimdilik, başka bir zamana
bırak.
Hazreti Pir’in “yokluk” hâlinde bulunduğuna ve Şems’i ahvaline dair malumat
vermenin, o halde iken, gayr-i kabil olduğuna dair özür beyan etmesi üzerine,
Hüsameddin Çelebi,
قال أطعمني فإني جائع - و اعتجل فالوقت سيف قاطع
133- Dedi ki: Beni doyur çünkü açım. Hem çabuk ol ki vakit, kesin kılıç
gibidir.
83
صوفى ابن الوقت باشد اى رفيق - نيست فردا گفتن از شرط طريق
134- Ey arkadaş, sofî “İbn-ül Vakt” olur. Yarın ve yarına demek, tarikat
şartlarından değildir.
Her işi vakit geçirmeden tam zamanında yapana tasavufta “İbn-ül Vakt”
denilir. Bir de “İbn-üz Zaman” tabiri vardır ki, rüzgâr ne taraftan eserse, o cihete
dönen dalkavuk manasınadır.
تو مگر خود مرد صوفى نيستى - هست را از نسيه خيزد نيستى
135- Yoksa sen sofî değil misin? Veresiye dolayısıyla, mevcuda yokluk
arız olur.
Hüsameddin Çelebi, kendisinin hakikat zevkince acıkmış olduğundan bahisle,
izahın tehir edilmemesini ve bugünkü işin yarına bırakılmamasını rica eyledikten
sonra, sofinin İbn-ül Vakt olduğunu; yani geçmişten gelecekten sarf-ı nazar
eyleyerek, hâl neyi icap ediyorsa onu yaptığını söylüyor. “Ya Mevlâna! Sen sofi değil
misin ki, İn zaman büzgâr ta vakt-i diğer, buyuruyorsun. Pekala bilirsin ki, veresiye
veriş ve gelesiye gönderiş, mevcut sermayeyi yok haline getirir” diyor.
Hüsameddin Çelebi’nin bu suretle ısrarlı istirhamı üzerine Hazreti Mevlâna da:
گفتمش پوشيده خوشتر سر يار - خود تو در ضمن حكايت گوش دار
136- Ona dedim ki: Dostun sırrının gizli kalması, daha hoştur. Ona vakıf
olmak için sen hikâyeye kulak ver ve manasına dikkat et.
cevabını veriyor. Buna karşı Hüsameddin Çelebi:
گفت مكشوف و برهنه گوى اين - آشكارا به كه پنهان ذكر دين
137- Dedi ki: “Ey fazilet sahibi Mevlâna! Beni baştan savma; açıktan
açığa ve hiçbir şey saklamaksızın söyle.”
پرده بردار و برهنه گو كه من - مى نخسبم با صنم با پيرهن
138- Perdeyi kaldır ve açık söyle ki ben, gömlekli bir güzel ile yatmam.
Hüsameddin Çelebi, hakikatin sırlarına vakıf olmak için, bahsin tam bir
vüzuhla açıklanmasını rica ediyor. Kendisinin kapalı ve imalı sözlere kanaat
etmeyeceğini bildiriyor. Mevlâna ise, Çelebi’nin makam-ı Şems’e henüz istidadı
olmadığını haber vermek üzere:
گفتم ار عريان شود او در عيان - نى تو مانى نى كنارت نى ميان
139- Dedim ki: “Eğer o, dünyada âşıkare olursa, ne sen kalırsın, ne ucun,
ne ortan kalır.”
آرزو مى خواه ليك اندازه خواه - بر نتابد كوه را يك برگ كاه
140- Arzu göster, lakin o arzu ölçüne ve tahammülüne göre olsun. Bir
saman çöpü bir dağı kaldıramaz.
آفتابى كز وى اين عالم فروخت - اندكى گر پيش آيد جمله سوخت
141- Güneşi ki âlemi aydınlatmaktadır. Yörüngesinden yarılıp biraz
yaklaşacak olsa, her şeyi yakar, kül eder.
84
فتنه و آشوب و خون ريزى مجوى - بيش از اين از شمس تبريزى مگوى
142- Fitne, karışıklık ve kan dökülmesini isteme. Bundan fazla da Şems-i
Tebrizî’den bahsetme.
اين ندارد آخر از آغاز گوى - رو تمام اين حكايت باز گوى
143- Bu bahsin sonu gelmez. Sen başlangıca dön de hikâyenin tamamını
söyle.
“CARİYENİN DERDİNİ ANLAYABİLMEK İÇİN O TABİB-İ VELİ’NİN PADİŞAHTAN
HALVET İSTEMESİ”
خلوت طلبيدن آن ولى از پادشاه جهت دريافتن رنج كنيزك
گفت اى شه خلوتى كن خانه را - دور كن هم خويش و هم بيگانه را
144- Tabib-i ilahî, dedi ki: “Padişahım! Akrabayı da, yabancıyı da
uzaklaştırmak suretiyle sarayı tahliye ettir.”
كس ندارد گوش در دهليزها - تا بپرسم زين كنيزك چيزها
145- Kimse koridorlarda bulunup dinlenmesin ki, bu cariyeye bazı şeyler
soracağım.
خانه خالى ماند و يك ديار نى - جز طبيب و جز همان بيمار نى
146- Ev boşaldı. İçinde hekim ile o hastadan başka kimse kalmadı.
İnsan, emin olduğu ve ifşa etmeyeceğine itimat eylediği bir kimse ile yalnız
kalınca, esrarını ona açabilir. Hekim-i gaybi de cariyenin aşk müptelası olduğunu,
tabir-i diğerle, nefsin heva ve heves giriftarı bulunduğu anlaşılmıştı. Lakin o hevesin
kime karşı olduğunu tayin etmek için hastayı konuşturmaya lüzum görmüş, bundan
dolayı yalnız kalınmasını teklif etmişti.
Vaktaki; sarayda, cariyenin yattığı dairede hekim, hastanın yanına girdi.
نرم نرمك گفت شهر تو كجاست - كه علج اهل هر شهرى جداست
147- Tabib-i ilahî, hastaya yavaş yavaş ve nezaketle “Nerelisin?” diye
sordu ve “Her memleket ahalisinin ilacı başkadır” dedi.
Rıfk-u mülâyemet yahut yerine göre nezaket, insanların bir kısmına Allah
tarafından verilmiş bir nimettir. Bir hadis-i şerifte, mealen: “Cenab-ı Hakk, rıfk
sahibidir ve rıfkı sever. Sertlikle vermediğini de rıfk ve mülâyemetle verir”
buyurmuştur.
Musa ve Harun Peygamber a.s. mebus-ü ilahî olarak Firavun’u davete
gidecekleri sırada:
ARAPÇA, Sure Taha ayet 44
“(Gidin) ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut
(Allah’dan) korkar” emrini almışlardı.
Rıfk-u mülâyemet, kalpleri celbetmek hususunda ne kadar tesir gösterirse,
şiddet ve sertlik de o nispette aks-i tesir yapar.
Edebin en yücesine sahip olan Peygamber Efendimize hitaben Kur’an’da:
85
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 159
“(O vakit) sen Allah’tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara yumuşak
davrandım. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde
dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla (Allah’dan da) günahlarının
yargılanmasını iste. İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerre de azmettin
mi artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah kendine güvenip dayananlar
sever” buyrulmuştur.
Ayet-i celiledeki “hüm” zamiri, Uhud muharebesinde bulunan, hususiyle
onlardan, bozulup dağılanlara racidir.
Hicretin üçüncü senesinde, Mekke müşriklerinin Medine’ye hücumları
dolayısıyla vukua gelen Uhud muharebesinde, İslam mücahitlerine bir hezimet arız
olmuştu. Bu da fikr-i peygamberi hilafına, meydan muharebesi yapmaya
kalkışmaktan; bir de en mühim bir mevkiye yerleştirilmiş olan okçuların mevkilerini
kendi kendilerine bırakmalarından ileri gelmişti. Halid bin Velid’in, İslam ordusunun
arkadan kuşatması üzerine iki kılıç arasında kalan mücahitler bozulmuş, hatta bir
kısım Medine’ye kadar savuşmuştu. Müsademe esnasında bizzat Resul-u Ekrem
s.a.v. Efenimiz yaralanmış, Hazreti Hamza ile 69 ashap şehit olmuştu.
Dönüş sırasında taraf-ı Risaletten, bozulmuş olanlara asık yüz gösterilmek
şöyle dursun, halleri, hatırları sorulmak, kendilerine, teselli olunmak üzere nezaket
ve mülâyemet gösterilmişti.
Bahsolunan ayet-i kerimede Habib-i Edib-i İlahî’nin şu hareketi takdir
buyrulmakla beraber, aksi suretle davranılmış, yani kaçanlar tekdir edilmiş olsaydı
o kimselerin dağılmalarına meydan verilmiş olacağı bildirilmiştir.
Demek ki rıfk-u mülâyemet, kalplerin birleşmesine; şiddet ve hiddet de,
bilakis nefretine sebep olurmuş.
Ayet-i kerimede bir nükte daha vardır. Tevekkül meselesi... Bu mesele, gayri
müslimler ve onların mukallitleri tarafından Müslümanların ittihamına medar olan
şeylerden biridir. Fakat bu töhmeti yapanların ve bazılarımızın vehmi gibi,
tevekkül, sırtüstü yatıp gökten zenbil ile ekmek inmesini beklemek değildir. Nazm-ı
celilin beyanı veçhile bir işe, müşavereden sonra karar verip teşebbüs etmek ve
kemal-i husulünü Allah’ın, tevfığınden ummak demektir. Çünkü azim, bir işi
yapmaya kastetmek ve ciddi bir ihtimamla gayret göstermektir.
Hazreti Mevlâna, yine Mesnevî’de:
“Eğer tevekkül edeceksen, işe başladıktan sonra et. Ekini ek, ondan sonra
Allah’a tevekkül ve itimad gösterip bereketi ondan bekle” demiştir. Hülasa,
çalışmalı ve muvaffakiyeti Allah’tan beklemelidir ki, tevekkül bu demektir. Her
şehir ahalisinin ilacı ve tedavisinin başka olmasına gelince… Tedavide iklim ve
itiyadın nazar-ı dikkate alınması tıbbi kaidelerdendir. Çölde doğup büyümüş bir
bedevi ile buzlar arasında yetişmiş ve yaşamış bir eskimonun tedavileri her halde
bir olamaz. Şehr-i tü kücast, yani “Nerelisin?” suali de, tevile muhtaç görülürse,
nefsin emmare ve levvame sıfatlarından hangisinde bulunduğunu yoklamaktadır,
denilebilir.
Tabib-i ilahî, suallerine devam ederek dedi ki:
و اندر آن شهر از قرابت كيستت - خويشى و پيوستگى با چيستت
148- O şehirde kime yakınlığın vardır, akrabalığın ve bağlılığın kime ve
neyedir?
Hekim-i gaybi, bunları sormakla beraber:
86
دست بر نبضش نهاد و يك به يك - باز مى پرسيد از جور فلك
149- Elini cariyenin nabzına koydu ve feleğin cevr-ü cefasından birer
birer sual etti.
Tabibin sual ederken cariyenin nabzını tutması, alacağı cevaplar esnasında
nabzın hareketlerinden bir şeyler anlamak içindi. Yani hangi memleketin ve hangi
bir şeyin zikri esnasında darbeler şiddetlenirse; onun hastalık sebebi olduğunu
anlayacaktı.
Burada bir sual sorulabilir. Tabip Mademki bir hekim-i ilahî idi, bir nazarla
cariyenin hastalığı sebebin keşfetmeli, bu gibi teşhis-i istidlali ile uğraşmamalıydı
denilir. Hazreti Mevlâna, buna cevaben diyor ki:
چون كسى را خار در پايش جهد - پاى خود را بر سر زانو نهد
150- Bir kimsenin ayağına diken batınca, onu dizinin üstüne kor.
وز سر سوزن همى جويد سرش - ور نيابد مى كند با لب ترش
151- İğne ucu ile dikenin başını arar; bulamazsa, diken batan yeri
tükürüğü ile ıslatır.
خار در پا شد چنين دشوار ياب - خار در دل چون بود واده جواب
152- Ayağa batan diken böyle güç bulunursa, gönüldeki diken nasıl
bulunur? Cevap ver?
Evet… Ayağa batan diken, deriye saplanıp kaybolsa bile, göz önündeki bir
uzva girmiş olduğu için, çıkarılması mümkün iken; bulunması ve çıkarılması insanı
bu kadar uğraştırır. Gönül ki, gözle görünmez, hatta gayr-i maddi ve manevidir, ona
saplanan aşk dikenini, sevda okunu bulup çıkarmak için elbette daha fazla çalışmak
ve uğraşmak lazımdır. Ona da keskin bir nazar ve mahir bir el ister. Hazreti Pir, şu
hakikati bir misal ile anlatmak için diyor ki:
خار در دل گر بديدى هر خسى - دست كى بودى غمان را بر كسى
153- Eğer gönüldeki dikeni herkes görebilseydi; gamların, kederlerin bir
adama galabe çalması nasıl mümkün olurdu?
كس به زير دم خر خارى نهد - خر نداند دفع آن بر مى جهد
154- Mesela biri, bir merkebin kuyruğunun altına bir diken kor. Merkep
onu nasıl çıkaracağını bilmez, sıçramaya başlar.
بر جهد و ان خار محكمتر زند - عاقلى بايد كه خارى بر كند
155- Sıçradıkça diken daha ziyade batar. Akıllı bir adam lazımdır ki o
dikeni çeksin çıkarsın.
Yoksa diken çıkmaz, bilakis daha ziyade saplanır.
آن حكيم خارچين استاد بود - دست مى زد جا به جا مى آزمود
156- O diken çıkaracak hekim, üstat idi. Elini gezdiriyor, taraf taraf
tecrübede bulunuyordu.
Hekimin el gezdirmesi, muhtelif suallerle cariyenin derdini yoklaması
demektir.
87
ز ان كنيزك بر طريق داستان - باز مى پرسيد حال دوستان
157- Hikâye yoluyla o cariyeden, dostlarının halini sordu.
Hekim-i ilahî, cariyenin kalbine saplanmış olduğunu keşfettiği sevda
dikeninin ucunu bulmak için onu gizlice araştırıyor; başından geçenlere dair,
hastaya hissettirmeksizin, soruşturmalar yapıyordu.
با حكيم او قصه ها مى گفت فاش - از مقام و خاجگان و شهر تاش
158- Cariye, memleketine, efendilerine ve hemşehrilerine dair hekime,
açık -yani, izaha muhtaç olmayacak surette- hikâyeler söylüyordu.
سوى قصه گفتنش مى داشت گوش - سوى نبض و جستنش مى داشت هوش
159- Hekim, bir taraftan cariyenin hikâye söylemesine kulak veriyor, bir
taraftan da nabza ve nabzın atışına dikkat ediyordu.
تا كه نبض از نام كى گردد جهان - بود مقصود جانش در جهان ا ن
160- Hastanın nabzı, hangi isim söylenildiği sırada hızlanırsa, cariyenin
dünyada, canının ne istediği anlaşılacaktı.
دوستان شهر او را بر شمرد - بعد از آن شهرى دگر را نام برد
161- Cariye, dostlarını ve memleketini saydıktan sonra başka bir şehir
ismini söyledi.
گفت چون بيرون شدى از شهر خويش - در كدامين شهر بوده ستى تو بيش
162- Hekim, “Memleketinden nasıl çıktın, evvelce hangi şehirde idin?”
diye sordu.
نام شهرى گفت وز آن هم در گذشت - رنگ روى و نبض او ديگر نگشت
163- Cariye, bir şehir adı söyledi ve geçti. Yüzünün rengi ile nabzının
hareketi değişmedi.
خواجگان و شهرها را يك به يك - باز گفت از جاى و از نان و نمك
164- Efendilerini ve o şehirde bulunanları birer birer anlattı ve tuz,
ekmek yediği yerleri söyledi.
شهر شهر و خانه خانه قصه كرد - نى رگش جنبيد و نى رخ گشت زرد
165- Memleket-memleket; ev- ev hikâye ettiği halde, ne nabız hızlandı,
ne de yüzü sarardı.
نبض او بر حال خود بد بى گزند - تا بپرسيد از سمرقند چو قند
166- Hekim, tatlı bir gülümseme ile Semerkantlı birinden soruncaya
kadar, cariyenin nabzı tabiî bir surette ve zararsız bir halde atıyordu.
نبض جست و روى سرخ و زرد شد - كز سمرقندى زرگر فرد شد
167- Fakat Semerkant’tan sorunca nabzın hareketi arttı, yüzü kızarıp
sararmaya başladı. Çünkü Semerkantlı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
88
Hekim-i ilahî, birçok sual ve cevaptan sonra cariyenin Semerkantlı bir
kuyumcudan ayrılmış ve sevdiği o kuyumcunun ayrılığıyla tutuşup yanmakta
olduğunu anladı. Yani mürşid-i kâmil, terbiyesine aldığı salikin nefsindeki heva ve
heves iptilasının nevini keşfetti.
چون ز رنجور آن حكيم اين راز يافت - اصل آن درد و بل را باز يافت
168- O hekim, o hastadan bu sırrı anlayınca; o derdin, o belanın aslını
ve sebebini bulmuş oldu.
گفت كوى او كدام است در گذر - او سر پل گفت و كوى غاتفر
169- Hekim, “Kuyumcunun mahallesi hangi yoldadır?” diye sordu. Cariye
de, “Köprü başında, Gatfer mahallesindedir” cevabını verdi.
گفت دانستم كه رنجت چيست زود - در خلصت سحرها خواهم نمود
170- Hekim, cariyeye: “Hastalığının ne olduğunu anladım. Seni çarçabuk
bu hastalıktan kurtarmak için himmet göstereceğim” dedi.
Ve şu nasihatleri de ilave etti:
شاد باش و فارغ و ايمن كه من - آن كنم با تو كه باران با چمن
171- Sevin, düşünmekten vazgeç. Muradına ereceğine emin ol. Sana
yağmurun çemene yaptığını yapacağım, yani sana adeta yeniden hayat
vereceğim.
من غم تو مى خورم تو غم مخور - بر تو من مشفق ترم از صد پدر
172- Ben senin gamını, kederini düşünür; çaresine bakarım. Sen üzülme.
Benim sana olan şefkatim, babanın evlada olan şefkatinden yüz kat fazladır.
Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’inde:
ARAPÇA, Sure Tevbe ayet 128
“Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür.
Müminleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır o” buyurmuştur.
Allah-ü Zülcelal’in, bu ayet-i kerimede zat-ı akdesinin vasfeylemiş olduğu
Rauf ve Rahim sıfatlarıyla zikreylediği Peygamber Efendimiz, “Rahmeten lil âlemin”
olmak haysiyetiyle, umumen mahlukata, hususiyle ehl-i imana karşı merhamet ve
muhabbet hisleriyle dopdoludur. Onun varis-i kâmili bulunan evliyaullah da,
kendilerinde bulunan nispet-i Muhammediye derecesinde, rahim ve şefkatli olurlar.
Buna işaret olmak üzere Hazreti Mevlâna, hekim-i ilahî lisanından cariyeye karşı
müşfikane sözler söyletiyor, kendisindeki merhamet ve muhabbetin, baba
şefkatinden yüz derece fazla bulunduğunu ifade ediyor.
هان و هان اين راز را با كس مگو - گر چه از تو شه كند بس جستجو
173- Padişah, senden sıkı sıkı sorup anlamak istese bile, bu sırrı kimseye
söyleme.
Hazreti Mevlâna, bahis dolayısıyla sır saklamanın lüzumundan bahsediyor:
89
چون كه اسرارت نهان در دل شود - آن مرادت زودتر حاصل شود
174- Kalbin sırrının mezarı olursa, muradın çabucak husule gelir.
گفت پيغمبر كه هر كه سر نهفت - زود گردد با مراد خويش جفت
175- Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: “Her kim sırrını gizlerse,
muradına çabucak erer.”
Hazreti Mevlâna, bir beyit evvelinde kalbi, sır mezarına benzetmekle:
Sudur-ül-ahrar, kubur-ul-esrar.
“Hür olanların kalbi, esrar mezarlarıdır” meselini ima etmiş; kabre konulan
bir ceset, orada nasıl gömülü kalırsa; hür insanların kalbindeki sırlar da, o suretle
gizli bulunur, demek istemiştir.
İkinci beyit ile de: “Hacetlerinizin husule gelmesi için, sır saklamak
hassasından yardım talep ediniz. Çünkü nimet sahibi olan her kimseye haset edilir”
hadisine telmih eylemiştir. Mesnevî’nin diğer bir yerinde: “Gidişin, altının ve
mezhebin Hakkında dudağını kımıldatma ve onlardan bahsetme” buyurmuştur.
Sır saklamanın lüzumunu bildirdikten sonra, bunun faydasının olacağını da temsil
için Hazreti Pir diyor ki:
دانه چون اندر زمين پنهان شود - سر آن سر سبزى بستان شود
176- Tohum, toprak içinde kalıp da bir müddet geçince; onun sırrı,
bostanın yeşermesi olur.
Fuzulî’nin:

Dane toprak içre zahmet çeketiğiçün nice dem;
Baş çeker, harmanlanır, arayiş-i bostan olur!
beyti, Mesnevî’nin bu beytinden alınmış gibi geliyor. Diğer bir misal:
زر و نقره گر نبودندى نهان - پرورش كى يافتندى زير كان
177- Altın ve gümüş gizli bulunmasalardı, maden içinde nasıl terbiye
bulurlardı?
Mevlâna Cami, Lüccet-ül Esrar isimli kasidesinde der ki: “Altın ve gümüş
nedir? Güneşin terbiyesiyle renk almış topraktan ibarettir. O hâlde halis altından
taç yaptıran kimsenin, toprak başına olmuş demektir.”
Hülasa, önce gizli kalan şey, sonunda matlup veçhile inkişaf eder. Ehl-i
tarikin halvetleri ve erbainleri hep bu maksada mebnidir.
Halvet de, erbain de, tenha bir yerde oturmaktır. Fakat halvet, müddetle
mukayyet değildir. Erbain ise, kırk gün inziva etmektir.
Mualim Naci merhum, der ki:
Zir-i tak-ı serde olmuş, akl-ı vahyaver nihan,
Sanki etmiş kendini gar içre peygamber nihan!
Evet. Akıl, dimağ mahfazası içinde gizlidir. Fakat idrakinin asarı meydana
çıkar. Keza Nebi-yi Ekrem s.a.v. Efendimiz, önce Hira, sonra Sevr mağaralarında
gizlenmişti. Lakin sonra, olanca parlaklığıyla meydana çıktı ve bütün dünya halkının
gözlerini kamaştırdı.
Hazreti Mevlâna sır saklamak Hakkındaki tavsiyesinden sonra, doğru vaatlerle
yalancı vaatleri ve onların nüfuz üzerindeki tesirini anlatıyor:
وعده ها و لطفهاى آن حكيم - كرد آن رنجور را ايمن ز بيم
90
178- Hekimin vaatleri ve lütufları, o hastayı korkudan emin kıldı.
وعده ها باشد حقيقى دل پذير - وعده ها باشد مجازى تاسه گير
179- Vaatler vardır ki hakikî olduklarından kalbe itminan verirler. Yine
vaatler vardır ki, mecazî, yani yalan bulunduklarından insana sıkıntı ve tasa
getirirler.
وعده ى اهل كرم گنج روان - وعده ى نااهل شد رنج روان
180- Kerem sahiplerinin vaadi, seyyar bir hazine ve cari bir nakit
gibidir. Na ehil olanın vaadi ise, infaz ve icra edilmediği için, daimî bir
hastalığa benzer.
İnsan, ya ettiği vaadi tutmalı yahut kimseye bir vaatte bulunmamalıdır.
“O VELİ HEKİMİN HASTALIĞI TEŞHİS VE PADİŞAHA ARZ ETMESİ”
دريافتن آن ولى رنج را و عرض كردن رنج او را پيش پادشاه
بعد از آن برخاست و عزم شاه كرد - شاه را ز ان شمه اى آگاه كرد
181- Hekim-i ilahî, cariyeden bu malumatı aldıktan sonra, kalktı;
padişahın huzuruna çıktı. Ona, cariyenin ahvalinden bir parça malumat verdi.
گفت تدبير آن بود كان مرد را - حاضر آريم از پى اين درد را
182- Dedi ki: Şimdi lazım gelen tedbir, bu derdin tedavisi için o adamı
getirtmenizdir.
مرد زرگر را بخوان ز ان شهر دور - با زر و خلعت بده او را غرور
183- Altın ve ziynetli elbise göndermekle kuyumcuyu avutup, o uzak
şehirden davet et.
چونکه سلطان از حکيم شنيد - پند او را از دل و جان برگزيد
184- Padişah, hekimin bu tavsiyesini işitince onun nasihatini candan,
gönülden kabul etti.
شه فرستاد آن طرف يك دو رسول - حاذقان و كافيان بس عدول
185- Sonra o tarafa hazık, kafi ve gayet adil bir iki davetçi gönderdi.
Hazreti Mevlâna, mühim bir nükteye temas ediyor: “Göndereceğin yere akıllı
birini yolla da, ona tavsiyede bulunma” derler. Bir iş gördürmek için gönderilen
kimselerde hazakat, kifayet ve adalet bulunması elzemdir. Bunlardan biri
bulunmazsa, matlup işin husule gelmesi şöyle dursun, büsbütün aksi zuhur eder.
Kifayetli bir sefirin devletine pek çok hizmet edeceği, ehliyetsiz bir hariciye
memurunun da hükümetin başına gaile getireceği şüphesizdir.
Sefaret vazifesine Peygamberimiz tarafından çok ehemmiyet verilmiş,
hicretin altıncı senesinde hükümdarlara ve emirlere davetnameler yazıldığı sırada
onları götürecek sefirler, gidecekleri yerlerin lisanının bilen kimselerden intihap
edilmişti.
Müslümanlıktan evvelki cahiliyet devri Araplarının da sefaret vazifeleri vardı.
Bu işle mükellef olan kimse, kabileler arasında adeta siyasi konuşmalar hizmetini
ifade ederdi. İslam’ın zuhurunda bu vazife, Hazreti Ömer Radiyallahü anhin
91
uhdesinde bulunuyordu. Bundan dolayı idi ki, Hudeybiye seferinde Peygamberimiz
tarafından Hazreti Faruk Mekke’ye gönderilerek, harp için değil, ziyaret için
gelindiği bildirilmek istenmişti. Fakat Hazreti Ömer, kendisinin Mekke’de de birçok
düşmanı olduğunu, Osman bin Affan’ın ise hısımı, akrabası bulunduğunu, o
gönderilirse daha iyi iş görüleceğini arzettiği için sefaret vazifesini ifaya Hazreti
Zinnureyn memur buyrulmuştu. Gelelim bahse:
تا سمرقند آمدند آن دو امير - پيش آن زرگر ز شاهنشه بشير
186- O iki emir, padişahtan müjdeci olarak Semerkant’a ve kuyumcunun
yanına vardılar.
كاى لطيف استاد كامل معرفت - فاش اندر شهرها از تو صفت
187- Dediler ki: Ey marifet ve sanatta kâmil olan nazik üstat! Senin
şöhret ve sanatın şehirlere yayılmış ve herkesçe duyulmuştur.
نك فلن شه از براى زرگرى - اختيارت كرد زيرا مهترى
188- İşte filan padişah, seni kuyumcu başılığa seçti. Çünkü sen büyük bir
üstatsın.
اينك اين خلعت بگير و زر و سيم - چون بيايى خاص باشى و نديم
189- Şu güzel elbiseyi, altını ve gümüşü al. Padişahın nezdine gelince de
has bendelerinden ve nedimlerinden olacaksın.
Elçilerin müjdesi üzerine:
مرد مال و خلعت بسيار ديد - غره شد از شهر و فرزندان بريد
190- Kuyumcu birçok mal ve elbiseyi görünce onlara kapıldı,
memleketinden, çoluğundan - çocuğundan ayrıldı.
اندر آمد شادمان در راه مرد - بى خبر كان شاه قصد جانش كرد
191- Şahın canına kastettiğinden haberi olmayan adamcağız, sevinçle
yola çıktı.
اسب تازى بر نشست و شاد تاخت - خونبهاى خويش را خلعت شناخت
192- Arap atına bindi ve sevinerek sürdü. Kanı bedeli olan hediyeyi,
elbise zannetti.
Hikâyenin başındaki şahsiyetlerden, padişahın = ruhu; cariyenin = nefsi;
evvelki hekimlerin = mukallit şeyhleri; tabib-i ilahînin = mürşid-i kâmili temsil
eylemekte oldukları söylenilmişti. Sonradan zuhur eden elçinin = akıl ve fehm;
kuyumcunun = heva-vü heves mümessili olduklarını, şarih-i Mesnevî Şeyh İsmail
Ankaravî beyan ediyor.
“Sıddıkiyet mertebesine varanlardan bile en son zail olan şey, büyüklük
arzusu ve başa geçmek hevesidir” denilmiştir.
Evet. Böbürlenmek hissi ve tahakküm hevesi, insanın tabiatına öyle kök
salmıştır ki onların koparılıp çıkarılması, kudret-i ilahîyenin vasıtası bulunan
mürşidi-i kâmilin irşadıyla mümkün olabilir. Yoksa en aşağı bir mevkide bulunan
insanlarda bile kendi dunundakilere böbürlenmek merakı vardır. İşte bunun için,
Şeriat-i Muhammediye, o aciz insanlardaki böbürlenme fikrini baltalamış, bir
92
seyyid-i Kureyşî ile bir abd-i Habeşînin hukukça müsavi olduklarını bildirmiş,
teHakküm heveslisi cebbar ve zalimlerin burunlarını yerlere sürtmüş, Gassaniye
hükümdarı Cebele bin Eyhem’i bir bedevinin burnuna yumruk vurduğu için, aynı
yumruğun kendi burnuna inmesine mahkum etmişti.
Suriye’deki Gassan mevkiinde İslam’ın zuhurundan 400 sene evvel bir Arap
hükümeti teşekkül etmiş ve Gassaniye Devleti namını almıştı. Sonra bu hükümet,
Bizans hükümdarlarının tabiiyetine ve dinine girmeye mecbur oldu. 27
hükümdarından sonucu olan Cebele bin Eyhem, Hazreti Ömer zamanında Medine’ye
geldi ve Müslüman oldu. Sonra Hac için Mekke’ye gitti. Kâbe’yi tavaf ederken
bedevinin biri, bunun ipekli ihramına bastı. Cebele, buna hiddetlendi, bedevinin
burnuna bir yumruk indirdi. Bedevi, halife Hazreti Ömer’e müracaat ve dava etti.
Hazreti Faruk, Cebele’ye: “Ya hasmını razı et yahut o da senin burnuna vurup
Hakkını alacaktır” dedi. Cebele: “Ben hükümdarım, o adi bir bedevidir” dediyse de,
Hazreti Ömer: “Müslümanlık hukukunda bunun ehemmiyeti yoktur” buyurdu.
Cebele: “Öyle ise müsade et de, bu gece düşüneyim” dedi. Hazreti Ömer, müsade
etti. Cebele, birkaç para vermekle bedeviyi razı etmeyi kendisi için bir zül saydığı
için, o gece maiyetiyle beraber kaçtı. Bizansa iltica ve orada irtidat etti. Dinden
çıktı.
Hâl böyle iken, bazı gafiller, bir külah kapmak, bir mevkiye geçip birkaç
kişiye kafa tutmak için can atarlar. Çoğu defa da o uğurda bir musibete uğrarlar.
Hazreti Mevlâna, bu hakikati beyan için diyor ki:
اى شده اندر سفر با صد رضا - خود به پاى خويش تا سوء القضا
193- Ey yüz türlü rıza ile candan, gönülden razı olarak sefer çıkan ve
suülkazaya doğru giden!
Su’ül Kaza: Bir musibete uğramak demektir. Malum ya, bir ecel-i müsemma,
bir de ecel-i kaza vardır. Halk arasında ecel-i müsemma: Bir insanın yatağında
ölmesi, ecel-i kaza ise bir kaza neticesinde vefat etmesi diye anlaşılmıştır.
Hâlbuki ecel-i müsemma, bir kimsenin yaşayacağı müddet demektir. Ecel-i
kaza ise, hükm-i ilahî mucibince hayat müddetinin bitmesi manasınadır. Hükm-ü
ilahîden hariç bir şey olmadığından, her canlının hayat müddeti ve onun bitmesiyle
o canlının ölmesi, ecel-i kazadır.
“Ölüm sebepleri çeşitlidir: Kimi yatağında ölür; kimini tren yahut otomobil
çiğner, kimi denizde boğulur, kimi bıçakla, kimi kurşunla vurulur. Bu sebeple
muhtelif olduğu halde- ölümün kendisi birdir.”
در خيالش ملك و عز و مهترى - گفت عزرائيل رو آرى برى
194- Kuyumcunun hayalinden, izzet, mal ve büyüklük sahibi olmak
geçiyordu. Azrail ise ona: “Git bakalım, getirirsin, götürürsün” diye tariz
ediyordu.
Rütbe ve mevki hevesiyle yapılmış bazı yolculuklar olur ki, o yolculuk, yolcu
için cehennem olmuştur. Hırsla, büyüklük ve zenginlik arzusuyla yola çıkılır. Fakat
çıkanın eceli gelmiş olduğundan ona Azrail sorar: “Git bakalım, muradına erebilir
misin?” der.
چون رسيد از راه آن مرد غريب - اندر آوردش به پيش شه طبيب
195- O garip kuyumcu, yoldan gelince hekim-i ilahî onu padişahın
huzuruna götürdü.
93
سوى شاهنشاه بردندش به ناز - تا بسوزد بر سر شمع طراز
196- O Tıraz mumunu, yani cariyenin, başı ucunda yansın diye
kuyumcuyu, izzet-ü ikram ile padişahın yanına götürdüler.
Tiraz: Türkistan’da bir memleket imiş ki, güzelleriyle meşhur imiş İsfahan’da
da Tiraz isminde bir mahalle varmış. Tiraz’ın güzelleri meşhur olduğu için, cariye
oraya nispet edilmiştir.
شاه ديد او را بسى تعظيم كرد - مخزن زر را بدو تسليم كرد
197- Şah onu görünce tazimde bulundu. Altın hazinesini ona teslim etti.
پس حكيمش گفت كاى سلطان مه - آن كنيزك را بدين خواجه بده
198- Ondan sonra hekim-i ilahî, padişaha dedi ki: “Ey büyük sultan! O
cariyeyi bu efendiye ver.
تا كنيزك در وصالش خوش شود - آب وصلش دفع آن آتش شود
199- Ta ki bunun visaliyle cariye iyileşsin, ab-ı visali onun hasret ateşini
söndürsün.
شه بدو بخشيد آن مه روى را - جفت كرد آن هر دو صحبت جوى را
200- Padişah o ay yüzüyle cariyeyi ona bağışladı ve iki hasretzedeyi
birleştirdi.
مدت شش ماه مى راندند كام - تا به صحت آمد آن دختر تمام
201- Altı ay müddet bermurad oldular. Cariye de tamamıyla iyileşti.
Cariyenin kuyumcuya nikâh edilmesi, nefsin bir müddet için heva ve hevesine
bırakılması demekti. Çünkü birdenbire konan yasak, nefsin hırsını artırır. Onun için
yeni salikler, bir müddet heva ve hevesine terkedilir de onlar, o heveslerin
münasebetsiz olduğunu anlarlar ve onlardan bıkıp vazgeçerler. Nitekim feth-i
Mekke esnasında Resulullah s.a.v. Efendimiz, ahaliye müsade vermişti. Fakat
Mekkelilerden bazıları bu müsadeye itimat etmedikleri için kaçmışlardı. Ebu Cehil
oğlu İkrime Yemen’e doğru, Ümeyye bin Halef’in oğlu Safvan da Cidde’ye firar
etmişti.
İkrime’yi, ailesi Ümmü Hakim gidip getirdi. O da huzur-u Peygamberide
Müslüman oldu. Safvan’ı da, kabilesinden Umeyr bin Vehb gidip getirdi.
Safvan huzur-u Nebeviye girince: “Bana müsade vermişsin, doğru mu?” diye
sordu. Resulullah: “Doğrudur” buyurdu. Safvan: “Öyle ise Müslüman olmak için
bana iki ay mühlet ver” dedi. Hazreti Peygamber: “Dört ay muhayyersin”
müsadesinde bulundu.
İşte Safvan’a verilen bu dört ay mühlet, nefsin bir müddet heva ve hevesine
terki demekti. Safvan, küfür ve şirkin kötülüğünü anladı. Daha mühleti bitmedi
Evvel İslam’a geldi.
بعد از آن از بهر او شربت بساخت - تا بخورد و پيش دختر مى گداخت
202- Ondan sonra hekim, kuyumcu için bir şerbet yaptı. O da içince kızın
gözü önünde erimeye, hastalanıp zayıflamaya başladı.
94
چون ز رنجورى جمال او نماند - جان دختر در وبال او نماند
203- Kuyumcunun hastalık tesiriyle güzelliği kalmayınca, ona karşı
cariyenin de ilgisi kalmadı.
Kuyumcunun güzelliği, görünüşte yakışıklı olmasından ibaretti. Huy ve tutum
itibarıyla kendisinde hiçbir şey yoktu. Cariye ise, dışa bakıp içten gafil
bulunanlardandı. Kuyumcunun dış güzelliğine tutulmuş, yüzünün biçimine, gözünün
rengine meftun olmuştu. Fakat içtiği şerbet üzerine tutulduğu hastalığın tesiriyle o
sathi güzellik soluverince, cariye nazarında onun, pejmürde bir çiçek gibi, kıymeti
kalmamıştı.
Hazreti Mevlâna, münasebet dolayısıyla zahirî güzelliği karşı olan aşkların
devam edemeyeceğini anlatmak için diyor ki:
عشقهايى كز پى رنگى بود - عشق نبود عاقبت ننگى بود
204- Renk cazibesiyle husule gelen aşklar, hakiki aşk değildir, hevesten
ibarettir. Öyle heveslerin sonu rüsvalığa müncet olur.
Evet. Sarışın yahut buğdaysı bir yüzün; mavi yahut siyah ve mahmur bir çift
gözün, suret iptilasından kurtulamamış olanlara mühim tesiri vardır. Siyah ve
yumuşak bir zülfün ihtizazı, açılmış bir goncaya benzeyen iki dudağın latif ve
fitnekar avazı, oldukça temkinli kalpleri bile titretir. Lakin dudağın latif ve fitnekar
avazı, oldukça temkinli kalpleri bile titretir. Lakin onlardaki bu cazibe,
kendilerindeki göz aldatıcı rengin muvakkat devamı müddetincedir. Bir arıza
dolayısıyla o renk zail oldu mu, evvelce teshir etmiş olduklarını, nefret ettirmeye
başlarlar. Evvelce onları görmek için can feda etmeye göze alacak derecede
fedakârlık göstermek isteyenlere “Bana görünme de kime istersen görün”
dedirtirler.
Böyle muvakkat bir güzelliğe âşık olanlar, sonra o vakit ki hâllerinin çılgınlık
olduğunu itiraf ederler; hatta nadim ve mahcup olurlar. Demek ki renk ile başlayan
sevgiler, mahcubiyetle hitam buluyormuş.
تا نرفتى بر وى آن بد داورى - كاش كان هم ننگ بودى يك سرى
205- Keşke o kuyumcu da çirkinlik timsali olaydı da o kötü hükme
uğramasaydı.
Yani mahut kuyumcunun helakine teşebbüs edilmesi, onun yüzüne bağlanan
cariyenin ilgisini gidermek içindi. O alaka ise dış güzelliğinden hasıl olmuştu. Keşke
öyle güzel olacağına baştan aşağı çirkin bulunsaydı da kakkında öyle bir hüküm
verilmiş ve öyle bir teşebbüs icra edilmemiş olsaydı.
خون دويد از چشم همچون جوى او - دشمن جان وى آمد روى او
206- Onun gözlerinden dere gibi kanlı yaşlar akıyordu. Çünkü yüzünün
güzelliği, canının düşmanı olmuştu.
Güzelliği dolayısıyla hayatına kastedilmişti. “Her nimet sahibi hasede
uğrar” hadisi muktezasınca servet gibi, saadet gibi, gençlik ve güzellik gibi
nimetler dolayısıyla insan hasetten kurtulamaz. Bazen bu nimetler, sahibi hakkında
korkunç bir ceza olur. Mesela Yusuf Aleyhisselamın senelerce Mısır zindanında
kalmasına, Züleyha’nın sabrını tüketen güzelliğinden başka sebep yoktu. Hazreti
Mevlâna bu nükteyi beyan için de diyor ki:
95
دشمن طاوس آمد پر او - اى بسى شه را بكشته فر او
207- Tavus kuşunun kuyruğu ve kanadı, kendisinin düşmanı olmuş; birçok
hükümdarı, kuvvet ve şevketi öldürmüştür.
گفت من آن آهوم كز ناف من - ريخت اين صياد خون صاف من
208- Kuyumcu diyordu ki: Ben bir ahuyum ki göbeğimdeki miski almak
için bu avcı, benim saf ve temiz kanımı döktü.
اى من آن روباه صحرا كز كمين - سر بريدندش براى پوستين
209- Ben o kır tilkisiyim ki, postumu alıp kürk yapmak için pusuya
saklandılar. Beni yakalayıp başımı kestiler.
اى من آن پيلى كه زخم پيل بان - ريخت خونم از براى استخوان
210- Ben o filim ki, dişlerimi almak için filcilerin, avcıların vücudumda
açtığı yaralar kanımı dökmüştür.
Kuyumcu, şu taslanmasında kendisini ahuya, tilkiye, file benzetiyor. Misk
göbeği alınmak için ahunun; pöstekisi yüzülmek için tilkinin; dişleri kesilmek için de
filin avlanıp öldürülmesini, kendi haline benzetiyordu. Ondan sonra da diyordu ki:
آن كه كشتستم پى مادون من - مى نداند كه نخسبد خون من
211- “Beni madunum için öldüren, kanımın uyumayacağını; intikamsız
kalmayacağını bilmiyor mu?
Buradaki “madun”dan maksat: Kuyumcunun aklına ve ruhuna nispetle bayağı
kalan güzelliğidir denilmiştir.
Bana öyle geliyor ki, kuyumcunun madunun demekten muradı, geçici
güzelliğine âşık olacak kadar idraksiz bulunan cariyedir. Daha doğrusu kendisini
heva ve hevese kaptıracak derecede himmeti aşağı olan nefs-i emmaredir.
Hazreti Mevlâna:
Midaned ki nehusbed hun-i men
mısrayla da:
Beşşirikatil bir katil
“Katili, katl ile müjdele” hadisine işaret etmiştir.
Şahsi menfaat yahut nefsanî garaz ile bir adam öldüren, diğer tabirle Allah’ın
binasını yıkmaya cüret gösteren bir bedbahtın layık olduğu ceza ya hükümetin idam
sehpası yahut başka bir intikam aletidir.
بر من است امروز و فردا بر وى است - خون چون من كس چنين ضايع كى است
212- Bugün bana ise yarın onadır. Benim gibi bir adamın kanı nasıl heder
olur?
Kuyumcu, diyordu ki: “Bugün beni günahsız olarak öldürüyorlar. Fakat yarın
yahut öbür gün onların başına da gelecektir. Benim gibi suçsuz bir adamın
mesulleri, cezasız ve intikamsız kalamaz, elbette bu hak alınacaktır.”
گر چه ديوار افكند سايه ى دراز - باز گردد سوى او آن سايه باز
213- Duvarın gölgesi bir müddetçik uzasa bile, yine o gölge duvarın
dibine döner.
96
İnsanın kat’î amelinin cezası, Allah’ın iradesiyle bir müddet gecikse bile,
zamanı gelince o ceza gelir; yapanın ayaklarına dolaşır ve yakasına yapışır. Nitekim
Kur’an-ı Kerim’de:
ARAPÇA, Sure Zilzal ayet 7–8
“İşte kim, zerre kadar bir hayır işlemiş ise, onun mükâfatını görecek;
kim de zerre kadar şey yapmış ise onun cezasını görecek” buyrulmuştur.
Şayet o mükâfat ve o ceza, dünyada verilmezse, ahirette mutlaka ve mutlaka
görülecektir.
اين جهان كوه است و فعل ما ندا - سوى ما آيد نداها را صدا
214- Bu dünya; dağa, işlerimizde seslenmeye benzer. Akis o sesleri bize
iade eder.
İnsan dağlık bir yerde seslenince aks-i seda husule gelir; ses, söylenen
kimsenin kulağına akseder. Seslenen iyi söylemişse, işiteceği akis de iyidir; kötü
söylemişse duyacağı seda da kötüdür. Dünya ise insanoğlunun yaptığı işlerin
aksinden ibarettir. O işlerin mükâfat ve cezalarını işlerin nevine göre aksetirir.
Kur’an’da:
ARAPÇA, Sure Fussilet ayet 46
“Kim iyi amel (ve hareket)de bulunursa (bu), kendi lehine, kim de
kötülük ederse, bu da kendi aleyhindedir” buyrulmuştur. Dünyada böyle olduğu
gibi ahirette de böyledir. Cenab-ı Hakk; mealen:
“Bugün, yani, Kıyamet gününde her şahıs, dünyada kazanmış olduğuna
ve yapmış olduğu işlere göre mükafat ve ceza görecektir. Bugün zulüm yoktur.
İnsanlar kıl kadar zulme uğramayacaklardır” buyuruyor.
آن كنيزك شد ز عشق و رنج پاك - اين بگفت و رفت در دم زير خاك
215- Kuyumcu bunları söyledi ve hemen ölüp toprak altına girdi. Cariye
de aşktan ve hastalıktan kurtuldu.
ز انكه عشق مردگان پاينده نيست - ز انكه مرده سوى ما آينده نيست
216- Çünkü ölülerin ve öleceklerin, fani olanların aşkı baki değildir. Zira
ölü, bizim tarafımıza gelmez.
Ve bizim aramızda maşuk ve muteber olamaz.
عشق زنده در روان و در بصر - هر دمى باشد ز غنچه تازه تر
217- Hayy-ü layezal olan Maşuku Hakikî’nin, yani Allah’ın aşkı, ruhta
olsun, gözde olsun, her an goncadan daha ter-ü taze olarak durur.
Kuyumcunun yüzündeki pembeliğin solmasıyla, ona karşı cariyede olan aşkın
zeval bulmasına benzemez. Allah’ı sevenlerin muhabbeti, hiçbir vakit pejmürde
olmaz. Daima açık bir gonca gibi güzelliğini muhafaza eder.
Hazreti Mevlâna bu beyanattan sonra hem âli bir nasihat, hem de evvelce
geçen “Aşk” kelimelerine kâfi ve kati bir tefsir olmak üzere buyuruyor ki:
عشق آن بگزين كه جمله انبيا - يافتند از عشق او كار و كيا
218- O zat-ı ecelü alanın aşkını ihtiyar eyle ki, bütün enbiya ve evliya
hazaratı O’nun aşk-ı feyziyle saadet ve şerefe nail olmuşlardır.
97
Hem de bu hususta ümitsizliği düşme.
تو مگو ما را بدان شه بار نيست - با كريمان كارها دشوار نيست
219- Bizim için “O hakikat sultanının, yani Allah Celle Şanühunun
huzuruna çıkmaya izin yoktur,” deme. Kerim olanlarla iş görmek zor değildir.
Allah ise Ekrem-ül Ekremin’dir.
Fevkalade ümit ve müjde verici olan bu beyt-i şerifin, Mesnevî derslerine
başlarken okunması ve dersin:
İn çünin fermud Mevlânay-ı mâ,
Kâşif-i esrarhây-i Kibriya.

İn ne mecmest û ne remlest ü ne hab,
Vahy-i Hak, vallahü a’lem bissavab.
beyitleriyle bitirilmesi Mesnevîhanlarca adettir.
“KUYUMCUNUN ZEHİRLENEREK ÖLDÜRÜLMESİNİN, İLAHÎ İŞARETLE OLDUĞUNU
BEYANI”
بيان آن كه كشتن و زهر دادن مرد زرگر به اشارت الهى بود نه به هواى نفس و تامل فاسد
كشتن آن مرد بر دست حكيم - نى پى اوميد بود و نى ز بيم
220- O kuyumcunun hekim-i ilahî elinde ölmesi, ne bir ümit ile ne de bir
korku dolayısıyla idi.
او نكشتش از براى طبع شاه - تا نيامد امر و الهام اله
221- Allah’ın emr-ü ilhamı gelmeden, yani padişahın hatırı için onu
öldürmedi.
آن پسر را كش خضر ببريد حلق - سر آن را درنيابد عام خلق
222- Hızır Aleyhisselamın, bir çocuğun boğazını kesip öldürmesinin
sırrını avam-ı nas anlayamaz.
Kuyumcunun hekim-i ilahî tarafından zehirlenmesinin; padişahın arzusu
üzerine değil, Allah’ın emir ve ilhamiyle olduğunu Hazreti Mevlâna ifade ettikten
sonra, Hızır Aleyhisselamın bir çocuk öldürmüş olduğunu ve ondaki hikmeti herkesin
anlayamayacağını söylüyor. Burada:
ARAPÇA, Sure Kehf ayet 74
“Yine gittiler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rast geldikleri zaman o,
hemen bunu öldürdü” nazm-ı celiline işaret ediyor.
Kelimullah Hazretleri, ilm-i ledünniye mazhar olan Hızır Aleyhisselam ile
mülakata memur edilmişti. Buluştular ve görüştüler. Hazreti Musa arkadaşlık teklif
etti. Hızır ise, göreceği şeylere itiraz etmemesini şart koştu. Deniz kenarına inip bir
gemiye bindiler. Gemiciler bunlardan para almadıkları halde Hızır, geminin bir
tahtasını kopardı. Musa Aleyhisselam: “İyi etmedin, gemiyi sakatladın, içindekileri
tehlikeye koydun” dedi. Hızır: “Ben sana benimle arkadaşlık edemezsin demedim
miydi?” deyince, Hazreti Musa özür diledi.
Gemiden karaya çıktılar. Bir çocuğa yahut bir gence rast geldiler. Hızır, onu
öldürüverdi. Musa tahammül edemedi. Sonra gene özür diledi. Bir köşeye geldiler.
Köylüler, bunları misafir kabul etmediler. Hızır, bel vermiş bir duvar gördü. Elini
98
sürüp duvarı düzeltti. Hazreti Musa: “Bari bir ücret makabilinde ve karnımızı
doyurmaları bedeli olarak düzelte idin” deyince, Hızır: “Ya Musa! Artık
ayrılmamızın zamanı geldi. Şimdi sana yaptıklarımın sebebini anlatayım:
Gemi, bir takım fakir kimselerin malı idi. Bizi de, bedava olarak gemiye
almışlardı. Onlara bir iyilik olsun diye gemiyi sakatladım. Çünkü ileride zalim bir
hükümdar vardı. Ne kadar sağlam gemi ve kayık görürse zaptediyordu.
Öldürdüğüm çocuk büyüyünce kâfir olacak, salihlerden olan babasıyla annesini
de küfre sevk edecekti. Ona mani olmak için kendisini katlettim. Duvarın altına bir
define vardı ve iki yetimin malı idi. Büyüdükleri vakit defineyi bulsunlar diye duvarı
düzelttim, bunların hiç birini de kendiliğimden yapmadım; Allah’ın emriyle icra
ettim” dedi.
آن كه از حق يابد او وحى و جواب - هر چه فرمايد بود عين صواب
223- Allah’tan ilham ve cevap alan kimse, her ne buyurursa, doğruluğun
ta kendisi olur.
Binaenaleyh, Hızır’ın o çocuğu öldürmesi gibi, tabib-i ilahînin kuyumcuyu
zehirlemesi de, ilahî ilhamla olduğu için doğruluğun ve isabetli hareketin ta kendisi
idi.
آن كه جان بخشد اگر بكشد رواست - نايب است و دست او دست خداست
224- O zat-ı şerif ki, manevî hayat vermek kudretini haizdir, biiznillah
onu öldürmüş olsa da layıktır. Çünkü Allah’ın halifesi ve naibi, yani vekilidir.
Onun eli, Hakk’ın yed-i kudretinde demektir.
Hazreti Mevlâna, Mesnevînin diğer bir yerinde: “Allah, açıkça görünmediği
için Peygamber onun naibidir” der. Naip ise, “vekil” demektir. Silsile-i nübüvvet
devam ettiği müddete niyabet vazifesi peygamberlerin uhdesinde idi. Peygamber
Efendimizle, peygamberler silsilesine nihayet verildi. Nihayet vazifesi ise, varis-i
kâmil-i Muhammedî olan evliyay-ı kiram hazaratına tevcih edildi. Binaenaleyh
Allah’ın nebileri, Hakk’ın iradesinin zuhuruna nasıl vasıta ise, evliyaullah da
öyledir. Onlar da Allah’ın kudretini, yine Kudretullah ile gösterebilirler. Hareketleri
tenkit ve itirazdan uzaktır.
همچو اسماعيل پيشش سر بنه - شاد و خندان پيش تيغش جان بده
225- Sen de ey salik! Hazreti İsmail gibi o vasıtanın ve onu vasıta kılan
Allah’ın hükmü huzurunda baş eğ! Kahır ve celal kılıcı önünde sevine sevine
can ver.
Hazreti Mevlâna bu beyt ile Saffat suresindeki şu ayetlere işaret ediyor:
ARAPÇA, Sure Saffat ayet 101–105
“Biz de ona çok uysal bir oğul müjdesini verdik. Artık o(oğul İbrahim’in)
yanında koşmak çağına erince (babası): oğulcağızım, dedi, ben seni rüyamda
boğazlıyorum görüyorum. Bak artık ne düşünürsün. (Oğlu) dedi: Babacığım.
Sana edilen emir ne ise yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın. Vakta ki
bu suretle ikisi de (Allah’ın emrine) ram oldular, (İbrahim) onu alnı üzere yıktı.
Biz ona: Ya İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket
edenleri böyle mükâfatlandırırız, diye nida ettik”
Bu vakıa: İlahî emre karşı beşeriyetin gösterdiği fedakârane itaatin en üstün
derecesidir. İnsanlar arasında, malını, mülkünü, hatta hayatını feda edebilecek
olanlar çok değilse de, yok da değildir. Fakat hayatının mahsulü olan evladını
99
yatırıp kendi eliyle onun boğazına bıçak çekmek, öyle zannederim ki, ancak İbrahim
Aleyhisselamın, bir de Peygamberimizin dedesi olan Abdülmuttalib Hazretlerinin
ellerinden gelebilirdi. Keza, babasının arzusuna itaat ve onun rızasını almak için
ölüm bıçağına boynunu uzatmak harikasını, ancak, İsmail Aleyhisselam, bir de
Hazreti Peygamber’in s.a.v. muhterem babası Hazreti Abdullah gösterebilirlerdi.
Hazreti İsmail torunlarından olması ve Hazreti Abdullah’ın oğlu bulunması
dolayısıyla, Aleyhisselat Efendimize (İbnüzzebîhayn) yani, “Boğazlanmasına
teşebbüs edilmiş iki zatin oğlu” denilmiştir.
İsmail Aleyhisselamın kurban edilme vakası meşhurdur. Fakat Hazreti
Abdullah’ın kurban edilme hadisesi pek malum olmadığından bir parça olsun ondan
bahsedeceğim: Mekke’deki Zemzem suyu, Hazreti İsmail’in yattığı yerde
kaynamaya başlamış, sonra o kaynak suyu haline getirilmişti. Yemen’den hicret
eden Cürhüm kabilesi Mekke’ye gelip yerleşti. Zemzem’den istifade ettiler.
Zamanlar geçtikçe ahlaksızlığa düştüler, Huzaa kabilesinin hücumuna uğradılar ve
yurtlarından çekilip gitmeye mecbur oldular. Giderken son bir kötülüğü de yaptılar.
Zemzem kuyusunu doldurdular, belirsiz ettiler.
Huzailer Mekke’ye girdiler. Lakin Zemzem kuyusunun yerini bilmedikleri için
uzak mesafelerden deve sırtlarında su getirmeye başladılar. Neden sonra
Abdülmuttalib Hazretlerine rüyasında “Zemzem kuyusunu kaz” denildi ve yeri tarif
edildi. Abdülmuttalib’in o vakit Haris namında bir oğlu vardı. Onunla birlikte
kazmaya başladılar. Fakat Mekkeliler buna razı olmadılar. O esnada Abdülmuttalib,
“Eğer on tane erkek evladım olursa birini Allah rızası için kurban edeyim” diye adak
adadı. Sonra, mani olmak isteyenlerle uyuştu. Zemzem kuyusunu temizledi ve suyu
meydana çıkardı.
Ondan fazla oğlu olduğu bir sırada, rüyasında adağının ifası emredildi. O da,
oğullarına rüyayı anlattı. Kura çektiler. Hazreti Abdullah namına isabet etti.
Abdülmuttalib, uysal evladını Harem-i Şerifte kurban etmeye götürdü. Yatırıp
boğazına bıçağı çekeceği sırada kayın biraderi geldi, elinden bıçağı aldı. Bir bilene
gidip danışmasını tavsiye etti. Gittiler. O adam: “Sizde bir adamın diyeti ne
kadardır?” diye sordu. On devedir, dediler. “On deve ile Abdullah namına kura
çekiniz. Develere çıkarsa onları kurban ediniz. Abdullah’a isabet ederse on deve
ilave ediniz. Böylece develere isabet edinceye kadar onar onar artırınız” dedi.
Develerin sayısı yüzü bulunca kura onlara çıktı ve onlar kurban edilip Hazreti
Abdullah kurban olmaktan kurtuldu.
Hazret-i Mevlâna, buyuruyor ki: “Hazreti İsmail, hükm-ü ilahîye nasıl
boynunu uzattıysa sen de öylece teslimiyet göster.”
در صفا غش كى هلد پالودگى - تو گمان بردى كه كرد آلودگى
226- Sen, padişah günahkarlık etti sanıyorsun. Süzme ameliyesi, saf
suda tortu bırakır mı?
Padişah için, kuyumcunun öldürülmesi şehvet muktezası değildir. Bunu
yaptırmakla günaha girmemiştir. Çünkü onun temsil ettiği ruh mürşid-i kâmil
mümessili bulunan tabib-i ilahînin terbiyesi süzgecinden geçmiş, kesafeti zail
olmuş, tertemiz bir hâl almıştır. Kendisinde tortu mesabesinde olan nefsanî ve
şehvani bir heves kalmamıştı. Zaten ortada öldürmüş ve ölmüş kimse de yoktu.
Kuyumcu, nefsin heva ve hevesini temsil ediyordu. Ortadan kaldırılan o hevesti.
Ondan kurtulan ve ruha layık bir hâl bulan da nefs idi.
بهر آن است اين رياضت وين جفا - تا بر آرد كوره از نقره جفا
100
227- Bu riyazet ve bu cefa, ocakta gümüşün eriyip cürufunun ayrılması
içindir.
بهر آن است امتحان نيك و بد - تا بجوشد بر سر آرد زر زبد
228- İyinin, kötünün imtihan edilmesi; altının kaynayıp köpüğünü
atması, halis ayar kalması içindir.
Altın ve gümüş gibi madenler bir takım karışımlardan tasfiye edilmek için
nasıl potaya ve ocağa konulur, eritilir ve temizlenirse, ruhu insani de halis ayar
olabilmek için bir takım mücahede ve riyazete tabi tutulur. Nitekim Cenab-ı Hakk:
ARAPÇA, Sure Mülk ayet 2
“O, öyle bir Allah’tır ki, sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı
yaratmıştır.”
buyurmuştur. Mücahede ve riyazet neticesinde ruhun şehvani ve nefsanî, olanca
hevesi zail olur, tertemiz bir cevher hâlini alır. İşte bahsedilen padişah, yani insani
ruh da öyle olmuştu.
پاك بود از شهوت و حرص و هوا - نيك كرد او ليك نيك بد نما
229- Padişah; şehvetten, hırstan, heva ve hevesten pak idi.
Kuyumcunun, yani heva ve hevesin giderilmesi hususunda iyi hareket etti.
Fakat bu iyilik, kötülük gibi görünen bir iyilikti.
Kötülük gibi görünen bu iyiliğe, Hazreti Mevlâna bir misal gösteriyor:
گر خضر در بحر كشتى را شكست - صد درستى در شكست خضر هست
230- Eğer Hızır, denizde gemiyi sakatladıysa; o sakatlıkta yüzlerce
dürüstlük ve menfaat vardı.
Biraz evvel de söylenildiği üzere, o sakatlık dolayısıyla gemi, bir zalimin eline
geçmekten kurtulmuş; geminin sahipleri bulunan fakirler de, yegâne geçimlerini
sağlayan o tekneyi zalime kaptırmamışlardı.
وهم موسى با همه نور و هنر - شد از آن محجوب، تو بى پر مپر
231- O kadar marifet nuruyla beraber Musa Aleyhisselamın vehmi,
Hızır’ın hareketlerindeki hikmeti anlayamadı. O halde sen kanatsız uçmaya
kalkışma.
Musa Aleyhisselam Ulül azm bir peygamberken, çocukluğunda Firavun’un
sarayına alınıp orada terbiye ve tahsil görmüşken, sonra, o tahsile Allah’ın vahiy ve
ilhamı da eklenmişken; Hızır’ın yaptığı işlerin hikmetini anlayamamış önceleri
itiraza kalkmış, sebeplerini anlayınca susmağa mecbur olmuştu.
Hazreti Musa, sahib-i şeriat bir peygamberdi. Şeriatte hüküm, zahire göre
olur. Onun için Kelimullah Hazretleri, Hızır’ın işlerinde zahire muhalif gördüğü
şeylere kemal-i salahiyetle itiraz etmişti.
Ey gafil itirazcı! Senin itirazın ise o salahiyeti haiz olmadığın için kanatsız
uçmak sevdasına düşmek gibidir.
Söylenilen sözlerden Hızır’ın Hazreti Musa’dan büyük olduğu vehmedilmesin.
Musa Aleyhisselamın Ulül azm peygamberlerden olduğunda şüphe yoktur.
Kelimullah unvanına haiz bir Resul-u zişandır.
Hızır’a gelince: Musa ile mertebe bakımından yüksek, hatta müsavi olması
şöyle dursun; nebi yahut veli olduğu ihtilaflı bir meseledir. Fakat her şeyde,
101
hususiyle ilim ve marifette bir ihtisas meselesi vardır. Mesela Süleymaniye
Camii’nin mermerlerini yontup cilalayan taşçının, bu sanatı, caminin mimarından
daha iyi bilmesi, kendisinin Mimar Sinan’dan büyük olmasını icap etmez. Bunun
gibi Hızır’ın ledünni ve ilahî bir ilme mazhar olması, o ilim dolayısıyla, kendisinin
derece itibarıyla Musa’dan üstün olmasını gerektirmez.
آن گل سرخ است تو خونش مخوان - مست عقل است او تو مجنونش مخوان
232- Kuyumcunun kanı, hakikatte kırmızı gül gibidir. Ona kan deme.
Ruhu temsil eden padişah ise mest-i âkidir, ona da mecnun deme.
Malumdur ki akıl, insanı iyiliğe sevkeylemek ve tehlikelerden men etmek
ister. Şu hâl, hikmetin ta kendisidir. Fakat bu hikmeti herkes göremez. Hususiyle
sonradan husule gelecek menfaatleri takdir edemez. Onun için bir işin başından,
sonunu görüp de ona göre davranan kimseleri bazı budalalar, çılgınlıkla ittiham
ederler. Lakin asıl çılgın, ittiham edilenler değil, edenlerdir. İşte burada da tabib-i
gaybinin ihtarı ve teşebbüsüyle padişah kuyumcuyu zehirletmiş yahut aklın
tavsiylerine tam olarak uyan ruh, nefsini olun elinden kurtarmış, terakki ve tekâmül
yolunu açmıştır.
گر بدى خون مسلمان كام او - كافرم گر بردمى من نام او
233- Eğer padişahın muradı, bir Müslümanın kanını dökmek olsaydı,
onun adını andığından dolayı benim kâfir olmam lazım gelirdi.
مى بلرزد عرش از مدح شقى - بد گمان گردد ز مدحش متقى
234- Bir şakînin methi dolayısıyla arş-ı ilahî titrer, muttaki olanlar da
fasıkı methetmek yüzünden su-i zanna düşer.
Hazreti Mevlâna, kuyumcunun katlinden maksadın, nefsin heva ve hevesten
kurtulması olduğunu ve bu heva ve hevesin de ortadan kaldırılması gerektiğini
söylemişti. Meselenin ehemmiyetini anlatmak için buyuruyor ki: “Evet…
Kuyumcunun zehirlenmesi, heva ve hevesin giderilmesi demektir. Yoksa ortada bir
öldürme hadisesi yoktur. Böyle olmayıp da padişah bir Müslümanın kanını dökmekle
rahatlayan bir zalim olsaydı, tabii ben de onu medh-u senaya kalkışmazdım. Çünkü
bir fasığın medhi, arş-ı âlayı titretir; mütteki bir zatı da, o medheden kimse
hakkında su-i zanna düşürür.
Cami-us Sağir’de Enes bin Malik Raziyallahü anhten rivayet edilen bir hadis-i
şerif vardır: “Bir fasık medhedilince Allah gazaba gelir, bundan dolayı da arş-ı
ilahî sarsılır” mealindedir.
Acaba niçin böyledir? Yani fasık, facir bir herifin medhedilmesi Allah’ı neden
gazaba getirir? Çünkü medh edilecek kimsede esasen iyi ahlaklı bulunmalı ki,
yapılan medih doğru olabilsin. Yoksa ahlaksız bir şahsın ahlaklı oluşundan bahsediş,
şüphesiz ki yalandır. Yalan ise, her vakit ve herkes için haram olduğu gibi, yalancı
da daima Allah’ın gazabına uğrar. Bir de harama ve kötülüğe sapanların
hareketlerini medhetmek, Allah’ın yasak ettiği şeyleri beğenmek ve beğendirmek
demektir ki; bu hâl de, şüphesiz ilahî emrin aksini yapmak ve dolayısıyla Allah’ın
gazabını istemek olur. Bundan başka, yalan yere medih, medheden hakkında takva
erbabının su-i zannına sebebiyet verir. Çünkü medhedeni, menfaat mukabilinde bir
şakiyi medhedecek kadar vicdansız, ahlaksız görür. Hadis ise, “Töhmet isnat
edilecek yerlerde bulunmaktan sakınınız” buyrulmuştur.
102
شاه بود و شاه بس آگاه بود - خاص بود و خاصه ى ال بود
235- O padişah gayet anlayışlı bir hükümdar idi. Böyle olmakla beraber
ümmetin mümtaz insanlarından ve Allah’ın has kullarındandı.
Hikâyedeki padişah, ruhu temsil ediyordu. Ruh ise:
ARAPÇA, Sure Hicr ayet 29
“Ademe ruhumdan nefheyledim” nazm-ı celilince Allah’a izafe olunmuştur.
Şu halde, havas-ı ilahîye cümlesindendir.
آن كسى را كش چنين شاهى كشد - سوى بخت و بهترين جاهى كشد
236- Bir kimseyi ki onu böyle bir padişah öldürür, saadete ve en yüksek
mertebeye çekip yükseltir.
گر نديدى سود او در قهر او - كى شدى آن لطف مطلق قهر جو
237- Eğer padişah, kuyumcunun kahrında, onun faydasını görmeseydi;
kendisi lütfun ta kendisi iken nasıl kahra kalkar ve onu zehirletirdi.
Tekrar tekrar söylenildi ki kuyumcu, heva ve hevesi temsil ediyordu ve nefsin
temsilcisi bulunan cariyeye ayak bağı oluyordu. Onun kahrı, cariyeyi kurtaracak,
nefis için yükseliş yolunu açacaktı. Demek ki, heva ve hevesin giderilmesinde bir
fayda husulü muhakkaktı. Padişah, yani ruh hakkında “lütf-u mutlak” deniliyor.
Öyle bir zat, böyle bir kan dökülmesini emrediyor, diye varit olacak bir suale cevap
olmak üzre Hazreti Mevlâna diyor ki:
بچه مى لرزد از آن نيش حجام - مادر مشفق در آن غم شاد كام
238- Çocuk, hacamat neşteri karşısında titrer. Şefkatli annesi ise
evladının o gamlı zamanında memnun bulunur.
Bir annenin çocuğuna karşı olan şefkatli, söz götürmediği halde, onun
vücudundan kan alınmasına rıza göstermesi, hatta yavrusu ağlar ve bağırırken
memnun bulunması şüphesiz evladının faydası içindir. Sıhhatinin avdeti için
yavrusunun bedeninden birkaç damla kan çıkmasına, gözünden de birkaç damla yaş
akmasına muvafakat etmiştir. Hülasa, anne şefkati meşhurdur. Fakat Allah’ın
merhameti, ondan çok büyüktür. Resulullah s.a.v. bir gün bazı ashap ile otururken,
kucağında çocuk bulunan bir kadın geçmiş. Aleyhissalat Efendimiz: “Bu kadın, bu
çocuğu ateşe atabilir mi?” diye sormuş. “Atamaz ya Resulullah, şefkati mani olur”
demişler. Zat-ı Akdes-i Risalet de: “Allah ondan daha merhametlidir” buyurmuş.
Bu hadis-i şerifin bizim gibi günahkârlar için ne büyük bir müjde olduğunu
düşünelim de, o Erhamürrahimine hamd-ü senada bulunalım. İşte o merhametli
padişah da nefsi ve dolayısıyla ruhu kurtarmak için heva ve hevesin giderilmesine
rıza göstermiştir.
نيم جان بستاند و صد جان دهد - آن چه در وهمت نيايد آن دهد
239- İnsana ruhu nefhetmiş olan Allah, yarım canı alır, karşılığında yüz
can verir; hatta vehm-ü hayale gelmeyecek şeyler ihsan buyurur.
Evet. Cenab-ı Hakk, bir Kerimdir ki, insanın cismani haytını -ki tam bir hayat
değildir çünkü fanidir- alır; karşılık olarak ebedi nimetler ve sermedi lütuflar ihsan
eder. Kur’an-ı Kerim:
ARAPÇA, Sure Tevbe ayet 111
103
“Allah, cennet mukabilinde müminlerin canlarını ve mallarını satın alır”
diyor.
Bir nefes almakla vermekten ibarettir hayat,
Dikkat et, bir dem değil mi müddet-i ömr-ü beşer
beytinde hülasa edilen fani hayatı, Allah satın alıp, ona mukabil cennet ihsan
ediyor. Hem öyle bir cennet ki, aç gözlülerin tahayyül ettikleri gibi döşemesi ekmek
kadayıfından, sıvaları tavuk göğsünden olan, nice köşkleri havi bir bahçe değil;
gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin tasavvur edemediği ilahî
nimetlerle dopdolu bir yer!
تو قياس از خويش مى گيرى و ليك - دور دور افتاده اى بنگر تو نيك
240- Sen kendine göre kıyas ediyorsun. Hâlbuki hakikatten çok uzak
düşünüyorsun, iyice bak.
Hazreti Mevlâna, diyor ki: “Ey gafil insan! Sen gerek Allah’ın, gerek
ehlullahın işlerini kendi işlerine kıyasen anlamaya ve ona göre hüküm vermeye
kalkışıyorsun. Fakat böyle yapmakla hakikaten fersah fersah uzaklaşıyorsun. Gözünü
aç ve dikkatle bak ki, mesele, senin bildiğin gibi değildir.”
“BAKKAL İLE TUTÎSİNİN VE TUTÎNİN BAKKAL DÜKKÂNINDA YAĞ DÖKMESİNİN
HİKÂYESİ”
حكايت بقال و طوطى و روغن ريختن طوطى در دكان
بود بقالى و وى را طوطي - خوش نوايى سبز و گويا طوطيى
241- Bir bakkal ve onun bir tutî kuşu vardı. Güzel sesli, yeşil renkli ve
söz söyler bir hayvandı.
Tuti, papağan gibi bazı kuşların ufak tefek söz söyledikleri malumdur. Fakat
onların o sözleri söylemeleri, anladıklarından değil; işittikleri sesi taklit etmek
kabiliyetinde olduklarındandır. Bu kuşlara söz öğretmek için kafeslerine bir ayna
koyup aynanın arkasından söz söylerlermiş. Tuti, aynada aksini görünce onu başka
bir tuti sanır, işittiği sözü o söylüyor zannıyla taklit edermiş. Bu münasebetle Hafız
Şirazî: “Beni tutî gibi ayna karşısına koydular. Üstad-ı Ezelî her neyi söyletiyorsa
onu söylüyorum.” demiştir.
Fatih’in küçük ve talihsiz oğlu Sultan Cem’in bir tutisi varmış. Kendisine
öğretilen “Allahü yensur Cem” duasını tekrarlar, dururmuş. Cem’in vefatında bu
hayvanı Bayezid aldırtmış. Onun karşısında -yine öğretilmiş olan- “Allahü yerham
Cem” duasını etmiş.
Şarkta tutilerin konuşması hakkında mübalağalar yapılmış, hatta “Tutîname”
isimli kitaplar yazılıp, onlara hikâyeler söyletilmiştir. Hazreti Mevlâna bahsettiği
tutiye dair vasıfları da, o mübalağalara göredir.
بر دكان بودى نگهبان دكان - نكته گفتى با همه سوداگران
242- Dükkânda bekçilik eder, çarşıdaki esnaf ve tüccara nükteler
söylerdi.
در خطاب آدمى ناطق بدى - در نواى طوطيان حاذق بدى
243- İnsanlarla konuşurdu; tutîlere mahsus ötüşü üstatça idi.
خواجه روزی سوی خانه رفته بود - بر دکان طوطی نگهبان نمود
104
244- Efendisi bir gün eve gitmişti. Tutî dükkâna nezaret ediyordu.
گربۀ برجست ناگه از دکان - بهر موشی طوطيک از بيم جان
245- Bir kedi, fare yakalamak için birdenbire dükkâna atıldı. Tutî de
can korkusundan...
جست از سوى دكان سويى گريخت - شيشه هاى روغن گل را بريخت
246- Sıçradı, dükkânın bir köşesine kaçtı. Lakin gülyağı şişelerini
devirdi, yağları döktü.
از سوى خانه بيامد خواجه اش - بر دكان بنشست فارغ خواجه وش
247- Efendisi evden geldi. Dükkâna geçip patron tavrıyla oturdu.
ديد پر روغن دكان و جامه چرب - بر سرش زد گشت طوطى كل ز ضرب
248- Baktı ki, dükkân yağ içinde... Elbisesi de yağa bulanmış. Tutînin
yaptığını anladı. Başına vurup tüylerini döktü, kafasını kel hale getirdi.
روزكى چندى سخن كوتاه كرد - مرد بقال از ندامت آه كرد
249- Tutî, birkaç gün konuşmayı kesti. Bakkal da pişman olup “Ah!”
demeye başladı.
ريش بر مى كند و مى گفت اى دريغ - كافتاب نعمتم شد زير ميغ
250- Bakkal sakalını yoluyor: “Eyvah, nimet güneşim bulut altına girdi,”
diyordu.
دست من بشكسته بودى آن زمان - كه زدم من بر سر آن خوش زبان
251- “Elim kırılsaydı, o tatlı dilli tutînin başına nasıl vurdum?” diye
teessüf ediyordu.
هديه ها مى داد هر درويش را - تا بيابد نطق مرغ خويش را
252- Tutîyi tekrar konuşturmak için fakirlere hediyeler ve sadakalar
veriyordu.
بعد سه روز و سه شب حيران و زار - بر دكان بنشسته بد نوميد وار
253- Üç gün, üç gece sonra bakkal, dükkânda hayran ve ağlamaklı bir
halde oturuyordu.
با هزارن غصه و غم گشت جفت - که عجب اين مرغ کی آيد به گفت
254- “Bu kuş ne vakit söyleyecek?” diye binlerce gam ve keder ile vakit
geçiriyordu.
مى نمود آن مرغ را هر گون شگفت - تا كه باشد كاندر آيد او بگفت
255- Tutî söze başlasın diye, ona türlü türlü acayip ve garip şeyler
gösteriyordu.
105
جولقيى سر برهنه مى گذشت - با سر بى مو چو پشت طاس و طشت
256- Başı çıplak bir derviş geçti ki, kafası, tas ve leğen gibi cascavlaktı.
طوطى اندر گفت آمد در زمان - بانگ بر درويش زد كه هى فلن
257- O sırada, tutî de dile geldi ve: “Ey falan!” diye dervişe seslendi.
از چه اى كل با كلن آميختى - تو مگر از شيشه روغن ريختى
258- “Ey kel! Neden kellere karıştın? Yoksa sen de şişeden yağ mı
döktün?” dedi.
از قياسش خنده آمد خلق را - كو چو خود پنداشت صاحب دلق را
259- Tutînin aba sahibi dervişi, kendi gibi sanmasından ve nefsine kıyas
etmesinden halk gülmeye başladı.
Cavlak, Türkçe bir kelimedir. Çıplak manasına gelir. Bazen “cascavlak” diye
te’kit olunur. Bu umumi manasından başka bir de hususiyeti vardır ki, başı saçsız
demektir. “Cevlek-i serbürehne” terkibindeki “cevleki” işte bu cavlak, yani saçsız
manasınadır. Geçen dervişin cavlaklığının tabii olmak ihtimali olduğu gibi, melâmet
mesleğine süluku dolayısıyla “çar darb” yapmış olmasından ileri gelmiş olmak
imkânı da vardır.
Çar darb, saçın, kaşın, bıyığın, sakalın tıraş edilmesidir ki şöhretten ve halkın
teveccühünden uzak kalmak yahut nefs-i emmareyi ve gururu kırmak için melâmete
süluk edenler yaparlarmış.
Mesnevî şarihlerinden Sarı Abdullah Efendi, cavlak kelimesi için diyor ki:
Cavlak, Bektaşi, Kalenderi ve Haydarilerden sakal, bıyık, kaş ve kirpiklerini tıraş
edenlere derler. Türkçe dazlak derler. Kirpiğini ve kaşını tıraş etmeyip de ancak
sakalını tıraş edenlere de, torak derler.
Hazreti Mevlâna, buyuruyor ki: “Halk arasında meşhur olmak ve onların
hürmetini kazanmak, seyr-ü sülukta pek sağlam bir benttir ki, salikin manen
ilerlemesine mani olur. Süluk yolunda o bağ, demir bir prangadan farksızdır.”
Fakat bu benlikten kurtulmak bahanesiyle bu meşrebi istismar edenler de
çoktur. Melamiler içinde, bu adı takınıp da her türlü kötülükte bulunanlar
görülmüştür ki, bunların iki düsturu vardır: Allah’ın emirleri için “İstek şart”;
yasakları için de, “İstek hak” tabirlerini kullanırlar. Mesela:
—Erenler! Ezan okunuyor, camiye gidelim mi? denildiğinde:
—İstek şarttır, biz de o istek hak vere, derler;
—Dem çekmek haram değil mi? Neden içiyorsun, denilince de:
—İstek haktır, hakkını istediğini yerine getirmeli! Hezeyanında bulunurlar.
Gelelim bahse: Hazreti Mevlâna’nın gayesi, dervişlerin kıyafeti ve meşrebi
hakkında malumat vermek değil; herkes hakkında nefsine kıyasen hüküm vermenin
doğru olmadığını anlatmaktır. Kıyas-ı nefs, çok kere insanı aldatır. Bazen da gülünç
bir hale getirir. Tutinin saçsız dervişi görünce, kendisi gibi gülyağı şişelerini
devirmiş ve dayak yeyip de kafası kel olmuş sanması gibi. Hazreti Pir, hikâyenin
naklinden sonra nasihate dönerek diyor ki:
كار پاكان را قياس از خود مگير - گر چه ماند در نبشتن شير و شير
260- Arslan ve süt manalarına gelen “şir” lafzı, yazıda birbirine
benzerse de mana yönünden ayrıdır. Bunun gibi sen de, ümmetin seçkinlerinin
halini kendine kıyas etme.
106
“Şir” kelimesi, Farisi’de hem arslan, hem de süt manasına gelir. Şir-i alem:
Sancak arslanı. Şir-i mader: Ana sütü terkiplerinde olduğu gibi.
Şir-i alem: Sancaklardaki aslan şekli manasını ifade etmekle beraber, bizim “Gemi
aslanı” mealinde de kullanılır. Hülasa, şir kelimesinin delalet ettiği şeyler,
bambaşka ve ayrı ayrıdır. Kendilerine delalet eyleyen lafzın bir olması, o şeylerin
de bir olmasını gerektirmez. Binaenaleyh, bir kimsenin gördüklerine bakıp da,
onlar da benim gibi insan, o halde onlar da benim gibidir diye, nefsine kıyasen
hüküm vermesi doğru değildir.
جمله عالم زين سبب گمراه شد - كم كسى ز ابدال حق آگاه شد
261- Bütün âlem, bu kıyas-ı nefis sebebiyle sapıttı. Abdal-i ilahîden,
yani Allah’ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi.
همسرى با انبيا برداشتند - اوليا را همچو خود پنداشتند
262- Peygamberlerle eşitlik davasına kalkıştılar; velileri de kendileri
gibi sandılar.
گفته اينك ما بشر ايشان بشر - ما و ايشان بسته ى خوابيم و خور
263- “İşte biz de insanız, onlar da. Biz de yemeye ve uyumaya
mecburuz, onlar da” dediler.
اين ندانستند ايشان از عمى - هست فرقى در ميان بى منتها
264- Körlüklerinden şunu bilmediler ki, arada ucu bucağı bulunmaz bir
fark vardır.
Gaflet sahiplerinin, peygamberleri ve velileri, kendileri gibi sandıklarını
Kur’an-ı Kerim haber veriyor:
ARAPÇA, Sure Furkan ayet 7
“Bu nasıl peygamber? (Bizim gibi) yemek yiyor, çarşıda, pazarda
geziyor” dediklerini; keza:
ARAPÇA, Sure Yasin ayet 15
“Siz de ancak bizim gibi insansınız. Allah kitap diye bir şey inzal
etmemiş ve sizin vasıtanızla göndermemiştir. Siz yalancıdan başka bir şey
değilsiniz” diye yalan isnat ettiklerini Kur’anımız bildiriyor.
Aradaki bu büyük farkı görmemenin manevi körlükten ileri geldiğini ve
sapıklığın bu cihetten zuhur ettiğini de Hazreti Mevlâna anlatıyor. Evet… Elmasla
kaldırım taşı da, taş olmak itibarıyla birdir ama biri yüzük yapılıp parmakta taşınır,
öbürü yollara döşenip ayaklar altına çiğnenir.
Abdal-i ilahîye: Evliyaullahtan bir taife imiş ki, yedi kişi olurlarmış. Üçler,
yediler, kırklar diye sayılanlardan yediler herhalde bunlar olacaktır. Üçler ise,
“kutup” yahut “gavs” ile “imaman”dan ibaret imiş ki, kutup yahut gavs, o sıradaki
velilerin seçkini, imaman da onun muavinleri demekmiş.
Abdala (abdal) denilmesinin sebebi; günahlarının sevaba, suretlerinin
manaya değişmiş olması imiş…
Suretleri bir olan insanların manaca farklı bulunacağını layıkıyla anlatmak
için Hazreti Mevlâna birkaç misal getirip buyuruyor ki:
107
هر دو گون زنبور خوردند از محل - ليك شد ز ان نيش و زين ديگر عسل
265- Her iki arı, bir yerden yediği halde birinde yalnız iğne bulunur –
eşek arısında-, diğerinden bal hasıl olur.
هر دو گون آهو گيا خوردند و آب - زين يكى سرگين شد و ز ان مشك ناب
266- Her iki çeşit ahu da ot yer ve su içer. Lakin birinden yalnız gübre,
öbüründen halis misk husule gelir.
هر دو نى خوردند از يك آب خور - اين يكى خالى و آن پر از شكر
267- İki çeşit kamış, bir dereden su içtiği halde biri boştur, diğeri
şekerle doludur.
صد هزاران اين چنين اشباه بين - فرقشان هفتاد ساله راه بين
268- Böyle yüz binlere misal mevcuttur ki, aralarında yetmiş yıllık fark
vardır.
Şu üç misalde insan arıya, ahuya ve kamışa benzetilmiştir. Arılar arasında bal
yapanı olduğu gibi, sade insanı sokan da vardır. Ahular arasında misk göbeğine sahip
olanı olduğu gibi, ondan mahrum olanı da mevcuttur. Kamışlar arasında şekerlisi ve
içi boş olanı vardır. Bütün bunların cinsleri bir, fakat nevileri ayrıdır. İnsanlar da
şekil, suret ve tabii ihtiyaçlarına göre birbirlerine benzerler. Fakat mana ve
hakikatlerine nazaran aralarında bal arısı ile eşek arısı, misk ahusu ile miski
olmayan ahu, şeker kamışı ile şekersiz kamış arasıdaki fark kadar ayrılık vardır.
Onun için, dış görünüşüne bakarak kâfir ile mümini, hatta avam ile seçkini birbirine
benzetip mukaayese etmeye kakışmamalıdır.
اين خورد گردد پليدى زو جدا - آن خورد گردد همه نور خدا
269- Bu, yani avamdan biri yer, yediği posa olarak kendisinden ayrılır.
Öbürü, yani havastan olan yer, yedikleri bütün ilahî nur olur.
اين خورد زايد همه بخل و حسد - و آن خورد زايد همه نور احد
270- Avamdan olan yer, yediği hasislik ve haset olur. Havastan olan yer,
yediğinden Allah nuru husule gelir.
Avamın yediği, cismini kuvvetlendirdiği gibi kötü huylarını da takviye eder.
Fakat havasın yediği, ilahî nurların husulüne sebep olur. Çünkü vücudu takviye
edecek olan yiyeceğin azaltılması, oruca ve riyazata devam olunması neticesinde
ruh, manevi gıda almaya ve ilahî olarak doymaya başlar.
Biraz izahat verelim: Orucun çeşitleri arasında bir “visal orucu” vardır ki,
iftar etmeksizin birkaç gün ulama oruç tutmaktır. Aleyhisselatü Vesselam
Efendimiz, ashab-ı kiramı zayıf düşmemeleri için bundan men eder ve bir gün yeyip
bir gün oruç tutmak demek olan “Davut orucu”na teşvik ederlerdi.
Sahih-i Müslim’de, Amr bin As’tan naklen deniliyor ki: “Benim iftar
etmeksizin oruç tuttuğum, bütün gece uyumaksızın namaz kıldığım Resulullah’a
s.a.v. haber verilmiş. Kendilerine rast geldiğim vakit, “Yapma, senin gözünün de
hakkı vardır, nefsinin de hakkı vardır. Oruç tut ve iftar et. Namaz kıl ve uyu.
On günde bir saim ol, dokuz günün de sevabını bul” buyurdu. “Ya Resulullah; ben
kendimde daha fazlası için kuvvet buluyorum” dedim. “O halde savm-ı Davut
tut!” emrini verdi. “Davut nasıl saim olurdu?” diye sordum. “Bir gün oruç tutar,
bir gün iftar ederdi. Düşmanla karşılaşınca da kaçmazdı” diye izahat verdi.
108
Sonra da, “Her gün oruç tutan, oruç tutmamıştır” buyurdu ve bunu üç defa
tekrarladı.
Yine Sahih-i Müslim’de deniliyor ki: Sallallahü Aleyhi Vesellem Hazretleri’nin
savm-i visalden men etmesine karşı, ashaptan biri, “Ya Resulullah, sen aralıksız
oruç tutuyorsun ya” dedi. Aleyhissalat Efendimiz: “Hanginiz benim gibisiniz? Ben
Rabbimin indinde gecelerim. Beni manevi nimetlerinden yedirir ve içirir”
buyurdu.
Verese-i Muhammediye olan evliyaullahtan bazıları da, bu manevi gıdaya nail
oldukları için savm-i visale devam ederler, fakat o husustaki Peygamberimizin
yasaklarına da uymak için akşamları bir iki yudum su ile oruçlarını bozarlar.
“İlahi! Seni yâd etmek, âşıklarına en hayırlı bir şaraptır. O şaraptan gayrisi,
muhabbet ve ayrılık ateşini söndürmek hususunda serap gibidir.”
Keza Hazreti Pir, buyuruyor ki:
اين زمين پاك و ان شوره ست و بد - اين فرشته ى پاك و ان ديو است و دد
271- Bu -yani mümin-, temiz ve ziraata kabiliyetli bir arazidir. Öbürü
-yani kâfir-ise, çorak ve kötü bir yerdir. Yine mümin, melek gibi masumdur,
kâfir ise şeytan ve canavar misalidir.
Hazreti Mevlâna, şu misal ile Kur’an’ın bir teşbihine telmih ediyor:
ARAPÇA, Sure Araf ayet 57
“O, rüzgârları rahmetinin müjdecisi olarak gönderir. O rüzgârlar, ağır
bulutları yerinden oynatınca da onları ölmüş, (rahmete muhtaç bir hâle gelmiş)
olan memlekete sevk ederiz. O bulutlar vasıtasıyla suyu intizal ve yine o
vasıta ile her türlü meyveleri yetiştiririz. Böyle yaptığımız gibi, ölüleri de
kabirlerinden böyle çıkaracağız biz. Umulur ki bunları iyi düşünüp ibret
alınırsınız.”
ARAPÇA, Sure Araf ayet 58
“(Toprağı verimli) güzel memleketin nebatı, Rabbinin izniyle (bol) çıkar.
Fena olandan ise faidesi pek az bir şeyden başkası çıkmaz. İşte şükredecek bir
kavim için ayetleri böyle çeşitli olarak açıklarız” buyruluyor.
Mevakib tefsirinin aslı olan Mevahib-i Aliye’de, müfessir Hüseyin Vaiz diyor
ki: “Cenab-ı Hakk, şu misalde müminin kalbini temiz bir yere, kâfirin kalbini de
kirli bir yere benzetmiştir. Allah kelamının bulutlarından yağan vaaz-ü nasihat
yağmur, müminin kalbine isabet eyleyince orada husule gelen taat ve ibadet
nurları, diğer uzuvlarına da yayılır. Kâfirin kalbine isabetinde ise, orası nurlanmaya
kabiliyetli olmadığından, içinde olsun, dışında olsun işe yarayacak bir salah zuhura
gelmez.”
Yine Hazreti Mevlâna, diyor ki:
هر دو صورت گر بهم ماند رواست - آب تلخ و آب شيرين را صفاست
272- İki taraf suretinin birbirine benzemesi caizdir. Acı suyun da, tatlı
suyun da duruluğu vardır.
Yani, yüz ve göz itibarıyla, kâfir mümine, mümin de kâfire benzeyebilir.
Nitekim acı su da berrak olur, tatlı su da… Fakat iki suyun berrak olması, tatlarının
bir olmasını gerektirmez. Bunun gibi, suret itibarıyla benzeyen mümin ve kâfirin
hakikatte bir olması gerekmez.
109
جز كه صاحب ذوق كى شناسد بياب - او شناسد آب خوش از شوره آب
273- Bilmiş ol ki, tatlı suyu acı sudan ayırt edecek olan zevk sahibidir.
Bir suyun tatlı, acı yahut tuzlu bulunduğunu, ancak tatma duygusu sağlam
olan kimse ayırt edebildiği gibi; kâfir ile müminin, hatta avam ile havasın
benzerliğine kapılmayıp, onların hakikatlerini ayırt edecek de manevi zevki yerinde
olan ariflerdir. Yoksa zevk-i manevi sahibi olmayanlar:
سحر را با معجزه كرده قياس - هر دو را بر مكر پندارد اساس
274- Sihri, mucizeye benzetirler. Her ikisinin de hile üzerine, yani
hokkabazlığa dayandığını sanırlar.
Nitekim:
ساحران موسى از استيزه را - بر گرفته چون عصاى او عصا
275- Musa ile imtihan olmaya kalkışan Mısır sihirbazları, inat ve
mücadele fikriyle onun asası gibi birer değnek yakalamışlardı.
Çünkü başlangıçta, o peygamberi de kendileri gibi sihirbaz ve hokkabaz
sanmışlardı. Hâlbuki:
زين عصا تا آن عصا فرقى است ژرف - زين عمل تا آن عمل راهى شگرف
276- Bu asa ile onların asası arasında derin bir fark, Musa’nın mucizesi
ile onların sihri arasında uzun bir yol vardı.
لعنة الل ه اين عمل را در قفا - رحمه الل ه آن عمل را در وفا
277- Sihir işinin sonunda Allah’ın laneti, mucize işinin sonunda ise
Allah’ın rahmeti vardı.
Hazreti Musa’nın asasıyla bazı harikalar izhar ettiğini gören Mısır sihirbazları,
başlangıçta Musa’nın mucizelerini de kendi sihirleri gibi sandıkları için, onun asası
gibi birer değnek yakalayıp meydana çıkmışlardı. Lakin o asa ile daha doğrusu onu
kullanan el ile sihirbaz değnekleri arasında, Hazreti Musa’nın işi ile sihirbazların
hareketleri arasında derin farklar ve uzak mesafeler vardı. Hazreti Musa’nın işlerine
ilahî yardım vefakâr oluyor ve onu te’yit ediyordu. Sihirbazların hareketlerini ise,
ilahî lanet karşılıyordu. Gerçi Musa’nın asası da değnek, sihirbazların asaları da
değnekti ama biri Musa’nın elinde, öbürleri bir takım hokkabazların elinde
bulunuyordu.
Bahis dolayısıyla hatıra gelen bir nükteyi bildirmeden geçemeyeceğim:
Eski kitaplarda, Hazreti Musa için bir terceme-i hâl yazılmıştır. Şahıslardan
ziyade, eşyaya ehemmiyet verecek kadar gaflet göstermiş bazı müelliflerin
beyanına göre: Hazreti Adem cennetten çıkarken, bir değneğe dayanarak çıkmış ve
o değneği ömrü olduğu müddetçe kullanmış. Vefatında Şit Peygambere, ondan da
İdris Peygambere intikal eden bu asa, döne dolaşa Şuayb Peygambere kadar gelmiş.
O da bir müddet kullandıktan sonra, çoban olarak aldığı Hazreti Musa’ya vermiş.
Bunları, masal diye söylediğimi ihtara lüzum görmüyorum. Hazreti Musa,
Şuayb Aleyhisselamın koyunlarını güdecekti. Bir çobana bir değnek lazımdır. O
değneği nereden ve hangi açıdan isterse keser ve kullanır. Dünya koyunlarını sevk-ü
idare için, cennetten asa getirmeye lüzum yoktur. Şüphesiz ki, Hazreti Musa da
böyle yapmıştır. Keramet asada değil Musa’da idi. Hazreti Musa bugün mevcut olsa
da, bir mucize izharı için birimizin şemsiyesini yahut bastonunu yere atsaydı, yine
yapacağını yapardı. Bilakis, Musa’nın asası bulunsa da, bugün bizim elimize
110
geçseydi, hepimiz de onu birer defa atsaydık, nihayet kırılırdı. Asadan başka bir şey
olmazdı.
Müelliflerimiz olsun vaizlerimiz olsun, taşı, ağacı yükseltelim derken,
koskoca bir peygamberi küçültüyorlar, maalesef yaptıklarının farkına da
varmıyorlar.
Bahse girelim:
كافران اندر مرى بوزينه طبع - آفتى آمد درون سينه طبع
278- Kâfirler, mücadele ve inat hususunda maymun tabiatlıdırlar. Göğüs
içerisindeki tabiat, bir afettir.
“Sohbet tesir eder, tabiat da gördüğünü ve işittiğini kapar” derler. Yani
insanın tabiatında bir meyil vardır ki, yasak şeylere de aktığı için bir afet gibidir.
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 10
“Onların kaplerinde bir maraz vardır. Allah da marazlarını artırmıştır.
Yalan söylemekte oldukları için onlara acıklı bir azap vardır” buyrulmuştur.
Tabiat bağlarına sımsıkı bağlı olan kâfirler, meyil dolayısıyla, gördüklerini
maymun gibi taklide kalkışırlar. İşte moda, işte onun mukallitleri!
Mısır sihirbazları da, Hazreti Musa’nın hareketlerini taklide yeltenmişler, içerisine
civa doldurdukları boş değnekleri güneşe karşı bırakmışlar, hararetin tesiriyle
civanın kızmasını ve değneklerin kımıldamasını halka yılan diye göstermişlerdi.
Sonra Hazreti Musa, asasını yere bıraktı. Asa kocaman bir boğa yılanı oldu.
Meydanda kımıldayan değnekleri ve ipleri yuttu; ortada bir şey bırakmadı. Bunun
üzerine sihirbazlar, Musa’nın yaptığının sihir değil, mucize olduğunu anladılar.
Çünkü sihir olsaydı, kendi hileleri meydana çıkacak, fakat değneklerle ipler ortada
kalkacaktı. Bundan dolayı secdeye kapandılar ve Âlemlerin Rabbi’ne iman ettiler.
هر چه مردم مى كند بوزينه هم - آن كند كز مرد بيند دم به دم
279- İnsanın yaptığını maymun da yapar, insandan ne görürse onu taklit
eder.
او گمان برده كه من كژدم چو او - فرق را كى داند آن استيزه رو
280- Maymun, “Ben de insan gibi yaptım” sanır. O inatçı hayvan,
aradaki farkı nasıl tanır?
اين كند از امر و او بهر ستيز - بر سر استيزه رويان خاك ريز
281- Bu -yani “mümin-i kâmil”- mahza emre itaat için yapar; diğeri –
yani “kâfir ve fasık”– ise, mücadele ve gösteriş olsun diye yapar. O gibi inatçı
ve taklitçi adamların başına toprak saç.
Malumdur ki, insanların birbirlerine karşı vazifeleri olduğu gibi, Rablerine
karşı da vazifeleri vardır ki, o da kulluk ve onun nişanesi olan ibadettir. İnsanların
avam güruhu, bu vazifeyi cennet arzusuyla ve cehennem korkusuyla yapar. Fakat
ümmetin seçkinlerinin ise, taat ve ibadeti, ancak emre itaat etmiş olmak içindir.
İşte ibadetin yüksek ve kulluğa layık olanı da budur. Mamafih, ibadetin hangi şekli
olursa olsun, halisane ve muhlisane olursa, yine sahibi hakkında faydalıdır. Fakat
görünmek ve gösteriş yapmak için yapılan münafıkça hareketlerin, faydası olmak
şöyle dursun, büyük zararları vardır.
Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:
111
ARAPÇA, Sure Kehf ayet 110
“Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit (ve arzu) ediyorsa salih amellerde
bulunsun ve ettiği ibadete (kimseyi) Rabbine ortak etmesin” demektir.
Münasebet dolayısıyla Hazreti Mevlâna, münafıkların hâlinden bahsediyor:
آن منافق با موافق در نماز - از پى استيزه آيد نى نياز
282- O münafık, gerçek müminle beraber namaza gelirse de, ibadet için
değil, gösteriş için gelir.
در نماز و روزه و حج و زكات - با منافق مومنان در برد و مات
283- Namazda, oruçta, hacda, zekâtta müminler; münafıklarla
uğraşırlar.
مومنان را برد باشد عاقبت - بر منافق مات اندر آخرت
284- Sonunda müminler, münafıklara galebe ederler. Münafıklar
ahirette mat olurlar, yani kaybederler.
گر چه هر دو بر سر يك بازى اند - هر دو با هم مروزى و رازى اند
285- Her ikisi, yani mümin ile münafık, bir oyun başında bulunuyorlarsa
da, birbirlerine nispetle Merveli ve Reyli gibidirler.
هر يكى سوى مقام خود رود - هر يكى بر وفق نام خود رود
286- Her biri kendi makamına ve kendi namına icap ettiği yere doğru
gider.
Şu beş beyitte denilmek isteniyor ki: Gerçek mümin de namaz kılar,
gösterişçi münafık da… Fakat her ikisinin kılışı arasında, nispet kabul etmez fark
vardır. Mümin namazını Allah rızası için eda eder. Münafık ise, Hakk’ın emrini değil,
halkın teveccühünü ve hüsn-ü zannını düşünür. Şu düşünce ve hareket, namaza da
inhisar etmez. Oruç da, hac da, zekât da, Allah’ın diğer emirleri de de böyledir.
Onların ifası için de münafıklar, müminlerle beraber uğraşırlar, didinirler,
yorulurlar. Lakin neticede, yani ahirette müminler kazanırlar, münafıklara ancak
uğraşmalarının yorgunluğu ve nifaklarının nedameti kalır.
Müminle münafığın bir araya gelmesi, mesela namaz kılarken bir safta, belki
de yanyana bulunması, birisi Mervli, diğeri Reyli iki adamın, bir oyun esnasında
karşı karşıya oturmasına benzer. Oyun masası, Merv ile Rey şehirlerini ve Mervli ile
Reyliyi birbirine yaklaştırmadığı gibi, namaz safı da iman ile nifakı ve mümin ile
münafıkı birleştirmez. Oyun bitince, oyuncuların ayrılıp işlerine, güçlerine gittiği
gibi, namaz bitince de mümin ile münafık ayrılır. Birisi imanın, diğer nifağın
götüreceği yola gider.
مومنش خوانند جانش خوش شود - ور منافق تيز و پر آتش شود
287- Birine mümin deseler, ruhen mütelezziz olur, hoşuna gider; fakat
münafık diyecek olsan hiddetlenir, ateş kesilir.
112
نام او محبوب از ذات وى است - نام اين مبغوض از آفات وى است
288- Mümin lafzının sevilmesi, zat-ı müminin yahut zat-ı imanın mahbup
olmasındandır. Münafık lafzına buğzedilmesi de nifakın afetleri dolayısıyladır.
ميم و واو و ميم و نون تشريف نيست - لفظ مومن جز پى تعريف نيست
289- Mümin kelimesini teşkil eden (m, ü, m, i, n) harflerinde şerafet
yoktur. Mümin lafzı, ehl-i imanın tarifinden başka bir şey değildir.
گر منافق خوانى اش اين نام دون - همچو كژدم مى خلد در اندرون
290- Birisine münafık deyince, bu kötü lafız, akrep gibi onun içerisini
sokar.
گرنه اين نام اشتقاق دوزخ است - پس چرا در وى مذاق دوزخ است
291- Eğer bu münafık lafzı cehennemden gelmiyorsa, onda neden
cehennemî bir tat vardır?
Malum ya, iman inanmak demektir. Allah’ın varlığını ve birliğini
peygamberinin sıdk-u nübüvvetini, tepliğatının doğruluğunu kalp ile tasdik ve dille
ikrar eden bir kimse, “mümin” sıfatını kazanır. Nifak ise, inanmış görünmektedir.
Eski münafıklar böyle idi. Bir de yeni münafıklar var ki, eski münafıkların tam tersi.
Eskiler, inanmazken inanır görünürlerdi. Yeniler, inanıyorken inanmaz gibi
davranıyorlar…
Moda dinsizlerin bak hepsi,
Eski erbab-ı nifakın tersi!
Kadı Beyzavi merhum, ehl-i nifak hakkında:
“Münafıklar, kâfirlerin en habisi ve Allah’ın en ziyade gazap ettiğidir” diyor.
Peygamberimizin asrındaki müslümanları, içtimaiyat bakımından tetkik
edecek olursak, teşkilat itibarıyla dört fıkradan ibaret görürüz. Bunlardan biri
“Muhacirin”dir ki, Mekke’den vesair taraflardan gelip de, Medine’de yerleşen
kimselerdir.
İkinci ve üçüncüleri: Medine’nin yerlileri bulunan “Evs” ve “Hazreç”
kabileleridir ki, bunara Müslümanlığın intişarına yardım ettikleri için, “Ensar”
denilmiştir.
Dördüncüler ise: Medineli Abdullah bin Übeyy bin Selul’ün idaresindeki
münafıklardır. Evvelkiler ne kadar halis ve muhlis mümin iseler, bu dördüncüler, o
nispette mürayi ve münafık kâfirlerdi. Fakat Hakk’ın vahdaniyetini ve peygamberin
sıdk-u nübüvvetini dilleriyle ikrar etmekte olduklarından, kendilerine bir şey
yapılamıyordu. Onlar ise, resmen Müslüman göründükleri halde, hoşlarına gitmeyen
cihetlere itiraz ediyorlar, ellerinden geldiği kadar İslam’ı yıkmaya çalışıyorlardı.
Mesela, Uhud harbine giderken, münafıkların reisi İbn-i Selul, kendisine tabi 300
münafıkla ordudan kaçmış ve İslam’da ilk harp kaçağı ünvanını kazanmış, lakin şu
hareketiyle İslam ordusunu maddeten zayıflatmıştı.
Keza, Müreysi gazvesinden dönülürken Cehcah-ı Gıfarî namında bir muhacirle,
Sinan bin Ferve isminde bir ensari arasında çıkan bir kavgayı vesile ederek,
Aleyhisselat Efendimizin ve bil cümle muhacirinin Medine’den çıkarılmasını teşviğe
kalkışmış, Sure-i Münafikun’da hikâye buyrulduğu üzere:
ARAPÇA, Sure Münafikun ayet 8
113
“Eğer Medine’ye dönersek, and olsun, en şerefli vek uvvetli olan (ımız)
oradan en hakir (ve zayıf) olanı muhakkak çıkartacaktır” diyerek, aziz olarak
kendisini, zelil olarak da, haşa, Hazreti Peygamberi ve muhacirleri kasteylemişti.
Gariptir ki bunun oğlu, ve pak-halis bir Müslüman olan Abdullah babasının şu
hezeyanı üzerine, onun devesini çökertmiş, kendisinin rezil ve Resulullah’ın aziz
olduğunu itiraf etmişti.
Keza bu herif, bir gün Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve
Hazreti Ali’ye yolda rast gelmiş ve her birinin elini tutarak, dalkavuklukta bulunmuş
ve kendilerine yalandan hürmet göstermiş, onların:
—Allah’tan kork, münafıklık etme, demelerine cevaben, kendisinin halis bir mümin
olduğunu söylemek yalancılığı irtikâp etmiş, dolayısıyla da Sure-i Bakara’daki şu
ayetler nazil olmuştu:
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 8–16
“İnsanlar arasında bir takımları var ki, Allah’a ve kıyamet gününe iman
ettik diyorlar; hâlbuki onlar mümin değillerdir. Akıllarınca Allah’ı ve iman
edenleri aldatmak istiyorlar; lakin nefislerinden başkasını aldatmıyorlar ve
böyle olduğunu anlamıyorlar. Onların kalplerinde nifak hastalığı vardır. Allah
da onların hastalığını artırmıştır. Yalancılık ettiklerinden, onlar için acı ve
dehşetli bir azab vardır. Onlara: Yeryüzünde, müfsitlik etmeyin denilince, biz
hakikaten salih ve muslih kimseleriz, derler. Malum olsun ki, onlar yok mu?
İşte onlar, hakikaten müfsitler; lakin müfsit olduklarını da bilmezler.
Kendilerine, herkes gibi siz de iman edin denildiği vakit: Bir takım akılsızların
iman ettikleri gibi, biz de mi inanalım, derler. Malum olsun ki, asıl sefih ve
akılsız olanlar hakikaten kendileridir. Lakin böyle olduklarını bilmezler.
Müminlere rastgeldikleri vakit, biz de müminiz derler. Şeytanlarıyla yalnız
kalınca da: Biz, emin olun sizinle beraberiz; müslümanız diyerek,
müslümanlarla hakikaten eğleniyoruz, derler. (Asıl) Allah onlarla istihza eder
ve taşkınlıkları, azgınlıklarıiçinde serseri dolaşmalarına mühlet veririr. Onlar,
o kimselerdir ki, hidayeti bırakıp, dalaleti almışlar da, alış verişleri kar
vermemiştir ve kendileri doğru yolu bulamamışlardır.”
Bunların sureta Müslüman görünmelerinin, müslümanlığı kendilerine siper
yapmak emeliyle olduğu,
ARAPÇA, Sure Münafikun ayet 2
“İmanlarını kendilerine kalkan yaptılar” ayetiyle bildirmiş;
ARAPÇA, Sure Münafikun ayet 4
“Onlar düşmandır, kendilerinden sakın” emriyle de, mahiyetlerinin
düşmanca olduğu açıklanmış;
ARAPÇA, Sure Münafikun ayet 6
“Onlar hakkında, Allah’tan mağfiret talep eylesen de, eylemesen de
müsavidir, Allah onları hiçbir vakit affetmeyecektir” ayetiyle, bunların mağfur
olmayacağı;
ARAPÇA, Sure Nisa ayet 145
“Şüphesiz münafıklar, cehennemin en derin tabakasındadırlar” vaadiyle
de, çetin bir azaba çarpılacakları beyan buyrulmuştur.
114
İşte bu vasıflarla muttasır olan münafıklardan her biri, o vasıfların hepsini
cami bulunan münafık lafzına muhatap olunca kızar ve hitabı çirkin görürler.
Hâlbuki:
زشتى آن نام بد از حرف نيست - تلخى آن آب بحر از ظرف نيست
292- Münafık lafzının çirkinliği, lafzının ve harflerinin tesirinden
değildir; nitekim deniz suyunun acılığı da konulduğu kaptan değildir.
حرف ظرف آمد در او معنى چو آب - بحر معنى عنده أمD الكتاب
293- Harf, zarf gibidir. Mana, o zarfın içerisindeki suya benzer. Mana
denizi ise Allah’ın yanında sabit olan Ümmü-ül Kitap’tır.
Birkaç beyit evvel söylenilmişti ki, bir adama mümin denilince, hoşuna gider,
münafık denilince de canı sıkılır. Hâlbuki mümin lafzının teşkil eden harflerde bir
iyilik olmadığı gibi, münafık kelimesindeki harflerde de bir kötülük yoktur. Harfler,
manaların kalıbı ve kabı mesabesinde kalır. Bir kelimedeki iyilik ve kötülük,
harflerin değil, mananın tesiriyledir. Mesela, toprak bir çanağa konulmuş şeker
şerbetinin tatlılığı ile kristal bardak içindeki deniz suyunun acılığı ve tuzluluğu,
çanağın ve bardağın tesirinden değil, şerbetin ve deniz suyunun aslındaki tatlılık ve
acılıktandır. Evet, harfler ve onların teşkil ettiği kelimeler, mana zarfıdır. Hem de
onu tamamıyla dolduramayan bir zarftır. Mesela su lafzı, kâinatın hayat sebebi olan
bir mayii hatırlatır. Nevini ve lezzetini göstermemekle beraber, o mayii gözümüzün
önüne getirir. Demek ki su lafzı, suyun manasına zarf ve bardak gibi oluyor. O
bardağın bize göstermek istediği suyun membaı ve denizi ise, Allah yanında sabit
olan Ümm-ül Kitap’tır.
Ümm-ül Kitap nedir? Bu tabir Sure-i Rad’deki:
ARAPÇA, Sure Rad ayet 39
“Allah dilediğini mahveder, istediğini sabit kılar. Ümm-ül Kitap ise onun
indindedir” ayeti kerimesinde vakidir. Ayetin üst tarafında ise:
ARAPÇA, Sure Rad ayet 38
Nazm-ı celili vardır ki: “Hiçbir peygamber, Allah’ın izni olmaksızın
herhangi bir ayet getirmez (yahut bir mucize izhar edemez.) Her vaktin yazılmış
bir hükmü vardır” mealindedir.
Şeyh Ruzbihan-i Bakli Kuddise sırruhu, demiştir ki: “Evliyanın kerameti de
böyledir. Hiçbir veli, Allah’tan mezun olmadıkça, bir keramet gösteremez.”
Ümm-ül Kitap: Müfessirlerin kavline göre “Levh-i mahfuz”dur ki, ilahî takdir
ile olmuş ve olacak işlerin tafsil levhası, tabir caizse cetveli yahut tarifesi
demektir.
Bu levha üstünde mahv-ü ispat suretiyle bazı değişikliklerin vukua geldiğini,
Cenab-ı Hakk, şu ayetle haber veriyor. Lakin bu haber,
ARAPÇA, Sure Fetih ayet 23
“Allah’ın sünnetinde asla değişiklik bulamazsın” ayetiyle müntenakız gibi
görünüyor.
Bu cevap veriliyor ki, ilahî takdir ya mutlak yahut mukayyet ve muallâk olur.
Mutlak olursa, hiçbir suretle değişmez. Mukayyet ve muallâk bulunursa, tebeddül
edebilir: “Sadaka belayı def eder” hadis-i şerifinde olduğu gibi… Mesela, ezelde bir
kimse için, filan vakit şu belaya uğrayacaktır diye takdir edilmiş, fakat sadaka
115
verecek olursa, o belaya uğramayacaktır, diye de kayıt altına alınmış. Sonra o adam
sadaka verdiği için, mukadder belaya uğramaktan kurtuluyor; Ümm-ül Kitap’taki
ona ait madde de mutlak değil, mukayyet olduğu için değişiyor.
Diğer cihetten: “Sait olan, anasının karnında iken, yani daha doğmadan
saittir. Şaki olan da, anasının karnında iken şakidir. İnsanların saadet ve şekaveti,
evvelden mukadderdir” hadis-i şerifi delaletince de, mutlak olan takdirat-ı ilahîye
değişmiyor. O halde, zarf olan harflerin ve kelimelerin ihtivaya çalıştıkları
manaların asli menbaı, Allah’ın indinde Ümm-ül Kitap oluyor. Orada sait yahut şaki;
yani mümin yahut münafık olarak yazılmış şahıslar, burada sureta bir arada
bulunuyor. Lakin ezel takdir, onların hakikaten birleşmesine engel teşkil ediyor.
Hazreti Mevlâna da bu hakikati beyan için, şöyle diyor:
بحر تلخ و بحر شيرين در جهان - در ميانشان برزخA ل يبغيان
294- Dünyada acı ve tatlı denizler vardır. Aralarında bir berzah haildir
ki, birbirine karışmazlar.
Sure-i Rahman’daki:
ARAPÇA, Sure Rahman ayet 19–20
“(Suyu acı ve tatlı) iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.
(Böyle iken) aralarında yekdiğerine tecavüz etmeye mani bir perde vardır”
ayetlerine telmih ediyor.
Bu ayetlerdeki bahreynden maksadın, hangi denizler olduğunda müfessirler
ihtilaf etmiş; kimi Şat nehriyle Basra körfezini teşkil eden Bahr-i Faris’tir. Nehrin
tatlı suları epeyce bir mesafeye kadar, denizin tuzlu suyu ile karışmaz, demiş
kimisi, bahreyn ile Şap ve Faris denizleri kastetmiştir manasını vermiş; kimisi de
ifadeyi mecaze hamlederek: Bahreyn, zevceynin nutfeleridir ki, onlardan inci ve
mercan gibi, kız ve oğlan çocuklar doğar manalarını çıkarmışlardır.
Hazreti Mevlâna, o denizleri ehl-i nar ile ehl-i nur, yani cehennem ve cennet
halkı diye tevil ediyor. Sonra da şöyle diyor:
وانگه اين هر دو ز يك اصلى روان - بر گذر زين هر دو رو تا اصل آن
295- Malumun olsun ki bu iki deniz; bir asıldan, bir membadan zuhur
eder. Sen ikisinden de geç. Onların kaynağına kadar git.
Cenab-ı Hakk’ın “Hadi” ismi de vardır. “Mudil” ismi de… Bunların her ikisi
için mazhar, yani hükümlerinin zuhur edeceği yer lazımdır. Hadi ismi müminde
tecelli eder, onu hidayete götürür. Mudil ismi, münafık ve kâfirde zuhur eder ve
onları dalalete sevk eyler. Ey salik! Sen bu mazharlara değil, onlardaki zahire bak.
زر قلب و زر نيكو در عيار - بى محك هرگز ندانى ز اعتبار
296- Kalp (sahte) altını da, halis altını da mihenk taşına vurmayınca,
anlayamazsın.
هر كه را در جان خدا بنهد محك - هر يقين را باز داند او ز شك
297- Allah, her kimin ruhuna mihenk taşı koymuşsa, o kimse, “yakin”i
şüpheden ayırt eder.
Malumdur ki altının sahte yahut karışık olup olmadığını, ayarının ne kadar
bulunduğunu anlamak için, mihenk taşı lazımdır. O taş ve üstüne dökülen asit
olmayınca, en mütehassıs tahminciler bile aldanır. Hele bu işle meşgul olmayan
116
kimse, bazen parlakça bir madeni bile altın sanır. Bunun gibi, mümin olsun,
münafık olsun, muhakkık olsun, mukallit olsun, âdem evladı, suret itibarıyla
birbirlerine benzer. İnsanların mihenk taşı da, ilm ve marifettir. Bir kimsenin imanı
ve nifakı, mihenk ile yani ahkâm-ı şeriate ve adab-ı taikate tatbik ile anlaşılaır. O
tatbik de, ancak ilim ile olabilir. Hususiyle Cenab-ı Hakk, bir kimsenin kalbine,
insanların iç yüzlerini ve hakiki hallerini keşf edebilmek hassasını ihsan eylerse; o
zat, gördüğü çehrenin halis mi, yoksa kalp mı olduğunu anlayıverir. Nitekim hadis-i
şerifte mealen: “Müminin firasetinden kavrayışından sakının. Çünkü Allah’ın
nuruyla nazar eder” buyrulmuştur.
در دهان زنده خاشاكى جهد - آن گه آرامد كه بيرونش نهد
298- Diri bir adamın, hatta hayvanın ağzına bir çöp kaçacak olsa, onu
çıkarmadan rahat edemez.
در هزاران لقمه يك خاشاك خرد - چون در آمد حس زنده پى ببرد
299- Binlerce lokma arasında, ufak bir çöp parçası ağza girince, canlının
hissi onu bilir ve bulur.
Bir insan yemek yerken, bir hayvan da yemini kestirirken, ağzına bir çöp
parçası girecek olsa, müteaddit lokmalar arasında onu bulur ve çıkarır. Görmediği
ve ağzına girdiğini bilmediği o çöpü, ancak hissinin yardımıyla anlayabilir. Bunun
gibi, bir mümini kâmil de, birçok fertler arasına karışmış bir münafığı, kalbindeki
manevi hissin sevkiyle keşfeyler.
حس دنيا نردبان اين جهان - حس دينى نردبان آسمان
300- Dünya ile ilgili his, bu cihanın; din ile ilgili his ise, asumanın
(göğün) merdivenidir.
İnsandaki tabii hisler, sahibini dünya ile ilgili isteklere yükseltebilir. Mesela
gözdeki görme hissi, insana selamet yolunu gösterir. Kulaktaki işitme hissi, tehlike
seslerini duyurur. Ağızdaki tatmak hissi acıyı, tatlıyı, tuzluyu, ekşiyi ayırt ettirir.
Dünyevi hislerle, böyle işler görüldüğü gibi, dinî ve manevi hisler vasıtasıyla da
maneviyatta terakki husule gelir.
صحت اين حس بجوييد از طبيب - صحت آن حس بخواهيد از حبيب
301- Bu hissin sıhhatini hekimden, öteki hissin sıhhatini dosttan talep
ediniz.
İnsanın tabii hislerinden birine bir hastalık arız olsa, mesela gözlerine zaaf
gelse yahut kulağı ağırlaşsa, tedavi için bir göz hekimine, bir kulak mütehassısına
müracaat lazım gelir. Hasta olan uzvun afiyet bulması için o hekimden ilaç istenir.
Tabii hisler böyle olduğu gibi, manevi hislerin de hastalandığı vardır. Mesela bir
takım kimseler görülür ki, kılı kırk yaracak, iğne gözünden Hindistan’ı seyredecek
kadar gözlerinde görme hissi vardır. Bununla beraber hakikatler ve manevi
hikmetler karşısında anadan körler gibi kalırlar. Ve:
ARAPÇA, Sure Araf ayet 179
“Onların gözleri vardır. Lakin onunla girmezler” nazm-ı celilindeki
hakikati tecessüm ettirirler.
Arapça, Sure Bakara ayet 7
117
“Allah onların kaplerine de, kulaklarına da, mühür basmıştır. Gözlerinin
üzerinde bir perde vardır. En büyük azap onlardır.”
Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin diğer bir yerinde bu perdenin ne olduğunu
bildiriyor:
“Garaz gelince hüner ve marifet örtülü kalır. Çünkü zuhur eden yüzlerce
perde göz önünde geriliyor” diyor.
Nefsanî ve şehvani bir takım garaz perdesi göz önüne gerildi mi, görme
sahası daralır; hakikatler o perdenin arkasında kalır. Fıldır fıldır bakan gözler, o
hakikatleri görmez olur. İşte asıl kaldırılması lazım gelen bu perdelerdir. Hazreti
Pir, dünyevi ve dinî hissiyatın sıhhat ve selametinin ne ile husule geleceğini de
beyan için diyor ki:
صحت اين حس ز معمورى تن - صحت آن حس ز تخريب بدن
302- Tabiî hissin sıhhati, bedenin afiyetindedir. Dinî ve manevî hissin
sıhhati ise cismin tahribindedir.
İnsan afiyette olur, vücudu hastalıktan salim bulunursa, o kimsenin tabii
hisleri de, sıhhat ve selametini muhafaza eder. Fakat manevi hisler denilen hallerin
zuhuru ve sıhhati, ibadet ve riyazet ve mücahede ile mümkündür. Mesela oruç
tutmak, aç kalmak ve mideyi boş bırakmak demektir. Bakılırsa açlık, insanı zayıf
düşürür ve cismi harap eder gibi görünür. Hâlbuki hiç de böyle değildir. Keza
hepimiz çok defa tecrübe etmişizdir ki, oruçlu bulunduğumuz Ramazan günlerinde,
ruhumuzun kuvvetlendiğini, maneviyatımızın yükseldiğini fark ederiz. Hele iftar
sofrasına oturup da top atılmasını beklediğimiz birkaç dakika zarfında, fevkalade
bir neşe duyarız. Demek ki, oruca devam etsek, gündüz yemediğimiz iftarda ve
sahurda oruçlu bulunsak, manevi zevklerimiz artacak, hem de sıhhatimiz
düzelecektir.
Hazreti Mevlâna, bahis münasebetiyle riyazat ve mücahede de bulunmanın
faydalarından bahis açarak diyor ki:
ای خنک جانی که در عشق مآل - بذل کرد او خانمان و ملک و مال
303- “Meal ve mana aşkıyla hanümanını, malını, mülkünü harcayıp
tasadduk eden cana ne mutlu!”
Cenab-ı Hakk, mealen: “Bizim için mücahede edenleri, yollarımıza elbet
de hidayet ederiz” vaad-i keriminde bulunuyor. Demek ki, mücahede etmenin,
Allah yolunda fedakârlık göstermenin neticesi, hidayete vüsul oluyor.
Mücahede nedir? Uğraşmak manasınadır ki, nasıl olacağı, şahsa göre değişir.
Düşmanla uğraşacak bir askerin vazifesi, kumandanı tarafından; dertle uğraşacak
bir hastanın hareketi, hekimi tarafından tayin edildiği gibi; Hakk yolunda
ilerleyecek bir salikin mücahedesi de, mürşid-i kâmil tarafından tarif olunur. Kendi
kendine ve kitaptan okumak suretiyle mücahedeye kalkışan bir kimse, aklına estiği
gibi hareket eden bir askere, kendi kendini tedaviye çalışan bir hastaya benzer ki,
tehlikeli bir işe girişmek, belki de tehlikenin tam ortasına düşmek olur. Bir salikin
mücahedesinin mürşit emriyle olması lüzumunu anlatmak için, Hazreti Pir: “Ne
mutlu o cana” diyor.
Can, Mevlevilik ıstılahları cümlesindendir ki, “Nevniyaz”, yani yeni derviş
olmuş kimse demektir. Sebebi de şudur; malum ya, ilm-i beyanda bir kevniyet
alakası vardır. Bir şeyi, ya evvelki, ya sonraki haliyle zikretmeye “kevn-i sabık” ve
“Kevn-i lahik” alakası tabir ederler. Mesela bir anne saçlı, sakallı oğluna: “Bizim
118
çocuk!” der. Onu evvelki haliyle zikreder. Keza, Hicaz’a gidecek bir müslümana
“Hacı” derler. Onu da, sonra alacağı vasıf ile zikrederler.
Bir dervişin intisabı neticesinde, kesafet-i cismaniyeden kurtulması ve
letafet-i ruhaniye kazanması, belki de baştan aşağı ruh kesilmesi lazımdır. İşte
sülukun başlangıcında dervişe “can” tabir edilmesi, mecazi ve teberrükî bir
adlandırmadır.
Gelelim aşk-ı meale… Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin diğer bir yerinde: Rabb-
ül âleminin manalar denizi ve dinin şeyhi “El mana Hüvallah” demiştir. Bunu
söyleyen Şeyh Attar Kuddise sırruhudur ki, “Esrarname” ünvanlı kitabında ve
mealen bir beytinde, şöyle demiştir: “İlahi! Sen manasın. Senden başka her şey
isimdir ki, sana delalet eder. Sen bir hazinesin, bütün âlem de tılsımındır.”
Malum ya, harflerden teşekkül eden kelimeler, birer manaya delalet ederler.
Mesela “Cami” kelimesi, birçok İslam mabetlerini hatıra getirir. Keza sanat
eserlerinin her biri, kendi müessir ve saniine delalette bulunur. Şu varlıklar ve şu
mahluklar da şüphesiz ki, Sani-i Azam’a delalet eder. İşte lafızlar, kelimeler gibi
olan şu yaratıkların her biri, varlığına ve birliğine delalet ettiği için, Hakk
Sübhanehu ve Teala’nın birer ismi, Cenab-ı Hakk da onların meali olmuş olur.
Bir salikin;
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 92
“Sevdiklerinizden infak ve tasadduk etmedikçe (iyiliğe) bir hayra
katiyen nail olamazsınız” nazm-ı kerimi muktezasınca, malını, mülkünü, hatta
cismini ve hayatını feda etmekten geri durmaması ne mutlu bir şeydir! Mücahede
esnasında, vücudun zayıf düşmesinin ruhun kuvvetlenmesine vesile olacağını,
fedakârlık mukabilinde hem de büyük mükâfat bulacağını izah için Hazreti Mevlâna,
birkaç misal irat ediyor:
كرد ويران خانه بهر گنج زر - وز همان گنجش كند معمورتر
304- Mesela biri, define için evini harap eder; lakin bulduğu hazine ile o
harabeyi eskisinden daha mamur yapar.
آب را ببريد و جو را پاك كرد - بعد از آن در جو روان كرد آب خورد
305- Biri de suyu kesip, derenin yatağını temizler; ondan sonra, temiz
ve içilecek suyu salıverir.”
پوست را بشكافت و پيكان را كشيد - پوست تازه بعد از آتش بردميد
306- Biri de deriyi yarar, saplanmış oku çekip çıkarır. Ondan sonra
iyileşir, yeni deri peyda olur.
قلعه ويران كرد و از كافر ستد - بعد از آن بر ساختش صد برج و سد
307- Biri de -mesela bir hükümdar-, kaleyi tahrip ederek kâfirden alır;
sonra onu tamir ederek yüzlerce burç ve set ilave eder.
Hazreti Mevlâna, mücahedenin lüzumundan bahseyledikten, neticesi
hakkında birkaç misal irat ettikten sonra, ilahî rızaya erişmenin mutlaka
mücahedeye bağlı olmadığını beyan için de diyor ki:
كار بى چون را كه كيفيت نهد - اين كه گفتم هم ضرورت مى دهد
119
308- Kendisine “nasıl ve niçin?” denilemeyen Allah’ın işine kim keyfiyet
vaaz edebilir? Şu söylediklerim zaruret icabıdır.
Salik-i meczub ve meczub-u salik hakkında, evvelce izahat verilmişti. Burada
da hülasa olarak söyleyeyim ki, salik-i meczub, önceden süluk eden ve sonradan
cezbeye tutulan zattır. Meczub-u salik ise, cezbesi önce olan, belki o cezbe
vasıtasıyla sülukte başlayandır. İşte bu, ötekinden yüksektir.
Demek ki, Cenab-ı Hakk; bir kulunu, mücahede ve riyazat neticesinde rızasına
nail kılıyor; bir kulunu da onun mücahedesiyle değil, kendi fazl-u atasıyla rızasına
vasıl ediyor.
گه چنين بنمايد و گه ضد اين - جز كه حيرانى نباشد كار دين
309- Bazen öyle, bazen de böyle görünür. Onun için din işi, hayretten
başka bir şey değildir.
Cenab-ı Hakk’ın esması ve sıfatı karşılıklıdır. Mesela “Muhyi” ismi hayat
verir, “Mümit” ismi öldürür. Esma-i ilahîyenin zuhuru da, tezatlı ve karşılıklıdır.
Mesela:
Baran iledir feyzi bu bağ-ı kühenin;
Çerh ağlamadıkça gülemez ruy-i zemin!
Evet. Yeryüzünün gülmesi, yani yeşerip ot bitmesi, gökyüzünün ağlamasına,
yani yağmurun yağmasına bağlıdır. Bu iki zıt fiilin tek müessiri ise Fa’alün lima
yürid Hazretleridir. Şu hakikati bilen kimse, kudret-i Rabbanîye karşısında hayran
olup kalır.
Hayret ve hayrandan maksat:
نى چنان حيران كه پشتش سوى اوست - بل چنين حيران و غرق و مست دوست
310- Bir kimsenin, hakiki kıbleye sırtını çevirmek suretiyle hayran
olması değil; belki dostun mest ve müstağrakı olmak suretiyle hayretidir.
Malum ya, hayranın açıkça manası, şaşırmış demektir. Bu da, ya bir şeye akıl
erdirememekten husule gelir yahut görmek ve şüphesi kalmamak neticesinde olur.
Din işlerinde makbul olan hayret, bu ikinci kısımdır. Dinin emir, yasak ve
hükümlerinin faydalarını öğrendikçe, hatta yakini artarak “aynel yakin” ve “Hakkel
yakin” derecesine yükseldikçe, hayran olmaktır. Yoksa mesela, beş vakit namazın
farziyetindeki hikmeti anlayamamak neticesinde hayrete düşmek, onun neticesinde
de namaza omuz verip dalalet çukuruna yuvarlamak değil!
Hazreti Mevlâna, bir ayrım daha yapıyor:
آن يكى را روى او شد سوى دوست - و آن يكى را روى او خود روى دوست
311- Birinin yüzü dost tarafına müteveccihtir. Diğerinin yüzü ise,
hakikatte onun yüzünden ibarettir.
Buradaki “ruy-i ust” terkibinin zamiri hakkında şarihlerin ihtilafı vardır.
Ankaravî Hazretleri, “Püşti Hakk’a ve ruyi halka olan hayranın yüzü, hod anın
yüzüdür. Yani kalp hod vech-i mahlukiyeti ve beşeriyeti canibindedir; Hakk canibine
müteveccih değildir” demiştir. Sarı Abdullah Efendi ise, Hazreti Şarih’in ifadesini
kabul etmekle beraber, gark ve mesti dost olanların iki kısım olduğunu, birinin seyri
vasattaki talipler, diğerinin nihayet-i süluktaki maltuplar bulunduğunu söylüyor.
Demek isteniliyor ki: Dostun hayranı, müstağrakı ve mesti olanlar iki
kısımdır; birinin yüzü, dost yönüne yönelmiştir, diğerinin yüzü ise, dostun yüzü
olmuştur.
120
روى هر يك مى نگر مى دار پاس - بو كه گردى تو ز خدمت رو شناس
312- Her birinin yüzüne bak ve onların evsafını hıfzet. İhtimal ki hizmet
vasıtasıyla sen de ruşinas olursun, yani yüzüne baktığın kimselerin manevî
hüviyetlerini anlarsın.
Hazreti Mevlâna, buyuruyor ki: Mana cihetine sırtını çevirmiş yahut o tarafa
teveccüh eylemiş ve yahut fenay-ı tam ile fani olarak yüzü, vech-i hakikinden
ibaret kalmış olan zevatın evsafını sana söyledim. Bu evsafı zapt eyledikten sonra,
o zevatın yüzüne bak, onların hal ve hareketlerini, söylediklerime tatbik et.
Tatbikat neticesinde ruşinas olman, yani o yüzlerin, söylediklerimden hangisine
uygun olduğunu anlaman mümkündür.
چون بسى ابليس آدم روى هست - پس به هر دستى نشايد داد دست
313- Mademki insan yüzlü birçok şeytan vardır. O halde, her ele el
vermek; yani intisap ve biat etmek caiz değildir.
Hazreti Mevlâna salike, mücahedenin lüzumlu ve mücahede için emriyle
amel edilecek bir mürşidin elzem bulunduğunu beyan eyledikten sonra, o mürşidin
kâmil ve mükemmil bulunması lüzumunu da söylüyor. İnsan suratlı şeytanlar, yani
insan şeytanları olduğu için, dervişlik kisvesinde ve şeyhlik davasında bulunan her
şahsın eline el verilmenin, yani biat edilmenin doğru olmadığını bildiriyor.
Cenab-ı Hakk, Habib-i Ekrem’ini “Vesvas-i Hannas” olan şeytanın şerrinden
Allah’a sığınmaya memur etmiş, o vesvasın hem şeytan, hem insandan olduğunu
da:
ARAPÇA, Sure Nas ayet 5-6
“Gerek cinden, gerek insandan (olsun) (o şeytan) insanların göğüslerine
daime vesvese verendir” ayeti kerimesinde beyan buyurmuştur.
Hazreti Mevlâna, böyle saf kimseleri avlamaya çalışan şeyh taslaklarını
kuşbazlara benzeterek, diyor ki:
ز انكه صياد آورد بانگ صفير - تا فريبد مرغ را آن مرغ گير
314- Çünkü kuşu aldatıp tutmak için, avcı ıslık çalar ve kuş gibi ötmeye
çalışır.
از هوا آيد بيابد دام و نيش - بشنود آن مرغ بانگ جنس خويش
315- O kuş, hemcinsinin sesini işitince, havadan iner ve tuzağa tutulur.
Malumdur ki kuş mevsiminde, bir takım kimseler dikselerini, ökselerini
yerleştirirler, kapancalarını kurarlar, bir kenara çekilirler, kuşların geçmesini
beklerler. Kuşlar geçerken de saka kuşu gibi, İskete kuşu gibi, Florya kuşu gibi
ötmeye uğraşırlar. O sese aldanıp da kümeden inen kuşlar, ökseye yapışırlar,
kapancaya tutulurlar. İşte hakikaten şeyh olmadıkları halde, o kisveye girip de irşat
davasına kalkışanlar, bir takım safdilleri yakalamaya çıkmış insan avcılarıdır.
Dikseler, ökseler, kapancalar, ıslıklar nasıl kuşbazların av aletleri ise, açlar,
hırkalar, kemerler, tespihler, şişler, topuzlar, hatta ezberleme yahut tekerleme
bazı sözler de taslaklarının av aletleridir. Yunus Emre, der ki:
Dervişlik olsaydı tac ile hırka
Ben dahi alırdım otuza, kırka!
121
Kuşbazın ıslığını kuş zanneden zavallı bir kuş, onu dinlemek için nasıl ökseye
yakalanırsa, evliyaullah kelamını işitmek için, bunların yanına gelen saf kimseler de
tuzaklarına düşüp kalırlar.
حرف درويشان بدزدد مرد دون - تا بخواند بر سليمى ز ان فسون
316- Alçak bir herif, birtakım saf kimseleri kandırmak için, dervişlerin
kelimelerini çalar.
Onları kendi malıymış gibi satar. Yani halinin ve makamının ifadesi olmayan
bazı beyanları benimser, kendi sözüymüş gibi satmaya, onlar vasıtasıyla evliyalık
taslamaya ve kalbi saf kimseleri aldatmaya başlar.
كار مردان روشنى و گرمى است - كار دونان حيله و بى شرمى است
317- Erkeklerin, yani tarikat ricalinin sözü de, işi de parlak ve sıcaktır.
Alçakların işi ise, hile ve hayasızlıktır.
شير پشمين از براى كد كنند - بو مسيلم را لقب احمد كنند
318- Dilenmek için yünden arslan yaparlar, Müseylemet-ül Kezzab’a
Ahmed lakabını takarlar.
بو مسيلم را لقب كذاب ماند - مر محمد را اولو اللباب ماند
319- Hâlbuki Müseyleme’nin lakabı, kezzab; Muhammed Aleyhisselati
Vesselamın lakabı da “Server-i Ulül elbab” kalmıştır.
Müşteyyihlerin, yani şeyh taslaklarının tarikat ehli kisvesine bürünmesi, yünden,
keçeden yapılmış bir aslan timsalinin görünmesine benzer. Bu sahte aslanlar, ancak
halkı aldatıp yolmak için, o kıyafete girerler. Böyle şahıslara şeyh ve mürşit namı
verilmesi, Müseylemet-ül Kezzab’ın, haşa “Ahmed” ve “Rahman-ül Yemane” diye
adlandırılması gibidir.
Ehlinin malumudur ki, Peygamberimizin vefatını müteakip Medine, Mekke, Taif
ve Yemen'deki Cüvasa beldeleriyle, Abd-ül Kays kabilesinin bir kısmından başka,
bütün Ceziret-ül Arap halkı irtidat etmişti. O Ceziret-ül Arap ki, daha asr-ı
saadette, halkının çoğu iman etmiş, Akabe körfezinin şimalinden Basra körfezinin
şimaline kadar çekilen mevhum bir hattın cenup ciheti tamamen İslam memleketi
olmuştu. Peygamber Efendimizin ahireti teşriflerinden hemen sonra, buralarda
umumi bir irtidat baş gösterdi. Mürtetler, başlıca üç kısma ayrıldı: Bir kısmı, bütün
bütün dinden, imandan çıktı. Bir kısmı, yalancı peygamberlere uydu. Bir kısmı da,
Müslüman kalmakla beraber, dinin bazı hükümlerini kabul, bazısını da reddetmeye,
mesela namaz kılarız, oruç tutarız ama zekât vermeyiz demeye başladı.
Birinci ve ikinci kısma ibret olacak derecede şiddetli bir ceza vermek için
tereddüte mahal yoktu. Fakat üçüncü kısmın tedibi, Hazreti Ömer gibi, ashabın
uluIarını bile düşündürüyordu. Sıddık-ı Ekber; dinin bazı ahkâmını kabul
etmemenin, bütün ahkâmını tasdik etmemek demek olacağını söyledi; ashaptan
bazılarında vukua gelen tereddütü kat’i suretle izale etti. Binaenaleyh, taraf taraf
fırkalar sevkiyle, irtidat gailesi yatıştırıldı.
Zamanımızda, ukaladan bazıları da, dinde bir reform, yani ıslah ve tadilat
yapmak, bazı ahkâmını terk etmek ve yeni bazı ahkâm vazetmek istiyorlar. Bunların
yapmak istedikleri, Luter denilen papazın Katolik mezhebine itiraz etmesini ve
Protestanlığı meydana getirmesini taklit etmekten başka bir şey değildir. Dinin bazı
ahkâmını kabul, bazı ahkâmını reddetmenin, Müslümanlığı tamamıyla inkâr demek
122
olacağını Sıddık-ı Ekber HazretIeri beyan buyurmuş ve bütün sahabece kabul edilmiş
olduğundan, bu hususta icma-ı ümmet vukua gelmiştir. Binaenaleyh, o ukalanın
yapmak istedikleri de bir din olur ama din-i İslam olmaz.
Avrupa medeniyetinin kabulü bahsinde; ya hepsini almalı yahut hiçbirisini
almamalı diyorlar. Acaba Müslümanlık, ondan aşağı mıdır ki bir kısmı alınıp, bir
kısmı bırakılsın?
Mürtetler gailesinin vukua geleceği, Kur’an-ı Kerim'de ve Maide Suresi’nde, şu
ayet-i celile ile haber verilmişti.
ARAPÇA, Sure Maide ayet 54
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah -müminlere karşı
alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlı ve zorlu, kendisinin onları seveceği,
onların da kendisini seveceği- bir kavim getiririr ki, onlar Allah yolunda
savaşırlar ve hiçbir kınayanın, kınmasından çekinmezler. Bu, Allah’ın lütfu
inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah, ihsanı bol olan, en çok
bilendir.”
Esved-i Ansi, Tuleyha bin Huveylid-il-Esedi, Lakit bin Malik-il Ezdi gibi tenkil
edilen yalancı peygamberlerden biri de, Müseylemet-ül Kezzap idi ki, adı
Müseyleme bin Habib idi. Yemame’de oturan Beni Hanife kabilesine mensuptu.
Medine’ye her taraftan murahhas heyetler gönderildiği sırada, bu da kavminin
murahhası olarak gelen bir cemaat arasında, huzur-u Nebeviye çıkmış ve
arkadaşlarıyla beraber, 200 dirhem gümüş ihsan almıştı. Herif, atifet-i
peygamberiden yüz bularak, veliahtlık temennisinde bulundu. Fakat taraf-ı
Risaletten: “Şu elimdeki hurma dalını bile istesen vermem” cevabını aldı. Fakat
memleketine dönünce: “Peygamberlikte, Muhammed'in ortağı oldum!” diye,
peygamberlik davasına kalkmıştı. Başına epeyce kalabalık topladı. Sonra, “Arzın
yarısı bizimdir. Fakat Kureyş adil bir kavim değildir” mealinde olmak üzere, taraf-ı
Risalete mektup gönderdi. Bu mektup, “Min Müseylemet-i Rasulillah, illa
Muhammedi Resulülillah” diye başlıyordu. Resul-u Ekrem s.a.v. Hazretleri, mektubu
getirenlere: “Siz de Müseyleme’nin dediklerini diyor musunuz? O fikirde misiniz?”
diye sordu. “Evet” cevabını alınca da, “Elçilerin katli caiz olsaydı, boynunuzu
vurdururdum” buyurdu. Sonra şu cevabı yazdırıp, gelenlerle gönderdi:
“Bismillahirrahmanirrahim. Min Muhammedi ResulilIah, ila Müseylemetül
kezzab...”
“Şu mektup, Allah'ın peygamberi Muhammed tarafından yalancı
Müseyleme’ye gönderilmiştir. Hidayete gelenler selamette olsunlar. Arz,
Allah'ın mülküdür. Onu kullarından dilediğine verir. Akibet-i umur ise,
müttekilerindir.”
İşte, Risaletpenah Efendimizin şu adlandırması dolayısıyla, o yalancı herifin adı
Müseylemet-ül Kezzap olarak kaldı. Bunun iki lakabı daha vardır ki, Arap
Müslümanları tarafından takılmış olan “Nübey” lafzıdır. Peygamberlik manasına
olup, tahkir makamında kullanılır.
Müseylem, gelen cevabnameyi sakladı. Peygamberlikte ortak olduklarına dair
taraf-ı Muhammedî’den gelmiş gibi, bir mektup yazdırdı. Onu halka göstertip,
peygamberlik etmeye başladı. Tabilerinin şarap içmesine izin verdi. Sonra “Secah”
namında bir kadın da, nübüvvet davasına kalkışmış, topladığı kalabalıkla,
Müseyleme'nin üstüne gelmişti. Müseyleme, kırmızı sahtiyandan bir çadır kurdurup,
peygamber hanımı (!) oraya davet etti. Yekdiğerini tasdik eylemek üzere, izdivaç
teklifinde bulundu. Karı-koca peygamberler, üç gün üç gece orada kaldılar. Sonra
ümmetlerinin başına gitmek için ayrıldılar.
123
Secah’ın, ümmetinden sabah ve yatsı namazlarını afvı, peygamberlerinin mehri
olmuş, Yemame, hasılatının yarısını alan Secah, yurduna dönmüştü. Bu kadının,
sonradan Müslüman olduğu rivayet edilir. Yemame'de bir kezzap (yalancı) zuhur
edeceği ve katledileceği, evvelce taraf-ı Risaletten haber verilmiş, kimin tarafından
öldürülecek, diye soran Halid bin Velid’e, “Senin ve arkadaşların tarafından”
denilmişti.
Uhud gazasında bulunup da, peygamberin uğrunda erkekçesine harbeden Ümmü
Ümare Radiyallahü anha’nın Habib bin Zeyd ismindeki oğlu, Müseyleme tarafından
yakalanmış, herifin peygamberliğine inanmadığı için elleri, ayakları kesildikten
sonra, cesedi yakılmıştı.
Halife-i peygamberi Sıddık-ı Ekber Hazretleri, Müseyleme’nin tenkiline, Halid
bin Velid’i tayin etti. Halid ile fırkası, Müseyleme ile ümmetini, bir bahçe içerisinde
sıkıştırdı. Herifler, cansiperane harp ettiler ve 20.000 kadar ölü verdiler. Habib bin
Zeyd’in anası Ümmü Ümare de bu fırka arasında gelmiş, yalınkılıç olarak bahçeye
girmiş, arkadan vurulan bir kılıçla sol eli bileğinden kesilmişti. Yarasından kanlar
fışkırdığı halde, ehemmiyet vermiyor, oğlunun intikamını almak için Müseyleme’yi
arıyordu. Diğer oğlu Abdullah bin Zeyd’in, maktul bir ceset yanında durduğunu ve
kılıcının kanını sildiğini gördü. O ceset, Müseylemet-ül Kezzap’ın idi.
Herif, Hazreti Hamza’yı Uhud’da şehit eden Vahşi-i Habeşi’nin darbesiyle
devrilmiş, Abdullah bin Zeyd’in kılıcıyla da kafası kesilmişti.
Hazreti Mevlâna, erbab-ı tarik arasındaki mukallitleri, Müseyleme’ye; muhakkikleri
de veraset yoluyla Aleyhisselat Hazretleri’ne teşbih eyledikten sonra, diğer bir
misal veriyor ve diyor ki:
آن شراب حق ختامش مشك ناب - باده را ختمش بود گند و عذاب
320- Şarab-ı ilahînin mührü, halis misktir. Malum olan şarabın sonu ise
azaptır.
Sure-i Mutaffifin’de buyruluyor ki:
ARAPÇA, Sure Mutafifin ayet 22–28
“Şüphesiz o iyiler (Cennet) nimet(leri) içinde, süslü tahtlar üzerinde
(kendilerine verilen nimetleri) temaşa edeceklerdir. Öyle ki, sen o nimetin
(herdem taze) güzelliğini yüzlerinde (görünce) tanırsın. Onlara mühürlü, halis
bir şaraptan içirilecek ki onun (içiminin) sonu bir misktir. O halde, nefaset
isteyenler bunu arzu etmelidirler. (O şarabın) katgısı Tesnim’dendir. (O), bir
pınardır ki mukarrebeler (yalnız) ondan içerler.”
Tefsir-i Mevahib’de deniliyor ki: Mukarrebeler halis olarak, ebrar da karışık
olarak, o meşruptan içeceklerdir. Çünkü mukarrebine nispetle ebrarın Allah’a olan
muhabbetinde, bir bulanık eseri kalmış, mukarreplerindeki kadar safvet
kesbetmemiştir.
Yani içeceğin halisini içenler başkadır, tortusunu içenler yine başkadır.
Mevahib sahibi Hüseyin Vaiz Rahimehullah Bahr-ül Hakayık isimli tefsirden
naklen diyor ki: “Ayet-i celiledeki rahik: dünya ve ahiret mahmurluğundan
kurtaracak olan halis içeceğe; mühürlü zarflar: enbiya ve evliyanın kalplerine;
miskten mühürler: mahabbetullaha işarettir. Tesnim ise, muhabbetin âlası olan
muhabbet-i zatiyeye imandır. Mukarrebin fena fillah ve beka billaha nail olan rical-i
kiramdır.
Bu hâle ermeyen ve bu zevki tatmayan kimseler; şu sözlerin, manası bir
tarafa, elfazını bile anlayamazlar.
124
“İki cihanının zevk sermayesi ilahî aşk sarhoşluğudur. O meşrubu tatmamış
olanlar, bu zevki ne bilirler?”
Münafık ve mürayi olanların, neticede helak olacaklarını, bir de batılı müdafa
uğrunda taassubu kalkışanların, o uğurda gideceklerini anlatmak için, Hazreti
Mevlâna, bir kıssa nakline başlıyor ve diyor ki:
“KENDİ MİLLET VE MEZHEBİNE TAASSUBU DOLAYISIYLA HIRİSTİYANLARI
ÖLDÜREN YAHUDİ PADİŞAHININ HİKÂYESİ”
داستان آن پادشاه جهود كه نصرانيان را مى كشت از بهر تعصب
بود شاهى در جهودان ظلم ساز - دشمن عيسى و نصرانى گداز
321- Yahudiler arasında zalim, İsa düşmanı ve Hıristiyan öldüren bir
hükümdar vardı.
عهد عيسى بود و نوبت آن او - جان موسى او و موسى جان او
322- Peygamberlik zamanı ve nöbeti, İsa’nındı. Musa devri geçmişti.
Öyle olmakla beraber o, Musa’nın; Musa da onun ruhu mesabesindeydi.
Nakline başlanılan şu hikâye, tarihî gibi görünüyorsa da, değildir. Zaten onun
nakledilmesinden maksat da tarihî vakıa nakletmek değil, okuyan ve dinleyenlere
ibret vermek içindir.
Hazreti Mevlâna, münafıkların hem sapık, hem de başkalarının sapıtıcı
olduğunu temsil yoluyla anlatmak için bir hikâye söylüyor. Yahudiler arasında
müteassıp ve Hıristiyan düşmanı bir hükümdar tasvir ediyor. O hükümdarın Hazreti
İsa’nın peygamberliği devrinde bulunduğunu haber veriyor. Sonra Hazreti Musa ile
Hazreti İsa arasında:
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 385
“Allah’ın peygamberinden hiçbirini diğerinden ayıt etmeyiz” nazm-ı celili
mucibince ayrılık, gayrılık olmadığını bildiriyor. Vakıa:
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 253
“O peygamberler (yok mu?) Biz onların kimine, kiminden üstün
meziyetler verdik. Allah onlardan biriyle söyleşmiş, birini de birçok
derecelerle yükseltmiştir. Meryem’in oğlu İsa’ya o beyyineleri (açık ayetleri,
burhanları, mucizeleri) biz verdik ve onu Ruh-ül Kudüs (Cebrail) ile
destekledik” ayet-i kerimesinde sureta muhalefet var gibi görünüyor. Çünkü
birinde peygamberler, birbirinden ayırt edilmiyor, diğerinde aralarında mertebe
itibarıyla fark bulunduğu haber veriliyor. Fakat dikkat edilirse, tevehhüm edilen
muhalefet ve tenakuz yoktur. Zira Hazreti Âdem’den, son peygamber olan bizim
Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa s.a.v.e kadar, bütün peygamberlerin,
din-i tevhidi tebliğ etmeleri dolayısıyla, aralarında fark bulunmamaktadır. Bunun
için, mesela Âdem ile Nuh ve Musa ile İsa, birbirinden tefrik edilmez. Hazreti Pir’in:
“Han-ı Musa, o vü Musa han-ı ô” demesi, bu cihettendir. Yoksa peygamberlerin
“Mürselin” ve “Ulül azm” gibi dereceleri vardır.
شاه احول كرد در راه خدا - آن دو دمساز خدايى را جدا
323- O şaşı hükümdar, Allah yolunda iki demsaz ve hemdem olan Musa
ile İsa’yı birbirinden ayrı gördü.
125
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 19
“Allah indinde din, İslam’dan ibarettir” nazm-ı celili mucibince, Musa da
esas itibarıyla tevhidi ve İslam’ı tebliğ ediyordu, İsa da!
Hususiyle Hazreti İsa, Musa’nın dinini değiştirmeye gelmediğini söyleyip
duruyordu.
Vaktiyle Kiyork Terzibaşıyan Efendi isminde bir Katolik papazı ile görüşmüş,
ona 9 ders Fuzulî Divanı müzakere etmiştim. Çünkü o, divanı Ermeniceye
çeviriyordu. Bir gün kendisine:
— Hazreti İsa, ben Musa’nın dinini değiştirmek için gelmedim demiş, doğru mu,
diye sordum.
— Doğrudur, İncil’de vardır dedi.
— Musa’nın dini tevhit mi idi? Teslis mi? sualinde bulundum.
— Tevhitti, yalnız Yahya’ya iman edilirdi, cevabını verdi.
— Peki, İsa’nın değiştirmediğini, siz niçin değiştirdiniz de tevhidi teslis yaptınız,
deyişime karşı, sükûta mecbur oldu.
Evet. Musa ve İsa’nın tebliğleri arasında fark yoktu. İkisi de Allah birdir,
diyordu. Fakat Yahudi hükümdar, manen şaşı olduğu için, Musa ve İsa’yı ayrı
görüyor, görüşündeki hata dolayısıyla İsevilere eziyet ediyordu.
Hazreti Mevlâna; biri iki görmenin, yani şaşılığın, bir nevi hastalık olduğunu,
bir fıkra ile beyan ediyor ve diyor ki:
گفت استاد احولى را كاندر آ - رو برون آر از وثاق آن شيشه را
324- Usta şaşı çırağına: “İçeriye gir, raftaki şişeyi dışarı çıkar,” dedi.
گفت احول ز ان دو شيشه من كدام - پيش تو آرم بكن شرح تمام
325- Şaşı çırak: “O iki şişeden hangisini getireyim? İyice anlat,” dedi.
گفت استاد آن دو شيشه نيست رو - احولى بگذار و افزون بين مشو
326- Usta: “O iki şişe değildir. Şaşılığı bırak, fazla görücü olma,” dedi.
گفت استا ز ان دو يك را در شكن - گفت اى استا مرا طعنه مزن
327- Şaşı çırak: “Usta, beni tekdir etme,” deyince, ustası: “O iki şişeden
birini kır,” emrini verdi.
چون يكى بشكست هر دو شد ز چشم - مردم احول گردد از ميلن و خشم
328- Çırak, şişelerden birini kırınca ikisi de gözünün önünden kayboldu.
İnsan, meyl ve gazap dolayısıyla şaşı olur, biri iki görür.
شيشه يك بود و به چشمش دو نمود - چون شكست او شيشه را ديگر نبود
329- Şişe birdi. Lakin çırağın gözüne iki görünüyordu. Birini kırınca,
öbürü de yok oldu.
Hazreti Mevlâna, bu fıkrada, Yahudi hükümdarı şaşı çırağa, çırağın şişeyi iki
görmesini de Musa ile İsa’yı ayırt etmesine benzetiyor. Ortada ve hakikatte bir şişe
vardı ki, o da asrın iktizasına göre, vücudu lazım gelen bir peygamber, yani Hazreti
İsa idi. Çırak, şişenin birini, daha doğrusu şişeyi kırınca, ikisi birden kırılıverdiği
gibi, Yahudi hükümdar da İsa’yı kırmasıyla Musa’yı da kırmış oluyordu. Şu cüreti,
126
biri iki görmesinden ileri geliyordu. Garazkârlığı, Yahudilik lehine ve Hıristiyanlık
aleyhine pek fazla bir taassup göstermesinden doğuyordu.
خشم و شهوت مرد را احول كند - ز استقامت روح را مبدل كند
330- Gazap ve şehvet gibi haller, insanı şaşı yapar ve ruhun istikametini
değiştirir.
چون غرض آمد هنر پوشيده شد - صد حجاب از دل به سوى ديده شد
331- Garaz gelince, yani insan garazla bakınca, hüner gizlenir. Gönülden
kalkan yüzlerce perde, göz önüne gerilir.
“Rıza ile bakan bir göz, hiçbir ayıp görmez, nitekim garazla bakan bir
göz de, olanca kötülükleri meydana çıkarır.”
Evet. Bir şahıs yahut herhangi bir şey için insanda bir garaz peyda oldu mu, o
garaz kalın perdeler şeklinde insanın gözü ile baktığı o şahıs yahut o şey arasına
gerilir. Gerek aşırı sevgi ve gerek aşırı nefret yüzünden olsun, o perdeler, hakikatin
görülmesine mani olur. Onun için bir şey hakkında hüküm verilecek mi, önce ona
karşı olan hislerden, mümkün mertebe tecerrüt etmeli, kabil olduğu kadar tarafsız
bulunmalı, ondan sonra hüküm verilmelidir.
چون دهد قاضى به دل رشوت قرار - كى شناسد ظالم از مظلوم زار
332- Kadı, kalbinde rüşvet almaya karar verince zalimi, zavallı
mazlumdan nasıl ayırt edebilir?
Çünkü alacağı rüşvet gözönüne dikilir. Mazlumun uğraşmış olduğu ve
aleyhinde hüküm verilmesiyle uğrayacağı mağduriyeti nasıl görür? O hâlin fecaatini
ve Allah katında vehametini nasıl düşünür?
شاه از حقد جهودانه چنان - گشت احول كالمان يا رب امان
333- Yahudi hükümdar, çıfıtlık kini ile o kadar şaşı oldu ki: “Aman Ya
Rabbî! Sana sığındık!”
صد هزاران مومن مظلوم كشت - كه پناهم دين موسى را و پشت
334- “Ben, Musa dininin hami ve yardımcısıyım” diye, yüzbinlerce
mazlum mümini öldürdü.
Yahudi hükümdar, kendisini Yahudiliğin hamisi addediyor ve o vehim ile
birçok iman ehli Hıristiyanı öldürüyordu. “Ehl-i iman, Hıristiyan” tabiri belki garip
görülür. Fakat görülmesin. Çünkü din-i İsa da, din-i Musa ve din-i Muhammed gibi,
tevhit üzerine müessesti. İlk Hıristiyanlar, şüphesiz muvahhit idiler. Vaktaki
Hıristiyanlık, Roma ve Yunanistan gibi putperest memleketlere girdi. Oralarda
yüzlerce puta tapanlar, bir Allah’a ibadet etmeyi akıllarına sığdıramadılar.
Binaenaleyh, ekanim-i selase, yani “Baba, oğul ve Ruh-ül Kudüs’ten, daha açığı,
Allah ve oğlu İsa ile Cebrail’den ibaret olmak üzere, üç yüzlü bir tevhit meydana
çıkarıldı. “Bir üçtür, üç birdir” inancı etrafa yayıldı. Tabi, Hazreti Mevlâna’nın:
Sad hezaran mümin-i mazlum keşt
demesi, sonraki Hıristiyanlara ait değildir.
“HIRİSTİYANLARIN KALDIRILMASI İÇİN, VEZİRİN PADİŞAHA HİLE ÖĞRETMESİ”
آموختن وزير مكر پادشاه را
127
او وزيرى داشت گبر و عشوه ده - كاو بر آب از مكر بر بستى گره
335- Yahudi hükümdarın sapık ve hileci bir veziri vardı ki, hile ile suyun
üstüne düğüm vururdu.
گفت ترسايان پناه جان كنند - دين خود را از ملك پنهان كنند
336- Bu vezir dedi ki, Hıristiyanlar canlarını kurtarmak için, dinlerini
hükümdardan gizlerler.
كم كش ايشان را كه كشتن سود نيست - دين ندارد بوى، مشك و عود نيست
337- Onları öldürme ki, öldürmenin faydası yoktur. Din, misk ve öd ağacı
değildir ki kokusu olsun da ondan anlaşılsın.
شاه گفتش پس بگو تدبير چيست - چاره ى آن مكر و ان تزوير چيست
338- Hükümdar, vezire sordu: “O halde ne tedbir alalım? Bu hilenin, bu
yalanın- yani İsevîliğin- yayılmasına mani olmanın çaresi nedir?”
تا نماند در جهان نصرانيى - نى هويدا دين و نى پنهانيى
339- “Ta ki dünyada Nasranîliğini ilan eden yahut gizli din kullanan bir
Hıristiyan kalmasın.”
گفت اى شه گوش و دستم را ببر - بينى ام بشكاف و لب در حكم مر
340- Vezir dedi ki: “Şahım, kulağımı ve elimi kestir ve acı bir hüküm ile
burnumu ve dudağımı yardır.”
بعد از آن در زير دار آور مرا - تا بخواهد يك شفاعت گر مرا
341- “Ondan sonra beni, darağacının altına getir. O sırada bir şefaatçi
çıksın ve senden affımı dilesin.”
بر منادى گاه كن اين كار تو - بر سر راهى كه باشد چار سو
342- “Bu işi tellal çağırılan ve kalabalık olan dört yol ağzı bir meydanda
yaptır.”
گهم از خود بران تا شهر دور آن - تا در اندازم در ايشان شر و شور
343- “Ondan sonra beni yanından uzaklaştır ve uzak bir şehre sür ki,
Hıristiyanlar arasında ser ve fitne çıkarayım.”
“HIRİSTİYANLARA KAST İÇİN, O ÇIFIT VEZİRİN ŞEYTANLIĞI VE ONLARIN HALİNİ
HÜKÜMDARIN HUZURUNDA ARZETMESİ”
تلبيس وزير با نصارا
پس بگويم من به سر نصرانى ام - اى خداى راز دان مى دانى ام
344- Gizli olarak diyeyim ki: “Ben, sırren Hıristiyanım. Ey sırların alimi
olan Rabbim, sen bilirsin.”
شاه واقف گشت از ايمان من - وز تعصب كرد قصد جان من
345- Şah, benim imanıma vakıf oldu. Yahudilik taassubu dolayısıyla
canıma kastetti.
128
خواستم تا دين ز شه پنهان كنم - آن كه دين اوست ظاهر آن كنم
346- Dinimi gizlemek, şahın dinini izhar etmek istiyordum.
شاه بويى برد از اسرار من - متهم شد پيش شه گفتار من
347- Şah, esrarımdan koku aldı. Sözlerim onun nezdinde töhmetli
tutuldu.
از دل من تا دل تو روزن است - گفت گفت تو چو در نان سوزن است
348- Şah bana dedi ki: “Senin sözün, içinde iğne bulunan ekmek gibidir.
Senin kalbinden benim kalbime pencere vardır.”
من از آن روزن بديدم حال تو - حال تو ديدم ننوشم قال تو
349- “Ben o kalp penceresinden, senin halini gördüm. Halini görüp
anladığım için, dedikoduna kulak asmam.”
گر نبودى جان عيسى چاره ام - او جهودانه بكردى پاره ام
350- Eğer İsa dini yardımcım olmasaydı, şah beni çıfıtçasına
parçalatacaktı.
بهر عيسى جان سپارم سر دهم - صد هزاران منتش بر خود نهم
351- İsa için canımı feda eder, başımı veririm. Hatta bundan dolayı
kendimi yüzbin kere minnettar sayarım.
جان دريغم نيست از عيسى و ليك - واقفم بر علم دينش نيك نيك
352- İsa’dan canımı esirgemem; lakin onun dinine dair iyiden iyiye
malumatım vardır.
حيف مى آمد مرا كان دين پاك - در ميان جاهلن گردد هلك
353- O pak dinin birtakım cahiller arasında kalıp, ziyana uğrayacağına
hayıflanıyorum.
شكر ايزد را و عيسى را كه ما - گشته ايم آن كيش حق را رهنما
354- Allah’a ve İsa’ya şükür ki biz, bu hak dinin rehberi olmuşuz.
تا به زنارى ميان را بسته ام - از جهود و از جهودى رسته ام
355- Yine şükrolsun ki, o çıfıttan da, çıfıtlıktan da kurtulmuş,
Hıristiyanlık zünnarını belimize bağlamışız.
دور دور عيسى است اى مردمان - بشنويد اسرار كيش او به جان
356- Ey insanlar! Zaman İsa devridir. Onun dinine ait esrarı candan, gönülden
dinleyiniz.
چون وزير اين مکر را بر شه شمرد - از دلش انديشۀ کلی ببرد
357- Vezir, bu hileyi sayıp dökünce, hükümdarın kalbindeki endişeyi
tamamıyla izale etti.
129
كرد با وى شاه آن كارى كه گفت - خلق حيران مانده ز ان مكر نهفت
358- Hükümdar, vezirin dediği siyaseti, onun hakkında yaptırdı. Ahali
ise vezirin cürümü ve cezası karşısında hayran kaldı.
راند او را جانب نصرانيان - كرد در دعوت شروع او بعد از آن
359- Hükümdar, veziri Hıristiyanların bulunduğu memlekete sürdü. O da,
gittiği yerlerde onları davete başladı.
“VEZİRİN HALİ GİZLİ VE KENDİLERİNİN İDRAKİ ZAYIF OLDUĞUNDAN,
HIRİSTİYANLARIN ONU KABUL ETMELERİ VE REHBER BİLMELERİ”
قبول كردن نصارا مكر وزير را
صد هزاران مرد ترسا سوى او - اندك اندك جمع شد در كوى او
360- Yavaş yavaş mezhebine girmek suretiyle yüzbinlerce Hıristiyan,
vezirin başına toplandı.
او بيان مى كرد با ايشان به راز - سر انگليون و زنار و نماز
361- Vezir, o cemaate İncil’in, zünnarın, namazın esrarını gizlice
anlatıyordu.
Engilyun: İncil demektir. Kur’an beyan ve bilumum ehl-i İslam’ın’da, iman
ettiği veçhile, Hazreti İsa’ya Kitab-ı İncil nazil olmuştur. Malum ya, semavi kitaplar
hakkında nüzul tabiri, vahiy ve ilham manasınadır. Yani o kitabın münderecatı,
peygambere vahiy ve ilham yoluyla bildirilmiş demektir. Yoksa kalemle veya kudret
eliyle yazılmış yahut da gökteki bir matbaada basılmış da aşağıya sarkıtılmış demek
değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de, lüzum görüldükçe ayet ayet yahut sure sure
olarak, Resul-u Ekrem’e s.a.v. inzal edilir. Ve taraf-ı risaletten okunup yazdırıldı.
Kur’an’ın zabtına edilen himmet, İncil hakkında gösterilmediği için, İncil’in
ayetleri, Hazreti İsa zamanında toplanamadı. Hazreti İsa’nın Hakk katına
refolunmasından sonra, onu görmüş yahut görenlerle görmüş olanlar, işittikleri ve
belledikleri bazı kelimeleri havi olmak üzere, İncil adıyla bir takım kitaplar
yazdılar. Bunlar, dinî birer kitap olmaktan ziyade, pek iptidai bir tarihçe şeklinde
görünüyordu. Bu kitaplar o kadar çoğaldı, meallerinin ihtilaflarından, İseviler o
kadar şaşırdı ki, Havarilerden Pavlos müdaheleye kalkıştı.
“Yeni yapılan İncilleri ne çabuk kabul ettiniz?” diye, Hıristiyanlara çıkıştı.
Binaenaleyh, “Matta”, “Markos”, “Luka” ve “Yuhanna” adlı dört kişinin yazmış
olduğu dört risaleyi, sahih İncil olmak üzere kabul eylediler. Bunlara Âmal-i Rusül,
Resail-i Havariyun ve Epokalips ünvanlı eserleri de ilave eyleyerek, hepsine birden
Ahd-i Cedit dediler. Bir de Ahd-i Atik vardır ki, Tevrat ile ilavelerini havidir. Bu iki
ahdi, bir arada toplayan kitaba Kitab-ı Mukaddes tabir ederler ve her lisana
tercüme ettirip bedava verircesine satarlar.
En sahih saydıkları dört İncil de, malumat itibarıyla birbirinden çok farklıdır.
Bunların en eskisi Matta İncili’dir. Zannedildiğine göre, Hazreti İsa’nın
refolunmasından 8 yahut 12 sene sonra, Süryani yahut İbrani yahut Keldani yahut
Arami lisanıyla yazılmış. Sonra Yunancaya, daha sonra diğer lisanlara tercüme
edilmiş. Hangi dilde yazıldığı belli olmayan bu İncil’in aslı da kaybolmuştur.
Dikkat buyruldu mu? En sahih İncil diye ayrılmış olan dört kitaptan, Hazreti
İsa’ya 8 yahut 12 sene kadar yakın Matta İncili’nin hangi dilde yazılmış olduğu dahi
130
bilinemiyor. Çünkü aslı kaybolmuş. Yunanca bir tercümesi var. Bunun da, aslına ne
kadar uygun olduğunu Allah bilir. Diğer dillere, bu Yunancadan tercüme olarak
nakledilmişti.
Güya sahih İncillerin ikincisi Markos’undur. Matta, son zamanlarda Hazreti
İsa’ya ittiba etmiştir. O, Havari olduğu halde, Markos değildir, tabiindir. Yani
Hazreti İsa’yı görmediği halde, Havariyun reisi Butrus, yani Sen Piyerle Roma’ya
gitmiş, ondan işittiklerini Yunanca yazmıştır. Yazış tarihi, İsa’nın ref olunmasından
10 sene sonra diyorlar.
Üçüncü sahih İncil Luka’nındır. Bunun yazarı da, Havari değildir. Sen Piyer’in
tabilerindendir.
Dördüncüsü Yuhanna İncili’dir. Bu adam, Havari ve Hazreti İsa’nın teyzesinin
oğlu imiş. Luka’nın da, Yuhanna’nın da İncilleri, Yunanca yazılmış. Yuhanna’nın
İncili, Hazreti İsa’nın refolunmasından kırk bu kadar sene sonra kaleme alınmış!
İnsaf edelim. İşitilen bir sözün, anında bile, başka birisine naklederken
aynen söylenemeyeceği, aşağı yukarı tenzil ve ilave yapılacağı, pek tabii bir hâl
iken; bir adamın, işittiği sözleri, kırk bu kadar sene sonra oturup yazması, ne kadar
doğru olabilir?
İşte Hıristiyanların en doğru din kitabı olmak üzere kabul ettikleri dört
İncil’in mahiyetleri!
Tekrar tekrar hamdederiz ki, Kur’an böyle değildir. Kur’anımızın ayetleri
nazil oldukça, taraf-ı risaletten okunur, vahiy kâtipleri tarafından yazılır, ashab-ı
kiram tarafından ezberlenir ve okunurdu. Peygamberin irtihalini müteakib, Kur’an
sayfaları cemedildi. Hafız-ı Kur’an olanlardan Zeyd bin Sabit’in kalemiyle her sure,
ayrı ayrı olarak yazıldı. Ana metnin sayfalarıyla karşılaştırıldı ve sahabenin
huzurunda okunup tasdik edildi. Sonra, Hazreti Osman zamanında yazıldı.
Binaenaleyh, Resulullah s.a.v. Efendimizin okuduğu Kelamullah, bugün
mushaflarımızda mevcut ve mahfuzdur. Çünkü Allah:
Arapça, Sure Hicr ayet 9
“Kur’an’ı hakikaten biz inzal ettik ve onu mutlaka muhafaza edecek
olan da biziz” buyurmuş ve Kur’an-ı Kerim’in muhafazasını garanti etmiştir.
Hikâyedeki Yahudi vezir de, başına topladığı Hıristiyanlara, İncil’den bahsediyordu
ama dört İncil’in hangisini izah ediyordu, artık bilmiyorum.
او به ظاهر واعظ احكام بود - ليك در باطن صفير و دام بود
362- Vezir, zahirde din hükümlerinin vaizi idi. Lakin batında ve
hakikatte kuşbazların ıslığı ile tuzağı gibiydi.
بهر اين بعضى صحابه از رسول - ملتمس بودند مكر نفس غول
363- Bundan dolayı, ashaptan bazıları, Resul-i Ekrem’den s.a.v., insanı
azdıran nefsin hilesine dair malumat isterlerdi.
كاو چه آميزد ز اغراض نهان - در عبادتها و در اخلص جان
364- Nefis, ibadetlere ve ruhî ihlaslara ne gibi fasit ve gizli garazlar
karıştırır, diye sorarlardı.
فضل طاعت را نجستندى از او - عيب ظاهر را بجستندى كه كو
131
365- Ondan, ibadet ve taatin fazilet ve sevabını aramazlardı. Zahirî
ayıplara dair malumat ver, derlerdi.
مو به مو و ذره ذره مكر نفس - مى شناسيدند چون گل از كرفس
366- Kıl ayırır, zerre tefrik eyler ve gül ile kerevizi ayırt eder gibi,
nefsin hilelerini bilirlerdi.
موشكافان صحابه هم در آن - وعظ ايشان خيره گشتندى به جان
367- Ashabın araştırıcı olanları, nefsin hilesi hususundaki Peygamberin
beyanları karşısında, hayran kalırlardı.
“HIRİSTİYANLARIN VEZİRE TABİÎ OLMALARI”
متابعت نصارا وزير را
دل بدو دادند ترسايان تمام - خود چه باشد قوت تقليد عام
368- Hıristiyanlar, tamamıyla o vezire tabi oldular. Zaten avam
insanların taklit kuvveti nedir ki?
Taklit, hayvanlar içinde en fazla maymunlarda vardır. Yapılan hareketin iyi
mi, kötü mü olduğunu düşünmeksizin, moda diye onu taklide kalkışanlar da
maymun tabiatlı şahıslardır.
در درون سينه مهرش كاشتند - نايب عيساش مى پنداشتند
369- Vezirin muhabbetini kalplerine ektiler. Kendisini İsa’nın vekili farz
ettiler.
او به سر دجال يك چشم لعين - اى خدا فريادرس نعم المعين
370- O vezir hakikatte tek gözlü ve melun bir deccal idi: “Ey ni’mel muin
olan Allah! İmdada yetiş...
Hazreti Mevlâna, veziri, yalancılığı ve hilekârlığı dolayısıyla deccala
benzetiyor. Deccal: Decel maddesinden müştaktır ki, sıvamak, örtmek, yaldızlamak
manalarına gelir. Devenin uyuzuna katran sürüp, yarasını kapatmak manasını da
ifade eder. Mecazen yalan ve yaldızlı sözlerle hakikati örtmek manasında kullanılır.
O halde deccal: Yalancı, mürai ve tezvir edici demek olur.
Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste, mealen: “Ahir zamanda, bir
takım yalancı deccallar çıkacaklar, ecdadınızın da, sizin de işitmediğiniz
sözleri, gelip size söyleyeceklerdir. Onlardan sakınınız. Sizi dalalate
düşürmesinler ve fitneye uğratmasınlar” buyrulmuştur.
Bir de, kıyamete yakın çıkacak olan yalancı bir melunun vasfıdır. İşte o vezir
de, hakikatte yol vurucu olduğu halde, yol gösterici olarak görünmeye kalkışmış bir
deccal idi. tek gözlü olması, dış gözü sağlamken, kap gözünün kör bulunması idi.
Hazreti Mevlâna, bu vesile ile bir münacata başlıyor. Vezir gibi sapıklardan ve sapık
yollara çağırıcılardan insanları koruması için, Allah’a dua ediyor ve şöyle diyor:
صد هزاران دام و دانه ست اى خدا - ما چو مرغان حريص بى نوا
371- İlahî, dünyada yüzbinlerce tuzak ve dane vardır. Biz ise aç ve haris
kuşlar gibiyiz.
132
دم به دم ما بسته ى دام نويم - هر يكى گر باز و سيمرغى شويم
372- Biz, doğan kuşu da olsak, Zümrüd-ü Anka kuşu da olsak, her vakit
yeni bir tuzağa tutuluyoruz.
Simurg: Türkçede Zümrüd-ü Anka denilen, mevhum kuşun adıdır. Güya
kuşların padişahı olup, yuvası Kaf dağında imiş... Buna Sirenk de derler. Tüylerinde
otuz türlü renk bulunması bu ismi anlamasına sebep olmuş. Galiba Abdulvasi
Çelebi’nin olacak, mealen şöyle bir beyit vardır:
“İnsanlık yok oldu. Vefa ortadan kalktı. Simurg ile kimya gibi ikisinin de
ancak adı kaldı.”
Bu beyitte de söylenildiği üzere, simurg diye bir kuş mevcut değildir,
mevhumdur.
مى رهانى هر دمى ما را و باز - سوى دامى مى رويم اى بى نياز
373- Bizi her an bir tuzaktan kurtarıyorsun. Lakin ey âlî olan Allah, biz
diğer bir tuzağa gidiyoruz.
ما در اين انبار گندم مى كنيم - گندم جمع آمده گم مى كنيم
374- Biz bu dünya ambarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız
buğdayları kaybediyoruz.
Senelerden beri az çok bir takım taat ve ibadette bulunuyoruz; topluca
kalsalardı epeyce bir şey olmaları lazım gelirdi. Lakin bir taraftan toplamaya
çalıştığımız o iyi ameller, bir taraftan kayba uğruyor. Sevabı da, iyi tesiri de
kaybolup gidiyor.
مى نينديشيم آخر ما به هوش - كين خلل در گندم است از مكر موش
375- Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle kayba
uğramasının, farenin hilesinden ileri geldiğini idrak etmiyoruz.
موش تا انبار ما حفره زده ست - وز فنش انبار ما ويران شده ست
376- Fare ambarımızı delmiş, onun hilesinden ambarımız harap
olmuştur.
Evet. Yıllarca çalışmamızın semeresi olmak lazım gelen gönül zevki ve kalp
huzuru adına bir şey bulamıyoruz. Çünkü göğsümüze “vesvası hannas” olan şeytan,
fare gibi girmiş, açtığı delikten ambarı da, içindekileri de berbat etmiştir.
Malumdur ki delik bir ambarın, evvela deliğini tıkamak, ondan sonra içine
öteberi doldurmak lazımdır. Delik kapatılmazsa, doldurulan şeyler heder olur.
Bunun gibi, kalp ambarının deliği demek olan vesveseyi ve o deliği açan şeytanı,
evvela defetmek icap eder. Bunun beyan için, Hazreti Mevlâna buyuruyor ki:
اول اى جان دفع شر موش كن - وانگهان در جمع گندم جوش كن
377- Ey can! Evvela farenin defi çaresine bak, ondan sonra buğday
toplamaya çalış.
بشنو از اخبار آن صدر الصدور - ل صلة تم ال بالحضور
378- İçlerin içi ve büyüklerin büyüğü olan sevgili Peygamberimizin
hadisleri cümlesinden olan: “Namaz, ancak kalp huzuru ile tamam olur”
mealindeki haberi işit.
133
Bu hadis-i şerif esasen “La salalet illa bi huzuril kalp” şeklinde ve “Namaz
ancak kalp huzuru ile olur” mealindedir.
Ehlinin malumudur ki, bazen mutlak bir şeyin zikrinden mukayyet bir mana
yahut mukayyet bir şeyin zikrinden onun sıfat-ı kemaliyesi kastolunur. Bu hadis-i
şerifte de öyle yapılmış: “Kalp huzuru olmadan namaz olmaz” buyrulup, “Kalp
huzuru olmadan kılınan namazın kemali bulunmaz ve öyle namaz, tam ve hakiki bir
namaz olmaz” manası murat edilmiştir. Hazreti Pir, bir “temm” kelimesi ilavesiyle
hem hadis-i şerifi vezne sokmuş, hem de kastolunan manayı meydana çıkarmıştır.
Temm kelimesi kamusta “tam olan nesnelere denir” diye tarif edilmiştir.
Bazıları bunu fiil-i mazi şeklinde “teme” olarak okumuşlarsa da, faili olan “salât”,
müennes-i semai olduğundan, o kelime fiil-i mazi olsaydı “temmet” olması lazım
gelirdi.
گر نه موشى دزد در انبار ماست - گندم اعمال چل ساله كجاست
379- Eğer bizim ambarda hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık amel
buğdayı nereye giderdi?
ريزه ريزه صدق هر روزه چرا - جمع مى نايد در اين انبار ما
380- Her günkü sıdk-u istikamet, velev ki azar azar olsun, ambarımızda
niçin toplanmıyor?”
“Damla damla üstüne gelince nehir; nehirle nehir birleşince deniz olur”
derler. “Damlaya damlaya göl olur” sözü de meşhur bir meselemizdir. Bunun gibi,
her günkü iyi amellerimizin doğruluk ve sevabı ne kadar az olursa olsun, toplana
toplana epeyce bir yekün teşkil etmek lazımdı. Fakat toplanamadı ve toplanmıyor.
Çünkü ambar delik… Oradan hırsız bir fare girmiş. Bulduğunu alıp görüyor, gelenin
toplanmasına meydan vermiyor. Şu girip çıkmadan, ambarın delik değiş olduğu gibi;
o meydan vermiyor. Şu girip çıkmadan, ambarın delik deşik olduğu gibi, o iyi amelin
ifasına çalışmaktan da bedenimiz yoruluyor ve yıpranıyor. Kazancı, kusur ve
eksikleriyle ancak farzı eda etmekten ibaret kalıyor. Manevi zevk ve hakikat neşesi
adına bir şey elde edilemiyor.
Maksadım yanlış anlaşılmasından. Mademki ibadetlerden zevk alınmıyor,
beyhude yorulmaktansa, onu terk etmek ve rahat rahat oturmak evladır, neticesini
çıkarmak istemiyorum. Bir işi yapamayacağım diye yan gelip oturmaktansa, onu
elden geldiği kadar yapmaya çabalamak lazımdır. Mesela, bir kâtibe verilen bir
defterin iki günde bitirilmesi emrulunur. Kâtip, “Bu emir tatbik edilir şey değil,
koca defter iki günde yazılıp bitirilir mi?” diye oturur, keyfine bakarsa, tekdire
uğrar, ceza görür; belki de memuriyetinden çıkarılır. Fakat diğer bir kâtip o
defteri, çalışır ve uğraşır da muayyen müddet zarfında kısmen yazabilirse, hareketi
pek takdir olunmamakla beraber, çalışıp çabaladığı için, berikinin uğradığı cezaya
uğramaz. Allah’ın emirlerini kusurlu da olsa yerine getirmesi için gayret eyleyenler
de, defteri muayyen müddet içinde kısmen bitirebilen kâtip gibidirler.
Hülasası, bir işi olmuyor diye bırakmamalı, elden geldiği kadar oldurmanın
çaresine bakmalı. Nitekim Mevlâna da şöyle söylüyor:
“Evvel ey can, def şerr-i muş kun!.”
Mısrayla: “İbadeti zedeleyen vesveseyi ve onu veren şeytanı def etmenin
çaresine bak” diyor.
134
بس ستاره ى آتش از آهن جهيد - و ان دل سوزيده پذرفت و كشيد
381- Demir, yani çakmaktan birçok kıvılcım sıçradı. Uyanık gönül de o
kıvılcımı çekti ve kabul etti.
ليك در ظلمت دزدى نهان يكى - مى نهد انگشت بر استارگان
382- Lakin karanlıkta gizli bir hırsız var ki, kıvılcımları söndürmek için
üstlerine parmak basıyor.
مى كشد استارگان را يك به يك - تا كه نفروزد چراغى از فلك
383- Felekte, yani dünyada bir kandil yanmasın diye, o karanlıktaki
hırsız, kıvılcımları söndürüyor.
Malum ya, eskiden kibrit yoktu. Ateş yakmak için çakmak çakarlar, kav ve
saireyi tutuştururlar, o vasıta ile mum ve kandili yakarlardı:
Arapça, Sure Yasin ayet 80
“O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır” nazm-ı celilinde
işaret edildiği üzere iki ağaç dalını bir birine kuvvetle sürmek suretiyle onları
tutuşturdukları da olurdu.
Hazreti Pir, bir kalbin aydınlanmasını, bir kandilinin uyandırılmasına; taat ve
ibadeti de çakmağın çakılıp o aydınlığı meydana getirecek kıvılcımın çıkmasına ve
fitilin tutuşmasına benzetiyor. Hâlbuki kav daha mumun yahut kandilin fitiline
dokundurlmadan evvel karanlıkta görünmeyen bir hırsız, yani şeytan, parmaklarıyla
onu söndürüyor ki, söndüren parmaklar, şeytanın verdiği vesvelerdir.
Hazreti Mevlâna, şu malumatı verdikten sonra duaya başlayarak diyor ki:
گر هزاران دام باشد در قدم - چون تو با مايى نباشد هيچ غم
384- İlahi! Sen bizimle beraber olup, bizi muhafaza edince, ayakaltında
yüzbinlerce tuzak olsa da ehemmiyeti yoktur.
چون عناياتت بود با ما مقيم - کی بود بيمی از آن دزد لـيم
385- Ya Rabbi! Senin inayetlerin bizimle beraber olunca, o alçak
hırsızdan, yani şeytandan ne korkumuz olur?
هر شبى از دام تن ارواح را - مى رهانى مى كنى الواح را
386- İlahi! Sen her gece ruhları, ceset tuzağından kurtarır ve onu
bağlayan levhaları, bağları koparırsın.
مى رهند ارواح هر شب زين قفس - فارغان، نه حاكم و محكوم كس
387- Ruhlar her gece ten kafesinden kurtulurlar. Kimsenin hakimi ve
mahkumu olmaksızın azade bulunurlar.
Diyorlar ki, insanda bir “ruh-u insani” bir de “ruh-u hayvani” vardır. Bu
ikincisi, bütün hayvanat ile insanlarda müşterektir. Birincisi ise, insanlara mahsus
bir Rabbani lütuftur. İşte o ruh-u insani ve o lütfu Rabbani, uyku galebe edince
beden hapsinden kurtulur. Hür ve kayıtsız olarak âlem-i ervaha yükselir. Rüyalar o
serbest ruhun müşadehelerinden doğar. Ruh-u hayvani ise, beden makinesini
hareket ettiren kuvvettir. Onun için bir yere gidemez. Gidecek olursa, hayat
makinesi işlemez. Uyku ile edilen istirahatin ruh-u insaniye münhasır olmadığını,
135
Allah’ın o kereminden ruh-u hayvaninin ve bütün bedenin istifade edip dinlendiğini
beyan için Hazreti Mevlâna diyor ki:
شب ز زندان بى خبر زندانيان - شب ز دولت بى خبر سلطانيان
388- Zindandaki mahpuslar, gece uyuyunca zindanda bulunduklarından
habersizdirler. Devlet ve hükümet ricali de, uyuyorken vazife ve memuriyetten
haberdar değildirler.
نه غم و انديشه ى سود و زيان - نه خيال اين فلن و آن فلن
389- Uykuda ne kazanmak, ne de kaybetmek endişesi vardır. Ne de bu
filandır, şu falandır düşüncesi mevcuttur.
Cenab-ı Hakk, Nebe suresinde ilahî lütuflarını sayarken:
Arapça, Sure Nebe ayet 9–10
“(Ey insanlar) uykunuzu istirahatinize sebep, geceyi de (sizin için) elbise
kıldık.”
Evet… Uyku hakikaten istirahati muciptir. Yorgun bulunan dış uzuvları
dinlendirdiği gibi duygu ve fikirlere de istirahat verir.
حال عارف اين بود بى خواب هم - گفت ايزد هم رقودA زين مرم
390- Arif olan zatın hali, uyanıkken de böyledir. Cenab-ı Hakk, Ashab-ı
Kehf hakkında “Hüm Rukud” tabirini kullanmıştır. Bundan ürkme.
Hazreti Mevlâna, Ashab-ı Kehf kıssasına, şu ayet-i kerimeye telmih ediyor:
Arapça, Sure Kehf ayet 18
“(Habibim;) onları göreydin uyanık sanırdın. Hâlbuki onlar uykuda idiler.
Biz onları (gah) sağ yanına, (gah) sol yanına çeviriyorduk. Köpekleri de
(mağaranın) giriş yerinde iki kolunu uzat(ıp yat)makta idi.”
Ashab-ı Kehf hakkında Yahudilerin suali üzerine Kur’an-ı Kerim’de muhtasar
malumat verilmiş, kaç kişi oldukları Allah’ın ilmine havale edilmiştir. En meşhur
rivayete göre bunlar yedi kişi imişler. Kıtmir namında bir de köpekleri varmış.
Dinlerini muhafaza için zalim ve putperest bir hükümdardan kaçmışlar, bir
mağaraya kapanmışlar. Orada 309 sene uyuduktan sonra uyanmışlar, sonra da vefat
etmişler.
Bunların zulmünden kaçtıkları Dakyanos adındaki kralın kim olduğunu,
mağaraları civarındaki Efsos şehrinin neresi bulunduğunu tahkike satırlarımızın
müsadesi yoktur. Uyanık gibi göründükleri halde, tasarrufları kendiliklerinden
değildir. Onları hareket ettirip bir halden diğer bir hale değiştiren Allah’tır.
Kıtmirden murat ise nefistir ki, onların kapısı önünde boynu bükük yatmaktadır.
Hazreti Mevlâna da bunlara teşbih ettiği arifin halini, tarife devam ederek
buyuruyor ki:
خفته از احوال دنيا روز و شب - چون قلم در پنجه ى تقليب رب
391- Arif, dünyaya ait işlerde, gece gündüz uykudadır; uyuyan bir
adamda nasıl irade ve tasarruf kalmazsa arif de öyle olmuştur. O, kalem gibi
Allah’ın yed-i kudretindedir.
136
آن كه او پنجه نبيند در رقم - فعل پندارد به جنبش از قلم
392- Yazı yazan eli, görmeyen kimse, kalemin hareketini müşahede
edince yazma işini kalemden sanır.
Yazıyı kalem yazıyor zanneder. Hâlbuki onu yazan kalem değil, kalemi
kullanıp idare eden kalem sahibidir. Cüzi iradesini Allah’ın külli iradesine terk
eylemiş olan urefay-ı ümmeti idare eyleyen de Allah’ın yed-i kudretidir. Ashab-ı
Kehf’in uyudukları sırada haberleri olmaksızın sağdan sola, soldan sağa çevrilmeleri
gibi…
شمه اى زين حال عارف وانمود - خلق را هم خواب حسى در ربود
393- Halkın uykuya dalmasıyla, yani uyuyunca istirahata nail olmasıyla
Allah, arifin ahvalinden bir miktar numune göstermiştir.
Bir adam uyuduğu vakit düşünmez, didinmez, istirahat içinde bulunur. Arif-i
Rabbani olanlar, uyanıkken de böyledir. Onların uyanıkken olan hareketler
kendilerine adeta rüya gibi gelir.
رفته در صحراى بى چون جانشان - روحشان آسوده و ابدانشان
394- Halkın canları, nedeni ve niçini olmayan bir sahraya, yani âlem-i
ervaha gider. Orada ruhları da, yattıkları yerdeki bedenleri de, istirahat
eder.
وز صفيرى باز دام اندر كشى - جمله را در داد و در داور كشى
395- İlahi! Bu işaretle bütün ruhları tekrar tuzaklarına, yani cesetlerine
getirir, hepsini adalet ve hükümle mukayyet kılarsın.
Malum ya, aklı olmayan bir şahıs, hareketlerinden mesul değildir. Uykuda
bulunan bir adam da böyledir. Yatıp uyumuş olan kimsenin ruhu uyku müddetince
mutlak kalır; fakat uyanma zamanı geldi mi onun da beden tuzağına düşmesi,
mükellefiyet altına girmesi gelmiş demektir.
چونکه نور صبحدم سر بر زند - گر کسی گردون زرين پر زند
396- Vaktaki seherin nuru görünür, felek akbabası altın kanatlarını
çırpar; sabah olur, güneş doğar.
فالق الإصباح اسرافيل وار - جمله را در صورت آرد ز ان ديار
397- Sabahın Falık ve Halikı olan Allah, İsrafil gibi bütün ruhları, ruhlar
âleminden suret âlemine getirir.
روحهاى منبسط را تن كند - هر تنى را باز آبستن كند
398- Münbasıt ve mücerret olan ruhları ten eyler, cesetle bağlar.
Bedenleri de tekrar ruhlara yüklü kılar.
اسب جانها را كند عارى ز زين - سر النوم اخ الموت است اين
399- Can atlarının eğerini alır. Şu hal, “Ennevmü ehul mevt” hadisinin
sırrıdır.
S.a.v. Efendimiz, bu hadis-i şerifte uykuyu, ölümün kardeşi olarak tarif
etmiş, yani uykuyu ölüme benzetmiştir. Küçük ölüm demek olan uykuda, insani
137
kuvvetlerin bir kısmı tatile uğrar. Çünkü ruh-u insanın beden üzerinde tasarrufu
kalmaz. Büyük uyku demek olan ölüm de böyledir. Yalnız o uykuda insani
kuvvetlerin hepsi tatile uğrar. Yatma müddeti ise, birkaç saate münhasır değildir.
İnsan uykudan uyandığı vakit nasıl ruhu yine bedende tasarrufa başlıyorsa, o uzun
uykudan uyanınca da öyle olacak. İşte “Ennevmü ehulmevt” hadisinin sırrı budur.
ليك بهر آن كه روز آيند باز - بر نهد بر پايشان بند دراز
400- Lakin sabahleyin tekrar gelmeleri ve cesetle alakadar olmaları için
ruhların ayağına uzun bir ip bağlar.
تا كه روزش واكشد ز ان مرغزار - وز چراگاه آردش در زير بار
401- O çayırdan ve meradan, âlem-i manadan sabahleyin tekrar çekip
getirmek için...
Biraz evvel uyumak, ruh atının salıverilmesidir denilmişti. Burada o
salıvermenin mutlak olmadığını, yani henüz büyük uykuya yatmayan bedenlere ait
ruhların o bedenlerden ayrılmasının külli değil, cüzi bulunduğu; ruh ile beden
arasında bir nevi rabıta kaldığını beyan için deniliyor ki: Allah ruh atlarının eğerini
çıkarmakla beraber, ayaklarına uzun ve manevi bir köstek takar; sabahleyin onunla
çekip ruhları tekrar yük altına, yani beden kaydına ve teklif altına sokar. Tabiidir
ki, kösteğin uzunluğu, uykunun devam müddetidir.
Hazreti Mevlâna, bu ifadeleriyle:
Arapça, Sure Zümer ayet 42
“Allah (ölenin) ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda, ruhlarını
alır. Bu suretle hakkında ölümü hükmettiği (ruhu) tutar, diğerini muayyen bir
vakte (eceli gelinceye) kadar salıverir” ayet-i kerimesine telmih etmiştir.
Hazreti Pir, bundan sonra bir temennide bulunuyor:
كاش چون اصحاب كهف اين روح را - حفظ كردى يا چو كشتى نوح را
402- Keşke Cenab-ı Hakk, bu ruhu da Ashab-ı Kehf gibi yahut Nuh’un
gemisi gibi muhafaza edeydi de,
تا از اين طوفان بيدارى و هوش - وارهيدى اين ضمير چشم و گوش
403- Bu uyanıklık ve idrak tufanından şu kalbi, şu gözü ve şu kulağı
kurtarmış olaydı.
اى بسى اصحاب كهف اندر جهان - پهلوى تو پيش تو هست اين زمان
404- Cihanda hala ne kadar Ashab-ı Kehf vardır ki, belki senin yanında
ve karşındadır.
غار با او يار با او در سرود - مهر بر چشم است و بر گوشت چه سود
405- Mağara da, yar da onunla nağmeler terennüm etmektedir. Ne
faydası var ki, senin gözün ve kulağın gafletle mühürlü olduğu için, onu görüp
işitemiyorsun.
Ashab-ı Kehf’in varlığı, geçmiş zamana münhasır değildir. Hala da Ashab-ı
Kehf’ten sayılacak kimseler vardır ki, hem mağarası, hem yâri, onunla beraberdir.
Lakin onları görecek göz lazımdır.
138
Evet… Gözden göze fark vardır. Bazısı sureti, yani eşyayı müşahede eder de,
manaya karşı kapalı kalır. Sonra muhabbet ve nefret gibi hisler de hakiki görüşe
mani olur.
“Rıza gözü ve muhabbetle bakış, her türlü ayıbı görmekten acizdir. Nitekim
gazap gözü de bütün kötülükleri görür ve meydana kor.”
Hazreti Pir, bu nükteyi anlatmak için buyuruyor ki:
“HALİFENİN LEYLAYI GÖRMESİ HİKÂYESİ”
قصه ى ديدن خليفه ليلى را
گفت ليلى را خليفه كان توى - كز تو مجنون شد پريشان و غوى
406- Halife, Leyla’ya dedi ki: “Mecnun’un perişan olmasına ve
sapıtmasına sebep olan Leyla, sen misin?”
از دگر خوبان تو افزون نيستى - گفت خامش چون تو مجنون نيستى
407- “Sen, diğer güzellerden fazla bir şey değilsin?” Leyla da cevap
verdi ki: “Sen, Mecnun olmadığın için, sus!”
Şeyh Sadi:
“Leyla’nın güzelliğine, Mecnun’un gözü penceresinden bakmalıdır.” der.
Evet, Leyla’yı görebilmek, onun gerçek yüzünü müşahede eylemek için, Mecnun gibi
sadık ve âşık olmalıdır. Yoksa o aşka mazhar olmayan bir şahsın nazarında, Leyla
denilen kadın, kara-kuru bir cisimden ibaret görünür.
Bunun gibi, Ashab-ı Kehf gibi olan gizli veliler de, göz önünde gezer durur.
Lakin hüvviyet ve mahiyetlerini görecek bir göz ve irfana sahib olmayan nazarlara
karşı, o mübarek zevat da basit insanlar gibi görünür.
Hazreti Pir, birkaç beyit yukarıda ve Ashab-ı Kehf’den bahsettiği sırada:
“Keşke Cenab-ı Hakk, bu ruhu da Ashab-ı Kehf gibi yahut Nuh’un gemisi gibi
muhafaza edeydi” temennisinde bulunmuştu. Yine o bahse dönüyor. “Ashab-ı
Kehf’in hıfz-ı ilahîde uyuması gibi, evliyaullah da ilahî bir istiğrak içinde bulunur.
Bu istiğraka nail olamayan, ebedi gaflet uykusundadır” mealini anlatmak için diyor
ki:
هر كه بيدار است او در خواب تر - هست بيداريش از خوابش بتر
408- Uyanık olan daha ziyade uyumuş demektir. Öylesinin uyanıklığı,
uyumuşluğundan beterdir.
Bazı kimseler vardır ki, şeytanlık hususunda fevkalade uyanıklık gösterirler.
Bu gibiler, fena ve istiğrak zevkinden mahrum oldukları için, ebedi bir gaflete
düşmüşlerdir. Zaten o yoldaki gafillerin uyanıklığı, uykularından beter; uykuları
uyanıklarından zararsızdır. Hiç olmazsa uyurken, kimseye zararları dokunmaz. Şeyh
Sadi, Gülistan’ında der ki: “Zalimin biri, bir arife: İbadetlerin hangisi daha ziyade
sevap kazandırır, diye sordu. Arif de: Senin için öğle uykusu. Çünkü uyuduğun bir iki
saat içinde, kimseye zulmetmezsin, cevabını verdi.”
چون به حق بيدار نبود جان ما - هست بيدارى چو در بندان ما
409- Ruhumuz, Allah ile uyanık olmayınca, o zahirî uyanıklık, bizim için
bend ve maniadır.
Hakiki uyanıklık, ruhun hak ve hakikatten agâh olmasıdır. O ilahî agâhlık
olmayınca, insanın uyanık durmasıyla gözünün bakması, uykuda rüya görmesine
139
benzer. Rüya, hayalî bir müşahededir. Fakat o müşahede, rüya görenin gözlerini
kapatır. Zahirdeki eşyayı görmesine mani olur.
Bunun gibi, ilahî olmayan uyanıklık da, görünürdeki eşyayı gösterse bile, hak
ve hakikatin müşahedesine engel teşkil eder.
جان همه روز از لگدكوب خيال - وز زيان و سود وز خوف زوال
410- Bütün gün hayalin tekmelemesinden; kar, zarar ve eldeki malın
zevali korkusundan.
نى صفا مى ماندش نى لطف و فر - نى به سوى آسمان راه سفر
411- Ruhun ne safası, ne letafet ve nuraniyeti, ne de yüksek âleme
gidecek yolu kalır.
İnsan, gündüzleri uyanık bulunur. Hayalî bir takım fikirlerle cismen ve zihnen
yorulduğu gibi, ruhen de yıpranır. Kazandım, kaybettim yahut elimdeki nimet
kaybolacak kuruntuları içinde çırpınır durur. Şu yorucu hayaller, ruhu o kadar ezer
ve safiyetini o kadar bozar ki, safasını da, letafetini de, hatta ulviyet ve
ruhaniyetini de ziyana uğratır. İşte böyle uyanık görünenler, hakikatte uyumuş
olanlardan farklı değildir.
خفته آن باشد كه او از هر خيال - دارد اوميد و كند با او مقال
412- Uyumuş o gafildir ki, her hayale karşı ümide düşer ve onunla
konuşmaya kalkar.
پس ز شهوت ريزد او با ديو آب - ديو را چون حور بيند او به خواب
413- Rüyasında şeytanı huri gibi görür ve ona şehvet suyunu akıtır.
چون كه تخم نسل را در شوره ريختا - و به خويش آمد خيال از وى گريخت
414- Nesil tohumu, nutfesini çorak yere dökünce uyanır, kendine gelir: o
vakit de hayal, gözünün önünden kaçar.
ضعف سر بيند از آن و تن پليد - آه از آن نقش پديد ناپديد
415- Uyanınca, ihtilam oluşundan başında yorgunluk, vücudunda
mülevveslik görür. Ah o görülen ve görülmeyen nakıştan ah!
Dünyada uyanık geçinenler, rüyada gördükleri hayale vücut verip de onunla
muhasebe, hatta mücama’a edenlere benzerler. İhtilam olan kimse, uyanınca
hayalin kaçtığını, o yakınlık neticesi başındaki ağrı ile cismindeki ve elbisesindeki
yaşlıktan başka bir şey kalmadığını anladığı gibi, dünya uykusuna dalıp da hayalleri
hakikat zannedenler de, ölümün ikazı ile uyandıkları vakit, o tatlı rüyanın, yani
hayatının elim bir baş ağrısı vereceğini anlayacaktır.
Hakikaten dünya, rüya gibidir. Onda beka hayaldir; lakin onda bulunan
müddetin hesabı verileceği ve o hesap esnasında bir takım mülevvesliğin meydana
çıkacağı hakikattir.
Hazreti Mevlâna, başka bir misal getiriyor:
مرغ بر بال و زير آن سايه اش - مى دود بر خاك پران مرغ وش
416- Bir kuş yüksekten uçar. Gölgesi de toprak üstünde kuş gibi koşar.
140
ابلهى صياد آن سايه شود - مى دود چندان كه بى مايه شود
417- Budalanın biri, o gölgeyi avlamak ister; arkasından o kadar koşar
ki, takati kesilir.
تير اندازد به سوى سايه او - تركشش خالى شود از جستجو
418- O budala, o gölgeye ok atar da; arayıp taramaktan ok torbası boş
kalır.
Tirkeş: İçerisine ok doldurulan ve meşinden yapılan bir torba idi ki, kemerin
sol yanına takılır ve icabında oradan alınıp yayla ok atılırdı.
تركش عمرش تهى شد عمر رفت - از دويدن در شكار سايه تفت
419- Gölge avlamak için sürat ve hararetle koşmaktan ve şuraya buraya
ok atmaktan ömür tirkeşi boşalmış ve hayatı heder olmuş olur.
Şarihler, diyorlar ki: Bu misalde beyan edilen kuştan maksat, Allah’ın esması
ve sıfatıdır. Gölge ise, onların mezahiri bulunan eşyadır. Kuşu bırakıp gölgeyi
tutmaya çalışanlar, zahire değil mazhara ehemmiyet verenlerdir. Gölge avcısının
koşması neticesi, nasıl cisminde yorgunluk ve tirkeşi de boşluktan ibaret kalırsa,
mazhara tapanların, yani dünyaya gönül bağlayanların encamı da öyle bir
mahrumiyete müncer olur.
Zahir ve mazhar nedir? Cenab-ı Hakk’ın bitmez tükenmez, sayılara gelmez
isimleri ve sıfatları vardır. Bunlardan 99 tanesi “Esma-i Hüsna” diye mazbut ve
meşhurdur.
Esma-i ilahîyeden her birinin, tesir göstermesi zaruri olan yerler vardır. Bir
ismin tesir gösterdiği yerlere ve şeylere “Mazhar” derler. Mazharda tesiri görülen
esma-i ilahîyeye de “Zahir” tabir ederler. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın Halik ve Razık
isimleri vardır. Onlarla mahlukatı yaratır ve rızıklandırır. Şu halde, mahlukat
üzerinde tesiri görülen o isimler zahirdir; mahluk ve merzuk olanlar da, onların
mazharlarıdır.
سايه ى يزدان چو باشد دايه اش - وارهاند از خيال و سايه اش
420- Allah’ın manevî gölgesi, o gölge avcısının mürebbisi olursa, onu
hayal ve gölge peşinde koşmaktan kurtarır.
O halde, saye-i Yezdan kimdir?
سايه ى يزدان بود بنده ى خدا - مرده او زين عالم و زنده ى خدا
421- Saye-i Yezdan, yani zıll-i ilahî, Allah’ın o makbul kuludur ki, bu
âleme nispetle ölüdür ve Allah’a nispetle diridir.
Saye-i Yezdan ve zıll-i ilahî: Allah’ın gölgesi demektir ki, mecazen vekil
manasınadır. Yoksa Allah, cismin değildir ki gölgesi olsun.
Bir hadis-i şerifte, mealen: “Sultan, yeryüzünde Allah’ın vekil-i
adaletidir. Her zulüm gören, ona iltica eder” buyrulmuştur. Burada mevzubahis
olan, bilinen hükümdar değildir; manevi sultan olan insan-ı kâmil ve mükemmeldir
ki, yeryüzünde Hakk’ın halifesidir. Olanca irade ve arzusunu, ilahî rızaya karşı yok
eylemiş ve Allah’ın bahsettiği ilahî diriliğe nail olmuştur. İşte bu zat-ı şerif, bir
kimsenin mürebbisi ve mürşidi olursa, o kimse, gölge peşinde koşup yorulmaktan
kurtulur.
Mürde-i in âlem, yani “Bu âleme nispetle ölüdür” terkibine gelince, şu
hadis-i şerif meali, onu tarif eder: “Yeryüzünde gezer ölü görmek isteyen Ebu
Bekir’e baksın.”
141
Sıddık-ı Azam Radiyallahü anh Hazretleri, olanca iradesini irade-i ilahîyede
ifna eylemiş olduğu için, “Meyyit-i seyyar” haline gelmiş ve Resulullah’ın o iltifatına
mazhar olmuştu.
دامن او گير زودتر بى گمان - تا رهى در دامن آخر زمان
422- O insan-ı kâmilin eteğini geciktirmeksizin yakala ki, ahir zaman
fitnelerinden kurtulasın.
كيف مد الظ-ل نقش اولياست - كاو دليل نور خورشيد خداست
423- Keyfe meddezzil nazm-ı kerimi, evliyanın nakşı ve müşiridir. Onlar,
Allah güneşinin nuruna delildir.
Sure-i Furkan’daki:
ARAPÇA, Sure Furkan ayet 45–46
“(Habibim;) Rabbi(nin sununa ve kudreti)ne bakmadın mı? Gölgeyi nasıl
uzatmıştır. İsteseydi onu sakin kılardı. Sonra güneşi, o gölgeye delil ittihaz
ettik. Daha sonra da onu, (uzanan o gölgeyi) azar, azar kendimize çektik”
ayetine işarettir.
Bu ayet-i kerimede, güneşin hareketiyle gölgenin uzayıp kısalması ve güneşin
gölgeye delil olması gibi, tabii kanunlardan bahsediliyor. Hazreti Mevlâna ise,
buradaki “Zıll”i, evliya zümresi diye tevil ediyor. Hakk’ın halifesi olanlar, hakikat
güneşinin gölgesidir, diyor.
Tevil-i Kur’an: Kelamullah’daki lafızların meşhur manalarında fazla olarak,
onlardan bir takım latif ve rakik nükteler çıkarmaktır. Tevili, sofiye de yapar; batıni
mülhitler de. Şu fark ile ki sofiye, meşhur ve zahiri manayı da kabul eylediği halde;
batıniler o cihete yanaşmazlar. Mana-yı batıni diye hezeyan eder dururlar. Hazreti
Pir, o gibilere karşı:
کردۀ تٲويل حرف بکررا - خويش را تٲويل کن نه ز کررا
424- Kur’an’ın bikr olan harfini ve lafzını tevil ediyorsun. Kur’an’ı değil,
kendini tevil etmenin çaresine bak.
İşte ey salik! “Keyfe medde zzill” ayetinin delalet ettiği, Allah gölgesinin
himayesine iltica et.
ل أحبD الآفلين گو چون خليل - اندر اين وادى مرو بى اين دليل
425- Bu vadide öyle delisiz gitme. Halil İbrahim Aleyhisselam gibi ‘La
ühibbül afilin’ de.
Bu beyit ile de, Hazreti İbrahim’in Kur’an’da hikâye buyrulan bir sözüne
telmih edilmiştir.
Malumdur ki, Halilullah Aleyhisselam, Irak’ta doğup büyümüştür. Zamanında
orada, Keldani’ler vardı ki, yıldızlara taparlardı. Hazreti İbrahim, hemşehrilerini
ilzam edip susturmak için yıldıza, aya ve güneşe bakmış, onların doğmalarından
sonra battıklarını görünce: “La uhibbül afilin”, yani “Ben batanları sevmem”;
Arapça, Sure Enam ayet 79
“Şüphesiz ki ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a
yönelttim. Ben müşriklerden değilim” demiştir.
142
رو ز سايه آفتابى را بياب - دامن شه شمس تبريزى بتاب
426- Git, gölgenin delaletiyle güneşi bul ve şah Şems-i Tebrizi’nin
eteğine sarıl.
Allah’a delalet etmek hususunda veliler, güneşin varlığına delil olan gölgeye
benzetilmişti. Burada da buyruluyor ki, gölgeye iltica et de, o vasıta ile hakikat
güneşine vasıl ol. Gölgelerin en parlağı bulunan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin irşat
eteğine sarıl.
Hazreti Şems hakkında “Şah Şems-i Tebriz” buyrulması, onun ve emsali
kibar-ı evliyaullahın manevi saltanatına ve ind-i ilahîdeki yüksek mertebelerine
işarettir. Zaten şeyhler hakkında “Şah” tabirinin kullanılması, İran ve Hint
adetlerindendir. Şah Şüca-i Kirmani, Şah Veliyyullah-i Dehlevi ve emsali zevat gibi…
Bu usül, bize de “Sultan” ve “Hünkâr” tabirlerini kullanmak üzere geçmiştir.
“Ya Hazreti Sultan Abdulkadir-i Geylani”, “Ya Hazreti Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli”
gibi levhalar, hala görülüp durmaktadır. Hazreti Mevlâna’ya işaret olan “Molla
Hünkâr” tabiri de, Hazreti Pir’in hem ulemadan, hem urefadan olması dolayısıyladır
ve “Hünkâr” tabiri, “Hudavendigar” kelimesinden gelmedir.
Şeyh Galip, Hüsn-ü Aşk’ında der ki:
Devretti çü enbiyayı Allah,
Geldi bize evliyay-ı agâh.
Şehdir o güruha Molla Hünkâr,
Besdir bu cihana bir hükümdar.
ره ندانى جانب اين سور و عرس - از ضياء الحق حسام الدين بپرس
427- Eğer bu sur-i süruru, yani Şems-i Tebrizi Hazretlerine giden yolu
bilemez ve bulamazsan, Allah’ın hidayet ışığı olan Hüsameddin Çelebi’den sor.
Yukarıda bildirdiği üzere, Hüsameddin Çelebi Hazretleri, Hazreti Pir’in
halifesidir. Mesnevî’nin tanzimine sebep olan bu zat-i âli, Hazreti Mevlâna’nın
hayatında bile, müritlerin sülukü ile meşgul olurdu. Her cihetle muktedir bir zat-ı
şerif olduğu için, Hazreti Pir, müritleri kendisine tevdi ederdi. Burada da, “Şems-i
Tebrizî’ye götürecek yolu bilemez ve bulamazsan, Hakk’ın ziyası olan Hüsameddin
Çelebi’ye sor ki, seni Şems’in musahibi olan Mevlâna’ya sevk eylesin” diyor.
ور حسد گيرد ترا در ره گلو - در حسد ابليس را باشد غلو
428- Eğer, Hüsameddin Çelebi’ye intisap için giderken; haset, yani
kıskançlık, boğazına sarılırsa ki şeytanın hasette fazla tecavüzü olur.
با سعادت جنگ دارد از حسد - كاو ز آدم ننگ دارد از حسد
429- Şeytan, Adem’e olan hasedinden, ona secde etmeye utandı. Yine o
şeytan, hasedinden saadetle cenk etmeye kalkıştı.
اى خنك آن كش حسد همراه نيست - عقبه اى زين صعب تر در راه نيست
430- Süluk yolunda hasetten daha zor ve daha tehlikeli bir geçit yoktur.
Hasut olmayan kimseye ne mutlu...
اين جسد خانه ى حسد آمد بدان - از حسد آلوده باشد خاندان
431- Bu ceset hasethanedir. Malumun olsun ki hasetten, bütün bir
hanedan bulaşmış olur.
143
Bir hanedan efradından birinin, hasetle yapmış olduğu kötülük, o hanedanı
bulaşturacağı gibi, hasedin tabiatı dolayısıyla, bütün beden hanedanı da mülevves
olur.
گر جسد خانه ى حسد باشد و ليك - آن جسد را پاك كرد الل ه نيك
432- İnsanın cismi, hasethane olmakla beraber, Cenab-ı Hakk, o
cisimlerden bazılarını iyice temizlemiştir.
طه-را بيتي بيان پاكى است - گنج نور است ار طلسمش خاكى است
433- Tahhira beyti, ayet-i kerimesi, temizlik nişanıdır. Aslı toprak
olmakla beraber, insan cesedi nur hazinesidir.
Bu beyitle, Kur’an-ı Kerim’deki:
ARAPÇA, Sure Bakara ayet 125
“Beytimi titizlikle temizleyin diye, İbrahim ve İsmail’e de kuvvetli emir
vermiştik” ayet-i kerimesine telmih ediliyor.
Bu ayet, Kâbe-i Muazzama’yı bina etmiş olan Hazreti İbrahim ile oğlu Hazreti
İsmail’in, o muhterem mabedi tavaf edecekler, itikâfa girecekler, rükû ve sücut
suretiyle ibadette bulunacaklar için, temizlemeleri hakkında ise de, sofiye hazaratı,
bundan, başka manalar da çıkarmışlar. Kâbe’nin temizlenmesinden maksat: Kalbin
nefsanî emellerden, şeytani vesveselerden temizlenmesi demektir, demişlerdir.
Hazreti Pir de, bu manayı ihtiyar ediyor, insan cesedi, hasethane olmakla beraber,
bazılarının ki, Allah’ın tevfikiyle, tertemiz ve nur hazinesi halini alır, diyor.
چون كنى بر بى جسد مكر و حس - ز آن حسد دل را سياهيها رسد
434- Eğer, hasut olmayan bir zata hile ve haset etmeye kalkarsan, o
haset dolayısıyla kalbine zulmetler arız olur.
Karanlıkta kalan bir kalbe ise, marifet nuru giremez.
خاك شو مردان حق را زير پا - خاك بر سر كن حسد را همچو ما
435- Allah adamlarının altında toprak gibi ol. Onlara karşı haset etmek
bir tarafa fevkalade tevazu göster. Hasetin de, bizim yaptığımız gibi, başına
toprak saç ve ayaklarının altında onu zelil et.
“YAHUDİ VEZİRİN HASEDİNİ BEYAN”
بيان حسد وزير
آن وزيرك از حسد بودش نژاد - تا به باطل گوش و بينى باد داد
436- O alçak vezirin aslı ve mayası, haset idi. Onun için kulağını ve
burnunu batıl yere ve bedava olarak verdi.
بر اميد آن كه از نيش حسد - زهر او در جان مسكينان رسد
437- O ümit ile ki, hasedinin iğnesinden bir takım zavallıların canlarına
zehir aksın.
144
Bazı kimseler, hatta bazı mahluklar vardır ki, haset onlarda hılki ve cibilli bir
tabiat halindedir. Bir nimette nail olmuş zevatın nimetini çekemezler de, onun
zevalini isterler. Recaizade Ekrem Bey merhum, demişti ki:
Hasedperverlerin hali yamandır,
Ki yoktur bir bela bedter hasedden.
Sarılmış nefse müziç bir yılandır,
Ki çıkmaz çıkmayınca can cesedden.
Evet. Hasudun nefsine sarılmış olan haset yılanı, sahibinin ölümüne kadar
onu bırakmaz. Bırakmadığı için de hasetçi, yaşadığı müddetçe ıstırap içinde kalır;
herkesi kıskanır, herkesin nimet ve devletinden ezalanır.
هر كسى كاو از حسد بينى كند - خويشتن بى گوش و بى بينى كند
438- Her kim haset yüzünden burun koparmaya kalkışırsa -vezir gibikendini
burunsuz ve kulaksız bırakır.
“Din kardeşini düşürmek için kuyu kazan hain mutlaka kazdığı kuyuya
kendi düşer” denilmiştir.
Halka eziyet eden, er-geç bir zarara uğrar. Burun koparmak sevdasına
düşenin de, vezirde olduğu gibi, kendi burnu ve kendi kulağı koparılır. İşte Yahudi
vezir, böyle muzır bir mahluk idi. Binaenaleyh, başkalarına zarar vermek isterken,
kendisi zarar gördü.
بينى آن باشد كه او بويى برد - بوى او را جانب كويى برد
439- Burun, koku alan bir uzuvdur ki, aldığı koku, onu bir mahalle
götürür.
Onun için, abdest esnasında burna su verilirken:
هر كه بويش نيست بى بينى بود - بوى آن بوى است كان دينى بود
440- Koku almayan kimsenin burnu yok demektir. Koku da dünyaya
değil, dine ve ahirete müteallik rayihadır.
İki beyit evvel, “Her kim haset yüzünden burun koparmaya kalkışırsa -vezir
gibi- kendisini burunsuz ve kulaksız bırakır” denilmişti. Tabi buradaki burun
koparmak, bir kimsenin irfan rayihasından mahrum kalmasına sebep olmaktır.
Bunun içindir ki, manevi koku alamayan kimse, burunsuz demektir. İşte, halkın
maddi ve manevi koku almasına haset edenler, onları irfan kokusundan mahrum
etmek isteyenler, evvela kendi koku alma zevklerini kaybederler. Bu hissi
kaybetmenin asıl sebebi, haset olduğu gibi, manevi koku duymak nimetine
şükretmemek de, onun zevaline vesile olur.
چون كه بويى برد و شكر آن نكرد - كفر نعمت آمد و بينيش خورد
441- Bir kimse, manevî koku duyup da o nimetin şükrünü ifa etmezse,
küfran-ı nimet gelir, onun burnunu yer ve düşürür.
Her nimete mukabil şükretmek lazım olduğu gibi, koku alma nimeti için de
şükür vaciptir. Bu saadete mazhar olan kimse şükretmeyecek olursa, küfran-ı
nimet, müthiş bir illet gibi onun burnunu yer, yani koku alma zevkinden onu
mahrum eder. Küfran-ı nimet hakkında:
“Küfran-ı nimet olma. Zira dikkatli bakarsan küfranın iki küfür olduğunu, yani
Arapça tesniye sigası bulunduğunu anlarsın” derler.
145
Evet… Bazı gözlere karşı gizli kalan manevi nimetleri inkâr etmek, küfürdür;
fakat her gözün görebildiği nimetlere şükretmemek küfrandır, yani katmerli
küfürdür.
شكر كن مر شاكران را بنده باش - پيش ايشان مرده شو پاينده باش
442- Şükret ve şükredenlerin kulu, kölesi ol. Onların huzurunda ölü gibi
teslimiyet göster ve neticesinde beka bul.
“Nimetler, şükür bereketiyle devam eder” buyrulmuştur. Manevi bir feyze
nail olan arifler, ona şükrederler. Şükürleri yüzünden o nimet devam eder. Nimetin
devamı, arifin şükürden aciz kalmasını sağlar. Aczini anlamak da en büyük bir
irfandır. Öyle irfan sahibi olan şükredicilerin bendesi olmak ise, insanı ebedi
saadete kavuşturur.
Hazreti Mevlâna, kıssaya dönerek diyor ki:
چون وزير از ره زنى مايه مساز - خلق را تو بر مياور از نماز
443- Vezir gibi, halkı sapıtmayı kendine sermaye yapma ve herkesi
namazdan, niyazdan ve ibadetten alıkoyma.
ناصح دين گشته آن كافر وزير - كرده او از مكر در لوزينه سير
444- O kâfir vezir, din nasihatçisi kılığına girmiş, hile ile badem
helvasına sarımsak karıştırmıştı.
Hak sözler arasında, batıl fikirleri de bir takım gafil kimselere yutturuyordu.
Batılın, batıl olarak zuhuru ehemmiyetsizdir. Onu herkes anlayabileceği için, o
kadar kötü tesiri olmaz. Asıl müşkül ve muzır olanı, hak ve hakikat imiş gibi
meydana atılanıdır. Mesela, bazı hayırhah ve merasimperver görünmek isteyen
huluskarların, “Büyük bir zatın huzuruna girdiğimiz vakit, şapkamızı çıkarıyoruz.
Allah’ın huzuruna çıktığımız, yani namaz kıldığımız zaman, niçin başımızı
açmayalım?” demeleri, ve Hıristiyanların kilise dahilinde baş açık bulunduğunu
misal göstermeleri, batılın hak suretinde zuhurudur.
Mademki din ve dünya işleri ayrılmıştır, dünyevi nezaketi, dinî ibadete kıyas
etmeye kalkışmak doğru değildir.
Müslümanlar, dinî hususlarda, Avrupalıların ve gayri müslimlerin edep ve
terbiyelerini taklitle değil, Nebi-yi Ekrem Efendimiz’in hareket ve sünnetini tatbik
etmekle mükelleftir. Hazreti Peygamber, “Sallu kema raeytümuni usalli” yani
“Beni nasıl kılıyor gördü iseniz, namazı öyle kılınız” buyurmuştur. Aleyhissalat
Efendimiz, ihramda bulunduğu zamandan başka vakit de, baş açık namaz
kılmamıştır. Vakıa, namaz esnasında farz olan “setr-i avret”, yani örtülmesi lazım
gelen yerler, erkeklerde göbekten diz kapaklarına kadar olan mahallerdir. Bu
kadarcık mesturiyetle farz ifa edilmiş, fakat sünnete ittiba edilmemiş olur.
Hususiyle nassa, yani Kitap ve sünnete mukabil olan içtihada mesâğ yoktur. Bir iş
hakkında ayet ve hadis varken, onlar bırakılıp da, indî düşüncelerle içtihada
kalkışılamaz. Mademki “Sallü kema raeytümuni usalli” hadisi vardır; mademki
Resul-u Efham, ihramda bulunduğundan başka vakitlerde başı açık namaz
kılmamıştır, bizim de Resulullahın emrine, sünnetine uyarak, namaz kılarken
başımıza bir şey giymemiz gerekir.
“Huz’a zineteküm inde külli mescidin” yani “Her namaz kıldığınız da
temiz ve ziynetli elbisenizi giyiniz” ayet-i kerimesi de bu hususta hatıra gelir.
Allah, namaz kılarken soyunmayı değil, giyinmeyi emrediyor.
146
Bundan altmış, yetmiş sene kadar evvel Evliya Hoca isminde, gayet âlim,
fakat o nispette saf bir zat varmış. Yenikapı Mevlevihanesi’nin meşhur ve fazıl şeyhi
Selahaddin Dede Efendi’ye ders okutmuş ve icazet vermiş olan bu zatı, devlet
adamlarına varıncaya kadar herkes tanır ve hürmette bulunurmuş.
Bu zat, bir gün şeyhülislamın huzuruna girmiş, lakin biniş denilen bol kollu
cübbesi sırtında değil, elinde bulunuyormuş. Şeyhülislam:
—Hoca efendi! O binişi niçin taşıyorsun, diye sormuş ve şeyhülislamın huzuruna
ilmiyeden olanların binişle girmeleri lazım geldiğini hatırlatmak istemiş. Evliya
Hoca:
—Bazen büyük bir yere gidilmek icap ediyor da onun için, demiş.
Şeyhülislam:
—Mesela ne gibi büyük yere, diye sual edince, Hoca:
—Camiye gittiğim vakit, diyerek, şeyhülislamı sükûta mecbur eylemiş.
Bazı tatlısu Frenki (!) görünmek isteyenlerin, cenaze geçerken, şapka
çıkarmaları da lüzumsuzdur. Dinimizde, ölüye edilecek hürmet, ona karşı şapka
çıkarmakla değil, teşyiinde bulunmak, tabutunu omuzlamak ve ruhuna Fatiha
okumakladır.
“HIRİSTİYANLAR ARASINDA, AKLI BAŞINDA OLANLARIN, VEZİRİN HİLESİNİ
ANLAMALARI”
فهم كردن حاذقان نصارا مكر وزير را
هر كه صاحب ذوق بود از گفت او - لذتى مى ديد و تلخى جفت او
445- Kuvve-i zaikası olanlar, yani ağzının manevî tadı yerinde
bulunanlar vezirin sözlerindeki lezzet arasında bir de acılık duyuyorlardı.
نكته ها مى گفت او آميخته - در جلب قند زهرى ريخته
446- Vezir, nükteli sözler söylüyordu. Lakin o sözler, içine zehir
karıştırılmış şeker şerbeti gibiydi.
ظاهرش مى گفت در ره چيست شو - وز اثر مى گفت جان را سست شو
447- Vezirin zahirî kelamı: “Hakk yolunda gayretli ol,” diyordu. Zımmen
ve fiilen ise, ruha atalet ve miskinlik tavsiye ediyordu.
Evet. Vezirin ifadesinin zahiren yaldızlı bulunması, gaflet erbabını aldatıyor
ve oyalıyordu. Hazreti Mevlâna, bunu birkaç misal ile izah için diyor ki:
ظاهر نقره گر اسپيد است و نو - دست و جامه مى سيه گردد ازو
448- Gümüşün sathı, beyaz ve yeni olmasına rağmen, eli ve elbiseyi
kirletir.
آتش ار چه سرخ روى است از شرر - تو ز فعل او سيه كارى نگر
449- Ateş şulesi itibariyle kırmızı görünür. Öyle iken sen, onu kıvılcımı
ile yaktığı yeri simsiyah etmesine bak.
برق اگر نورى نمايد در نظر - ليك هست از خاصيت دزد بصر
450- Şimşek, nazara nur görünürse de, onda göz kamaştırmak hassası
vardır.
147
Gümüşün beyaz ve parlak görünüp de el ve elbiseyi kirletmesi; ateşin rengi
kırmızı olduğu halde, kıvılcımın isabet ettiği yeri yakması ve karartması, şimşeğin
aydınlatmakla beraber, göz kamaştırması gibi, o Yahudi vezirin sözleri de sureta
hak, fakat manen batıl idi.
هر كه جز آگاه و صاحب ذوق بود - گفت او در گردن او طوق بود
451- Veziri dinleyenlerden her kim anlayışlı ve zevk sahibi değilse,
vezirin sözleri, onun boynuna halka gibi geçiyordu.
Tavk: Vaktiyle esirlerin boynuna takılan bir halka imiş.
مدت شش سال در هجران شاه - شد وزير اتباع عيسى را پناه
452- Hükümdardan ayrı olarak, vezir altı sene müddetle İsevilerin
penahı ve muktedası oldu.
دين و دل را كل بدو بسپرد خلق - پيش امر و حكم او مى مرد خلق
453- Hıristiyan halk, dini de, kalbi de ona teslim ettiler, onun emrine ve
hükmüne karşı can feda edecek dereceye geldiler.
“HÜKÜMDARIN VEZİRE GİZLİCE HABER GÖNDERMESİ”
پيغام شاه پنهان با وزير
در ميان شاه و او پيغامها - شاه را پنهان بدو آرامها
454- Vezir ile hükümdar arasında gizli muhabere oluyordu. Vezirin
vaatlerinden, hükümdarın kalbi rahatlıyordu.
پيش او بنوشت شه كاى مقبلم - وقت آمد زود فارغ كن دلم
455- Hükümdar, ona: “Ey benim makbulüm, zamanı geldi. Kalbimdeki
endişeyi çabucak gider,” diye bir mektup yazdı.
گفت اينك اندر آن كارم شها - كافكنم در دين عيسى فتنه ها
456- “Şahım, şimdi İsa dinine fitne düşürmek işiyle meşgulüm,” diye
cevap gönderdi.
“HIRİSTİYANLARDAN ONİKİ FIRKANIN BEYANI”
بيان دوازده سبط از نصارا
قوم عيسى را بد اندر دار و گير - حاكمانشان ده امير و دو امير
457- İsa kavminin rabt-ü zabt hususunda, oniki hakimi vardı.
هر فريقى مر اميرى را تبع - بنده گشته مير خود را از طمع
458- Her fırka, ayrı bir beye tabii idi ve tamahkarlık sevkiyle onun kulu
ve kölesi olmuştu.
اين ده و اين دو امير و قومشان - گشته بند آن وزير بدنشان
459- Bu oniki bey ile onların kavmi, o nişanı, kötü vezirin itaatine girmiş
ve bendesi olmuştu.
148
Yukarıda da söylenilmişti ki, bu kıssadan maksat, bazı yüksek hisseler beyan
etmektir. Tarihî rivayette bulunmak değildir. Onun için, şu beyanlara bakıp da
tarihe uymuyor diye itiraza kalkışmak doğru olmaz. Ehlinin malumudur ki,
romancılık sanatında, bir tarihî roman yazmak şubesi vardır. Bu yolda yazılan roman
ve hikâyelerin bazı kısımları tarihe uygun, çok yerleri ise romancının muhayyilesine
göre yazılır. Bu hikâye de, o kabileden sayılabilir. Mesela, buradaki Yahudi vezirin
ahvali ve aşağıda anlatılacak müşevveş akvali, Hıristiyan azizlerinden Pavlos’u
andırıyor. Çünkü o da Yahudi ve devlet memurlarından idi. Sonra memleketlerde
beyannameler dağıttı ve mektuplar yazdı. Hepsinde, ayrı ayrı lisan kullandı. Hatta
kendi İsa’yı görmediği, havari tabii olduğu hâlde, havarilerle münazaaya kalkıştı.
Nihayet Hıristiyanların nakline göre Roma’da Sen Piyerle beraber idam edildi.
Aksini söyleyenler de var. Binaenaleyh, bahsi dinlerken, bir kıssayı dinlemekten
ziyade, hisse almaya bakmalıdır. Hazreti Mevlâna, batıl bir itikadı ve fasit bir fikri
muhafazaya çalışan mütaassıp bir adamın, ne gibi kötülükler yapabileceğini
anlatmak istiyor.
اعتماد جمله بر گفتار او - اقتداى جمله بر رفتار او
460- Hıristiyan beyleriyle tabiîlerinin hepsi de vezirin sözlerine
kanmışlar, ahval ve harekatına bağlılık göstermişlerdi.
پيش او در وقت و ساعت هر امير - جان بدادى گر بدو گفتى بمير
461- Vezir “Öleceksin,” demiş olsaydı; o beylerden her biri, her an ve
saat, huzurunda can verirdi.
“VEZİRİN HIRİSTİYANLARA KARŞI, İNCİL’İN HÜKÜMLERİNİ KARIŞTIRMASI”
تخليط وزير در احكام انجيل
ساخت طومارى به نام هر يكى - نقش هر طومار ديگر مسلكى
462- Vezir o beylerden her birinin namına bir tomar tanzim etti ki,
tomarların hepsi de meslek ve mezhep itibarıyla bambaşka idi.
حكم هاى هر يكى نوعى دگر - اين خلف آن ز پايان تا به سر
463- O tomarlardan her birinin hükümleri başka türlü ve biri, başından
sonuna kadar bir diğerine aykırı idi.
İncil’de, daha doğrusu İsa Aleyhisselamın beyanatında nasih, mensuh
bulunduğu yahut mevkiin iktizasına ve şahsın istidadına göre varit olduğu veyahut
havariler tarafından doğruca zaptedilemediği için, birbirine zıt ve aykırı görünen
hükümler vardı. Yahudi vezir, bu mütenakız hükümleri topladı, Hıristiyan
beylerinden her birinin namına yazdığı tomarlara –ki onlar birer vasiyetname ve
talimatname demekti- o muhalif hükümlerin, birer ikişer tanesini dercetti.
Neticesinde, Hıristiyanlar fırka fırka oldular. Dinî, dünyevi münazaaya, hatta
muharebeye kalkıştılar. Tarihte Sen Bartelmi Vakası denilen bir hadise vardır ki,
mezhep taasubu yüzünden, Katoliklerin Protestanları katliam etmeleridir.
Burada izah lazım gelen bir bahis vardır.
Semavi dinlerin hemen hepsinde, birbirine muhalif görünen hükümler
mevcuttur. Bu da, ya nesihten yahut iktiza ve istidattan veyahut doğru
anlaşılamamaktan ileri gelmiştir, denilmiştir. Acaba bu hâller, Müslümanlıkta da var
mıdır?
149
Evet efendim. Nasihiyet ve mensuhiyet itibarıyla kısmen vardır. Mesela,
Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz, hicretten evvel, Kudüs’deki Beyt-ül Makdis’e
müteveccihen namaz kılmaya memur idi. Çünkü orası, ehl-i kitabın, yani hem
Yahudilerin, hem de Hıristiyanların kıblegahı idi. Medine civarındaki Yahudiler,
“Muhammed, dinimizin mensuh olduğunu söylediği halde, kıblemize karşı namaz
kılıyor” dediler. Beri taraftan Kureyş müşrikleri de: “Siz, İbrahim’in kıblesini
bırakıyorsunuz da, Yahudilerin kıblegahına teveccüh ediyorsunuz” diye söylendiler.
Hicretin ikinci senesi Recep ayında idi ki Bera bin Marur’un zevcesi ve Bişr
bin Bera’ın validesi Ümmü Bişr Radiyallahü anhüm, biraz yemek pişirmiş,
Aleyhissalat Efendimizi davet etmiş, Peygamber Efendimiz de ashaptan bazılarıyla
icabet buyurmuş, Medine haricinde ki Beni Seleme yurdunu şereflendirmişti.
Yemek ve istirahatten sonra öğle vakti oldu. Mevcut cemaatle namaza
duruldu. İkinci rekâttan sonra, Resul-u Ekrem’e, namaz içinde olan vahiy üzerine
Beyt-ül Makdis’ten Kâbe-i Mükerreme’ye dönüldü, namaz o suretle ikmal edildi ve
Beyt-i Muazzam, Müslümanların kıblegahı olarak kaldı. Bunun üzerine Yahudiler:
“Muhammed ne yaptığını bilmiyor. Bugün böyle, yarın şöyle diyor!” deme
küstahlığında bulundular. Dolayısıyla:
Arapça, Sure Bakara ayet 106.
“Biz bir hükmü nesh eder yahut unutturursak, ya ondan hayırlısını yahut
onun benzerini getiririz” ayet-i celilesi nazil oldu. Yahudiler, buna da itiraz ettiler:
“Semavi bir dinde, nesh ve tebdil olur mu?” demeye de cüret gösterdiler. Hâlbuki
ellerindeki Tevrat, iyice bir tetkik edilseydi, birçok nesh ve birçok tebdil ile dolu
bulunduğu görülürdü.
İbni Hazm’ın Kitab-ü Fisal’ine müracaat edilirse, Tevrat’ın ve İncil’in bu
yoldaki ahkâmı anlaşılır.
İşte, şu kıble değişikliği hadisesi, iktizaya göre idi. Bir de istidada göre sureti
muhalefet vardır. “Tenakehü tenaselü” ve “Hayruküm ba’ddel mieteyn,
Hafifülhaz” hadisleri arasındaki süri muhalefet gibi... Resul-u Ekrem Sallallahü
Aleyhi ve Sellem Efendimiz, birinci hadiste: “Evlenin, çoluk çocuk sahibi olun”
emrini verdiği hâlde, ikinci hadiste: “Bundan ikiyüz sene sonra, en hayırlınız
hafifülhaz olanınızdır” demiş; “Hafifülhaz nedir?” sualine de, “Çoluğu çocuğu
olmayandır” cevabını vermiştir.
Sathi bir nazarla bakılırsa, bu iki hüküm, mütenakızdır. Lakin hakikati gören
bir göze karşı hiç de öyle değildir. Umumiyet itibarıyla, Müslümanların evlenmesi,
çoluk, çocuk sahibi olup, ehl-i İslam’ın çoğalması matluptur; hatta
Peygamberimizce iftiharı muciptir. Fakat ahlakın bozulduğu, geçinmenin pek zor
olduğu bir zamanda, hususiyle kadınların her istediğini tedarik edemeyecek
kimselerin bekâr kalması hayırlıdır. Alıp da geçinemeyerek boşamaktan,
boşayamamaktansa almamak, mücerret kalmak, elbet de evladır. Demek ki şu iki
hadis arasında tenakuz yokmuş. Onları zıt gibi görmek, anlayamamaktan ileri
geliyormuş.
Lehülhamd, Müslümanlıkta yanlış zaptedilmekten ileri gelen yanlışlıklar
yoktur. Kur’an-ı Kerim, asr-ı saadette gayet doğru olarak müteferrik surette
zaptedildiği ve bazı sahabe tarafından ezberlendiği gibi, Sıddık-ı Ekber devrinde,
ashabın ittifakıyla cem olunmuştur. Binaenaleyh, fıkıh mezheplerindeki bazı cüzi ve
feri ayrılıkların esbab-ı mucibesi, rivayetin şekli değil, dirayetin, yani ayet ve
hadisin manasını anlayabilmenin neticesidir.
İşte bu hükümler gibi, tahrif edilmemiş Hıristiyanlıkta da, iktizaya ve istidada
göre verilmiş hükümler vardır. Yahudi vezir, onlardaki hususiyeti nazar-ı dikkate
150
almadı. Muhalif hükümlerin bir kısmını, bir tomarda, diğer kısmını öbür tomarlarda
topladı ve bunları umumi hükümler şeklinde gösterdi. Mesela:
يكى راه رياضت را و جوع در - ركن توبه كرده و شرط رجوع
464- Tomarın birinde, riyazet ve açlık yolunu, tevbenin ve günahlardan
dönüşün rüknü kılmış...
Bir günahkâr, riyazet çekmeyince ve aç durmayınca, tevbesi kabul olmaz,
demişti.
در يكى گفته رياضت سود نيست - اندر اين ره مخلصى جز جود نيست
465- Tomarın birinde de demişti ki: “Riyazetin faydası yoktur. Bu yolda
cömertlikten başka kurtulacak cihet bulunmaz.”
در يكى گفته كه جوع و جود تو - شرك باشد از تو با معبود تو
466- Tomarın birinde de demişti ki: “Senin açlığın da, cömertliğin de,
mabuduna karşı şirk koşman olur.
جز توكل جز كه تسليم تمام - در غم و راحت همه مكر است و دام
467- Gamda olsun, rahatta olsun, tevekkül ve teslimden başka,
amellerin hepsi hile ve tuzaktan ibarettir.
Şuraya kadar sayılan amellere dikkat edilmiştir ki, hepsi de süluk yolunda
elzem ve ehem olan şeylerdir. Mesela tevbe lazımdır. Hem de yaptıklarından
nedamet duyup rücu etmek, bir daha yapmamaya azm-ü cezm göstermek ister.
Sonra sehavet, her dinin, her tarikatin icabıdır.
Hasislik ise, kötü huyların başında gelir. Sonra tevbe, riyazet, sehavet,
tevekkül ve teslim gibi hareketlerde bulunabilmenin ancak tevfik-i ilahî ile
müyesser olduğunu bilmek gerektir. Onları ben yapıyorum diye nefsine kudret isnat
eylemek, gizli şirkte bulunmak demektir. Her hususta azim ile beraber tevekkül,
sa’y ile birlikte teslimiyet lazımdır.
Şöyle temsil edilebilir ki, bunlar adeta tıbbi ilaçlardır. Bir insan hastalanınca
onu muayene eden doktor, hastalığın iktizasına göre reçete yazar, o reçete
eczaneye götürülüp yaptırılır; kullanan hasta da iyileşir.
Kemal sahibi olmayan insanlar da manen hastadırlar, hem de hastalıkları
muhteliftir. Kendilerini bir manevi doktor, bir mürşid-i kâmil muayene ederse,
hastanın derdine göre ilaç verir. Mesela bir şahıs gayet cimri, dini dinarından
ibaret, pintilik illetine müptela... İşte onun ilacı cömertliktir. Bir diğeri mesela
oburdur. Yemekten, içmekten ve yatıp uyumaktan başka düşündüğü yok… Bunun
ilacı riyazettir, oruç tutmaktır. Başka birinde mesela benlik var, kibir var. Ben
yapıyorum, ben ediyorum diye adeta, “Kul fiilinin halikıdır” demeye kadar çıkıyor.
Bunun ilacı da, o gizli şirkten perhiz ettirmektir.
Birisi de bir iş yapmak istiyor, teşebbüse davranıyor. Fakat muvaffak olabilir
miyim, olamaz mıyım, kazanır mıyım, kaybeder miyim, diye mütereddit… Bir adım
ileri, iki adım geri atıyor. Bunun ilacı da tevekkül ve teslimiyettir.
Anlaşılıyor ya. Bunlar şahsa ve mizaca göre kullanılacak ahlaki ilaçlardır. Bu
ilaçlardan birini seçip diğerini inkâra kalkışmak mesela eczahanelerdeki karbonatlar
dursun da, diğer ilaçların hepsi satılsın demek gibi olur.
151
در يكى گفته كه واجب خدمت است - ور نه انديشه ى توكل تهمت است
468- Tomarın birinde demişti ki: “Vacip olan hizmettir. Yoksa tevekkül
düşüncesi bais-i töhmettir.
در يكى گفته كه امر و نهيهاست - بهر كردن نيست شرح عجز ماست
469- Tomarın birinde demişti ki: “Dinde varit olan emirler ve nehiyler
vardır. Fakat onlar yapılmak için değildir; bizim aczimizi, onları
yapamayacağımızı bize anlatmak içindir.
تا كه عجز خود ببينيم اندر آن - قدرت حق را بدانيم آن زمان
470- Ta ki o emir ve nehiylerde kendi aczimizi ve Hakk’ın kemal-i
kudretini görüp anlayalım.
Bu fikir de bazı sofiye ile bazı kelamcılara göre doğrudur. Onlar: “Allah,
emirlerinin tutulmasına ve yasaklarından kaçınılmasına insanda kudret halk
etmedikçe bir kimsenin, bunları yapmasına imkân yoktur” derler. Şu mütalaa,
Mutezile mezhebinde olanların fikrine aykırıdır. Onlar, “Kul, fiilinin halikıdır”
iddiasında bulunurlar. Hâlbuki bu iddia, şirke götürücü olduğu kadar da saçmadır.
Çünkü Cenab-ı Hakk:
Arapça, Sure Saffat ayet 96
“Sizi de, (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmışltır”
buyuruyor. Mutezile’nin iddiası Kelamullah’a muhaliftir.
İran şairlerinden Enverî:
“Dünyadakileri hâlden hâle değiştiren Allah’ın kazası değilse, ahval niçin rıza
hilafına cereyan ediyor?” der. Eğer kul, fiilinin halikı olsaydı, yani her istediğini
yapmaya muktedir bulunsaydı, istenilmeyen hadiselerin vukua gelmemesi lazım
gelirdi. Mesela ticaret işlerinde zarar, ilmî sahalarda hata olmamak icap ederdi.
Çünkü hiçbir tacir zarar etmeyi, hiçbir âlim hataya düşmesiyi istemez. Her ikisi de
başladığı ticarete ve ilme, zarar ve hata etmemek üzere başlamıştır. Demek ki,
kudret-i ilahîye karşısında mahlukatın aczi tahakkuk ediyor. Cenab-ı Hakk da:
Arapça, Sure Saffat ayet 96.
ayetiyle gerek insanları, gerek onların fiil ve hareketlerini yarattığını haber veriyor.
Mamafih insanın aczini bilmesi, her işi Halik’ına bırakıp da sırt üstü yatması demek
değildir.
Nebi-yi Ekrem Efendimiz: “Sübhaneke ma ağabeydnake Hakk’a ibadetike
Ya Mabud…”, yani “Ey Allahım! Seni tenzih ve takdis ederim. Senin şan-ı
Uluhiyetine layık ibadette bulunamadık” hitab-ı edibanesiyle, beşer aczinin nasıl
itiraf edileceğini bize öğretiyor. Yani hem mübarek ayakları şişinceye kadar ayakta
durmak suretiyle namaz kılıyor ve ibadette bulunuyor; hem de layıkıyla ibadet
edemediğini Halik-ı Zişanına arzeyliyor. İşte Allah’a karşı beyan-ı acz budur. Acz-i
beşerî böyle bilinir. Kudret-i ilahîye böyle anlaşılır. Yoksa Yahudi vezirin tezviratı
gibi değil!
در يكى گفته كه عجز خود مبين - كفر نعمت كردن است آن عجز هين
471- Tomarın birinde demişti ki: “Kendi aczini görme, aklını başına al.
Kendinde acz görmek, Allah’ın nimetine küfran göstermektir.”
152
قدرت خود بين كه اين قدرت از اوست - قدرت تو نعمت او دان كه هوست
472- Kendi kudretini gör ki, bu kudret ondandır. Kendindeki kudreti
Allah’ın bir nimeti bil.
Evet… İnsanlarda atiye-i ilahîye olmak üzere bir kuvvet ve kudret vardır ki,
medar-ı teklif olan da budur. İnsanlar, Allah vergisi olarak muktedir
bulunmasalardı, mükellef de olmazlardı. Mamafih bu kudretin bulunması, insanı
Allah’a karşı aczden kurtaramaz. Vezirin yanlış anlatmak istediği burası idi ki;
kendini muktedir bil, kendini azamet-i ilahîye karşısında aciz fark etme, demek
istiyordu.
در يكى گفته كز اين دو بر گذر - بت بود هر چه بگنجد در نظر
473- Tomarın birinde demişti ki: “Bu ikisinden, yani kendinde acz ve
kudret görmekten geç. Nazara sığan, görülebilen her ne varsa tevhit yolunda
manevî put sayılır.”
Nefsini aciz görmek de, muktedir vehmeylemek de, henüz şek ve şüpheden
kurtulamamak demektir. Binaenaleyh, bunları gören hatta kendini var farzeden
kimse tevhit neşesinin hakikatine varamamıştır. Onun gördüğü her ne olursa olsun
puttur, didar-ı ilahî önüne gerilmiş bir perdedir.
Fena fillah mertebesine varan zevat hakkında doğru olan bu sözün yanlışlığı,
vezirin onu avam tabakasında bulunanlara söylemesi ve ehl-i olmayanları bu sözle
iğfal etmesi idi.
در يكى گفته مكش اين شمع را - كين نظر چون شمع آمد جمع را
474- Tomarın birinde demişti ki: “Bu mumu söndürme. Çünkü nazar ve
istidlal, bir meclisin mumu gibidir.”
Vezir bundan evvelki tavsiyesinde Hakk’tan gayrisini görmenin put olduğunu,
binaenaleyh nazar ve istidlal yolundan vazgeçmenin elzem bulunduğunu söylemişti.
Burada ise, bilakis rüyete, tedkike ve istidlale teşvik ediyor. Nazarı, bir meclisi
aydınlatan muma benzetiyor. Sonra da:
از نظر چون بگذرى و از خيال - كشته باشى نيم شب شمع وصال
475- Nazar ve istidlalden geçersen, vuslat gecesinin yarısında mumu
söndürmüş, karanlıkta kalmış olursun.
İnsanlar, başlangıçta nazar ve istidlal ile memurdur. Kur’an-ı Kerim’de:
Arapça, Sure Rum ayet 50.
“Allah’ın rahmeti eserlerine bak ki arzı, ölümünden sonra nasıl diriltiyor”
buyrulmuş; arzın ölümden sonra ihyası, dirilerin öldükten sonra tekrar dirileceğine
delil gösterilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de nazar ve istidlali tavsiye eden başka ayetler
de vardır. Fakat bu tavsiye, şek ve şüpheden kurtulamayanlara, inanmak için delil
ve hüccet arayanlara göredir.
Âlimlerden biri: “Allah’ın varlığını ve birliğini yüz kadar delil ile ispat
ederim” demiş. Ariflerden biri de: “Demek ki Hakk’ın vücuduyla vahdaniyeti
hakkında o kadar şüpheniz var!” cevabını vermiş.
Evet, o gibileri; itminan kesbetmekten, imkânları yakin derecesini bulmadan
nazar ve istidlali terk edecek olursa, gece yarısı mumu sönmüş, kendisi karanlıkta
kalmış olanlara dönerler.
Vezir, bu tavsiyede de durmamış:
153
در يكى گفته بكش باكى مدار - تا عوض بينى نظر را صد هزار
476- Tomarın birinde demişti ki: “Korkma nazar ve istidlal mumunu
söndür. Müessiri bulmak için esere bakmaktan vazgeç ki, ona mukabil yüzlerce
nur görmüş olasın.”
كه ز كشتن شمع جان افزون شود - ليلى ات از صبر تو مجنون شود
477- Mum söndürülünce can şeminin nuru artar. Senin Leylan, senin
sabrından Mecnun olur.
ترك دنيا هر كه كرد از زهد خويش - بيش آيد پيش او دنيا و پيش
478- Her kim zühd-ü kanaat gösterip de dünyayı terk edecek olursa,
dünya ona doğru ziyadesiyle yaklaşır.
Dünyayı gölgeye benzetirler. Yüz çevirilince arkadan koştuğunu, arkasına
düşülünce yetişilemediğini de vech-i şebeh, yani sebeb-i teşbih olarak irat ederler.
Fakat dünya nedir? Mükerreren söylenildiği üzere, insanın serveti yahut onu
kazanmak için say-ü gayreti değildir. Belki kalbin Cenab-ı Hakk’tan gafletidir.
Nitekim Hazreti Mevlâna da bunu şöyle ifade etmiştir:
“Dünya nedir? Allah’tan gafil olmakdır. Yoksa kumaş, gümüş, oğul ve ıyal
sahibi olmak değildir. Eğer malı, Allah rızası için, fukaraya bakmak, köprü, çeşme,
hastahane ve mescit inşası gibi, Hakk’ın razı olacağı şeyleri yapmak için biriktirdin
ise, öyle mal hakkında, Resul-u Ekrem, helal bir malın, salih bir kimse için hayırlı
olduğunu söylemişdir.”
Her şeyden el etek çekmekle, dünyayı terk edebilmek, bir marifet olsa da,
her şeyin içinde iken hiçbir şeye bağlanmamak, servet ve saman ile debdebe ve
servetin varlığıyla yokluğunu müsavi görmek, elbette berkinden çok yüksek bir
fazilettir.
Dünya, insanların mesaisiyle mamur olur. Beşer, bu vazife ile mükelleftir.
Bunu yapmayanlar, vazifesini ifa etmeyenler demektir. Cenab-ı Hakk, Salih
Aleyhisselamın kavmi olan Semudîlere peygamberleri lisanından:
Arapça, Sure Hud ayet 61.
“(Salih) dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet ediniz. Sizin için ondan başka
hakiki bir mabut yoktur. O, sizi topraktan meydana getirdi, sizi orada ömür
geçirmeye memur etti. O halde, O’ndan mağfiret isteyin, sonra ona tevbe
edin, (hep ona dönün)” denildiği hikâye buyrulmuştur.
Semud kavminin, arzı imara vesile olmak üzere yaratıldıkları söylendikten
sonra, kendilerine tevbe ve istiğfar tavsiyesi, Allah-ü a’lem, onların dünyanın imarı
vazifesini ifada kusur eylemiş, hatta terk-i vazife dolayısıyla günaha girmiş
olduklarına işaret olsa gerektir. Keza, Hakk Sübhanehü ve Teala:
Arapça, Sure Enbiya ayet 105.
“Andolsun, Tevrat’dan sonra Zebur’da da yazmışdır ki, arza (ancak)
salih kullarım mirasçı olur” buyuruyor. Buradaki salih kullar, şüphesiz ki arzı
imara salahiyetli olanlardır. Nitekim Müslümanlar, ilk asırlarda, Osmanlılar da
Kanuni devrinde, dünyanın pek çok yerini istila ve oraları imar etmişlerdi. Demek ki
salahiyetleri varmış. Sonra tembelliğe vurmuşlar, kendilerinde imar salahiyeti
kalmamış. Aldıkları yerleri vermeye başlamışlar!
Peygamber-i Ekber Efendimiz, Medineyi teşrif buyurduktan sonra, Mescid-i
Şerif ile birkaç oda yaptırdı. Gerçi mescit olsun, odalar olsun, külfetsiz ve muhtasar
154
tutulmuştu. Mescidin döşemesi olmadığı gibi, odalardan bazılarının kapısı yoktu.
Perde ile örtülüyordu. Fakat bunların böyle olması, hem ehemi mühime takdim
etmek, hem de çalışmayan yahut çalışıp da artıramayan fakirlere medar-ı teselli
olmak içindi. Mescid-i Şerif, asr-ı saadette evvela toprak, sonra ufak çakıl taşı ile
döşeliydi. Hazreti Ömer zamanında, hasır yayıldı. Hazreti Osman zamanında
mükemmel surette tamir, tevsi ve tezyin edildi. Cennetle müjdelendiklerini
bildiğimiz ve her birini hürmetle yadetdiğimiz “Aşere-i Mübeşşere”den bazılarının,
sonradan yapılmış konakları vardı. Fakat o mal ile o konaklar ve saraylar, onların
kalbine girmemiş, bilakis o zevat-ı kiram, onların içine girmiş, oturmuştu.
Ulemay-ı din diyor ki, “Atüzzekah” yani “Zekât verin” emrinde, çalışıp
kazanmaya da teşvik vardır. Çünkü zekât vermek için servet sahibi olmak, servet
sahibi olmak için de çalışıp, helalinden kazanmak lazımdır. Fakat yüz kuruşa alınmış
bir malı, bin kuruşa satıp intikar yapmakla kazanılan yahut haram yollardan elde
edilen bir servet, helal olur mu, olmaz mı? Orasını, öyle yapanlar düşünsün!
Hülasa, Allah’tan gafil olmamak şartıyla, çalışıp helalinden kazanmak ve
servet sahibi olmak, dindarlığa mani değildir. İyi bilmelidir ki, muhtaç bir avuca
birkaç para koyabilmek, başkalarına el açmaktan çok hayırldır.
Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz: “El yed-ül ulya hayrun min Yedissüfla”,
yani: “Üsteki el, altdaki elden fazla hayırlıdır” buyurmuştur. Üstteki el, veren;
alttaki el de, alan el demektir.
در يكى گفته كه آن چه ت داد حق - بر تو شيرين كرد در ايجاد حق
479- Tomarın birinde demişti ki: “Allah, sana ne vermişse, onu icat
ederken sana şirin kılmıştır.
بر تو آسان كرد و خوش آن را بگير - خويشتن را در ميفگن در زحير
480- Cenab-ı Hakk’ın sana müyesser kıldığını hoşlukla kabul et. Kendini
zahmet ve meşakkate düşürme.
Yahudi vezir, evvelki tomarda dünyayı terke, züht ve kanaate, dolayısıyla
şiddet ve azimete teşvik etmişti. Sonraki tomarda ise, azimet yoluna değil, ruhsat
tarikine gidilmesini tavsiye ediyor. “Allah sana her ne vermişse o, senin nasibindir.
Ondan nefsini mahrum etmek için sıkıntıya katlanma” diyor.
Gerçi şeriatin müsadesinden istifade etmek vardır. Hazreti Ömer Radiyallahü
anh: “Dinde pek ince eleyip sık dokunmaktan sakınınız. Zira ifa ediniz” hadisini
rivayet eylemiştir. Mesela, namazda huzur-u kalb lazımdır. Yani namaz kılanın,
başka yerleri hatırından çıkarıp, yalnız Allah ile meşgul olması icap eder. Fakat
hasbelbeşeriye o saadet, çoğumuza nasip olmaz. Binaenaleyh, mümkün olduğu
kadar huzur ile namaz kılıvermek, elbette kılmamaktan hayırlıdır. İşte, mümkün
olduğu kadar huzur ile namazı kılmak, dinin ruhsatından istifade etmektir. Yoksa o
istifade, bazı mülhitlerin dedikleri gibi, emirlerde “istek şart”, yasaklarda “istek
hak” düsturuna uymak demek değildir.
Evet. Dervişliği kendi heva ile heveslerine uydurmak isteyen bir takım
dinsizler, emirlerden birine, mesela:
—Ezan okunuyor, namaz gidelim, tekliflerine maruz kalınca:
—Yoo, erenler… İstek şarttır. Fakirde ise Hakk vere? Eğer benim namaza gitmem
Hakk’ın matlubu olsaydı, bana da istek verirdi, hezeyanını edeler. Keza:
—İçki kullanmak haram değil mi, sualine muhatap olunca:
155
—İmanım, istek haktır. Dem kullanışımı Allah istemeseydi, bana da o istek
gelmezdi, saçmasını yuvarlarlar.
Evet, “istek haktır” sözü doğrudur ama benim ve senin gibilerin değil...
Cenab-ı Hakk, peygamberi için:
Arapça, Sure Haşr ayet 7.
“Peygamber size ne verdiyse onu alın” buyuruyor. Keza:
Arapça, Sure Ali İmran ayet 31.
“(Habibim; onlara) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki
Allah da sizi sevsin” emrini veriyor.
Resul-u Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem de:
“Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiş, bana isyan eden, Allah’a isyan
etmiş olur” buyuruyor. Demek ki, peygamberin her emri, Allah’ın emri ve her
istediği, Allah’ın isteğidir. O halde “istek hak” sözü Resulullah Hazretlerine ait bir
sözdür. O Peygamber-i Ekber, öyle bir zat-ı mukaddes ve muallâdır ki:
Rizay-i pakine hizmet, rizaullaha hizmetdir;
Ubudiyet ona aynile Allah’a ibadettir.
Bilverase ve bittebeıyye de, kümmelin-i evliyay-ı kiram hazaratına
mahsustur. Hazreti Mevlâna:
“Allahın vahy-ü hitabına mahzar olan zatın her buyurduğu, aynı sevaptır”
buyuruyor. Yoksa şeriatte kayıtsız, tarikatte irfansız bir takım adamların, bu
vadideki sözleri hezeyandır, hatta imana aykırıdır.
Hülasa, “Dinde güçlük yoktur” muktezasınca Müslümanlık, zorluk dini
değildir. “Allah azimetlerine riayet edilmesini sevdiği gibi, ruhsatlarına ittiba
olunmasını da sever” hadisi, yerine göre hem ruhsatın, hem azimetin makbul-ü
ilahî olduğunu haber veriyor. Ramazanda yola çıkan bir müslümanın iftar ile sonra
kaza etmesi, ruhsattır. Hem yolcu, hem oruçlu olması ise, azimettir. Bir Müslüman,
bu husustaki ruhsat-ı ilahîyeden sonra kaza etmek, yani güne gün tutmak şartıyla
istifade edebilir. Fakat Allah, bana yiyecek, içecek vermiş diye, mukim ve sağlam
bir Müslümanın oruç yemesi caiz değildir.
Asr-ı saadette, bir Ramazan içinde harbe gidiliyordu. Mücahitlerden oruç
tutanlar olduğu gibi, sonra kaza etmek üzere iftar eyleyenler de vardı. Menzile
gelince oruçlular serilip yattılar. Oruç olmayanlar su taşımak, çadır kurmak vesaire
gibi hizmetlerde bulundular. Bunun üzerine, Resul-u Ekrem Efendimiz: “İftar etmiş
olanlar sevaba nail oldular” buyurdu. Oruçlu olanlar azimeti, oruçsuzlar ruhsatı
iltizam eylemişlerdi.
در يكى گفته كه بگذار آن خود - كان قبول طبع تو ردست و بد
481- Tomarın birinde demişti ki: “Kendi isteğini bırak. Çünkü senin
tabiatınca makbul olan, kötü ve merdut bir harekettir.”
راههاى مختلف آسان شده ست - هر يكى را ملتى چون جان شده ست
482- Muhtelif ve müteaddit yollar, tabiata kolay gelmiş, onlardan her
birine bir millet ve bir din, can gibi olmuş; yani ona sarılmış kalmıştır.
هر جهود و گبر از او آگه بدى - گر ميسر كردن حق ره بدى
156
483- Eğer Hakk’ın müyesser etmesi, çıkar bir yol olsaydı; her Yahudi,
hatta her Mecusî, arif-i billah olurdu.
Vezir, bir tomarda böyle demiş, azimeti ruhsata tercih eyliyerek, eğer ruhsat
yolu salikini hakikate götürseydi, Yahudiler de, Mecusiler de Allah’a vasıl olurdu
neticesini çıkarmıştı.
در يكى گفته ميسر آن بود - كه حيات دل غذاى جان بود
484- Tomarın birinde demişti ki: “Allah’ın müyesser kıldığı şeyler,
icrasını kolaylaştırdığı hareketler, kalbin hayatı ve ruhun gıdasıdır.”
هر چه ذوق طبع باشد چون گذشت - بر نيارد همچو شوره ريع و كشت
485- Tabiata zevk veren bir şey geçince, artık o tabiatta feyiz husule
gelmez. Nebat yetiştirmeyen, çorak yere döner.
جز پشيمانى نباشد ريع او - جز خسارت پيش نارد بيع او
486- Öyle bir adamın hasılı, pişmanlıktan; alım-satımı da zarardan
başka bir şey doğuramaz.
آن ميسر نبود اندر عاقبت - نام او باشد معسر عاقبت
487- Böyle bir hareket, ibadet ve taat -yahut onları yapan- müyesser
değildir. Belki onun adı muasser olmak lazım gelir.
Yahudi vezir, bir tomarında diyordu ki: “Taat ve ibadetin müyesseri ve
muasseri vardır. Müyesser, yani insana kolay gelen hâl ve hareketler, tabiate şevk
ve şetaret verir. Kalbe hayat, ruha gıda olur. Bundan dolayı, o gibi şeyler zevk ile
neşve ile yapılır. Zorla ve isteksizlikle taat ve ibadette bulunmak, çorak ve taşlık
bir yere tohum saçmak gibidir. Çorak bir yerde ot bitmeyeceği gibi, isteksiz
ibadetten hayır gelmez. Böyle bir ibadetin yorgunluktan başka faydası olmaz.
Binaenaleyh, böyle zorla ve istemeyerek yapılan ibadetler ve onları icra edenler,
müyesser değildir, muasserdir.” O halde:
تو معسر از ميسر باز دان - عاقبت بنگر جمال اين و آن
488- Sen muasserle müyesseri ayırt et ve bununla onun, son haline bak.
Bir hadis-i şerifte: “Çalışın, salih amellerde bulunun. Herkes ne gibi bir
amel için halk edilmişse, o amel kendisine kolay gelir” buyrulmuştur; kelam-ı
Nebevi:
Arapça, Sure Leyl ayet 5–10
ayet-i kerimesiyle izah olunmuştur.
Bu nazm-ı celilin üst tarafında:
Arapça, Sure Leyl ayet 4
“(Ey insanlar;) sizin mesainiz (ve amelleriniz) hakikaten çeşit çeşittir”
denildikten sonra, buyrulmuştur ki:
Arapça, Sure Leyl: 5–10
“Bundan sonra kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse, biz
de onu en kolaya hazırlarız. Ama kim cimrilik eder, kendisini müstağni görür
ve o en güzeli yalan sayarsa, biz de ona en güç olasını kolaylaştırırız.”
157
Evet. İnsanlar olsun, taat ve ibadetler olsun, müyesser ve muasser namıyla
iki kısımdır. Hulus-u imanı ve zevk-i ikanı olanlara ibadet, gayet kolay gelir. İmanı
ve itikadı çürük olanlara da, mesela iki rekât namaz kılmaktan, fakirlere on para
sadaka vermekten daha ağır bir şey olamaz. Garipdir ki, o gibi adamlar, iki rekât
namaz kılmaya üşenirler de saatlerce dans etmekten yorulmazlar. Yine o gibileri,
nefs uğrunda avuç avuç sarfiyatta bulunurlar da, Allah yolunda on para vermeye
kıyamazlar.
Bu, böyle olmakla beraber, Allah’ın istediği peygamberin tarif ettiği yola
gitmek bana güç geliyor, diye yayılıp oturmak, çölde giden bir kafileden ayrılıp
yolda kalmak demektir. Artık öyle bir adamın halinin ne olacağını siz tasavvur edin.
Hâlbuki insanın atalet ve betalete, çalışma ile galebe çalması, nefsinin istek ve
heveslerini ayakaltına alması lazımdır. Bir hadis-i şerifte:
“Cennet, tab’a ağır gelen şeylerle ihata edilmiştir; cehennem de, nefse
hoş gelen şeylerle ihata edilmiştir” buyurulmuştur. O halde, tabiattaki ağırlığa ve
neşesizliğe bakmamalı, elden geldiği kadar iyi amellerde bulunmaya çalışmalıdır.
در يكى گفته كه استادى طلب - عاقبت بينى نيابى در حسب
489- Tomarın birinde demişti ki: “Kendine bir üstat bul. Hasep ve nesep
dolayısıyla akıbet-i umura vâkıf olamazsın.
عاقبت ديدند هر گون ملتى - لجرم گشتند اسير زلتى
490- Her millet; fikrince, geleceği gören kimseleri alarak geçinmek
istemediler. Kendi düşünceleriyle hareket ettikleri için, zillete ve felakete
uğradılar.
عاقبت ديدن نباشد دست باف - ور نه كى بودى ز دينها اختلف
491- Akıbeti görebilmek, el örgüsü ve oyuncak kabilinden bir şey
değildir. Öyle olsaydı, din ve mezheplerdeki bunca anlaşmazlık nasıl meydana
gelirdi?
Yahudi vezir, bu tomarda, bir üstat ve mürşide bağlamanın lazım olduğunu
söylüyor. Filancanın oğlu yahut torunu olmakla geleceği görmenin mümkün
olmayacağını, çünkü bunun oyuncak kabilinden bir şey olmadığını, peygamberlere
tabi olmayıp da kendi fikrine göre hareket etmek isteyen eski ümmetlerin, kahr-i
ilahîye uğradıklarını söylüyor. İkinci bir tomarda nakzetmemiş olsaydı, bu tavsiye
pek doğru bir şeydi.
Cenab-ı Hakk, ins-ü cinni, ancak zat-ı ecell-ü akdesine ibadet etmeleri için
yaratmış olduğunu:
ARAPÇA, Sure Zariyat ayet 56
“Ben cinleri de, insanları da (başka hikmetlerle değil) ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım” ayet-i kerimesiyle haber vermiştir. İşte, ne için yaratılmış
olduğunu bilmek ve sebeb-i hilkat olan ibadeti hakkıyla ifaya çalışmak, geleceği
görmek demektir. Kulluk vazifesinin hakkıyla ifası için, bir mürşid-i kâmile ihtiyaç
vardır. Burada, “Canım! Müslümanlık kitaplarda yazılı, onları okuyup anlayabilen,
pekala tatbik edebilir. Ayrıca bir mürşide ne lüzum vardır?” diye bir sual varit
olabilir. Buna karşı gerek naklî, gerek akli cevap verilir. Hakk Sübhanehu ve Teala:
Arapça, Sure Maide ayet 35.
158
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve
O’nun yolunda savaşın. Ta ki, muradınıza eresiniz” buyuruyor. Erbab-ı hakikat,
bu ayetteki “Vesile”den maksadın, mürşid-i kâmil olduğunu söylüyor.
Hüseyin Vaiz tefsirinde, Bahr-ül Hakayık’tan naklen diyor ki: Bu ayet-i
kerimede, insanların felah bulması için, dört şart gösterilmiştir.
Birincisi; “Ya eyyühellezine amenu” hitabesiyle ilk şart olarak iman
gösterilmiştir. O olmayınca, insanın çirkin ve karanlık perdelerinden kurtulması
mümkün değildir.
İkincisi: “İtteku” denilerek, takvanın lüzumuna işaret olunmuştur. Şeriat
hükümlerinin, güzel huyların menşei takvadır. Onsuz günahtan kurtulunamaz.
Üçüncüsü: “Vebteğu ileyhil vesilete” denilmiştir. Vesile, cismin ruhta fani
olmasıdır. Arif bu vasıta ile varlık perdelerinden kurtulur.
Dördüncüsü: “Vecahidu” denilmiştir. Mücahede, benliğin izmihlali ve
hüviyetin ispatıdır. Mücahit bununla vücut zulmetinden kurtulur, envar-ı şuhuda
vasıl olur.
Keza Kur’an-ı Kerim’de:
Araça, Sure Nahl ayet 43.
“Eğer bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun” buyruluyor. Vakıa nüzul
sebebine göre, buradaki ehl-i zikrden maksat: Ehl-i kitabdır. Fakat ayetin hususiyeti
ondan umumi bir meal çıkarmaya mani değildir. Örfümüzde ise, ehl-i zikr, şeyhler
ve dervişler demektir.
Bir de başka cihetten mütalaa edelim: Bugün beden ilminin âlimleri olan
doktorlar, ihtisasa fevkalade ehemmiyet veriyorlar. Şubeleri dâhilinde çalışıp başka
cihetlerle meşgul olmuyorlar. Böyle yaptıkları için de muvaffak oluyorlar. Mesela
bir mütehassıs, tıbbi ilaçların çeşitlerini, faydalarını, hangi hastalıklarda ne kadar
kullanabileceğini biliyor ve söylüyor. Üst tarafına karışmıyor. Diğer mütehassıslar
ise, o ilaçları hastanın mizacına ve hastalığının şiddet ve derecesine göre tertip ve
tatbik ediyor. Sonra her doktorun teşhisi bir olamıyor. Bazıları, bir hastalığın nevini
tayin ederken yanılıyor. Yanlış tedaviye kalkıştığı için, hastalığın artmasına sebep
oluyor. Böyle bir hâl vukuunda, tıp üstatlarına müracaat mecburiyeti hasıl oluyor.
Bazı defa onlar da labaratuar muayeneleriyle röntgen filmi alınmasına lüzum
gösteriyor da, öyle tedaviye başlıyor.
İşte Müslümanlıktaki itikat ve amelden bahseden kitaplar, tamamıyla tıbbi
eserler gibidir. Onları okuyan ve bilenlerle tababet hasıl etmiş olanlar, bilmek
itibariyle müsavidir. Fakat bir doktor için, sade tıbbi tavsiyeleri bilmek kâfi
değildir. Uzun uzun tatbikat ve tecrübe ile teşhiste meleke peyda etmek şarttır.
Bir din âlimi için de yalnız dinî kitapları okumak, onların münderecatını
herkese sağlık vermek kâfi değildir. Halkın mizacını da bilmek, ahlaki hastalığını
ona göre tedavi etmek gerektir. İşte bu suretle ahlak tedavisi yapacak kimse, hoca
olsun, şeyh olsun, mürşid-i kâmil ve tabib-i manevidir.
Gözünde zaaf olup da gözlük kullanmayanlar, vesileye, vasıtaya, mürşide
muhtaç bulunduğunu anlamayanlardır ki; o gibilerin görüşü her hâlde dumanlıdır.
در يكى گفته كه استا هم تويى - ز انكه استا را شناسا هم تويى
492- Tomarın birinde demişti ki: “Üstadı tanıdığın için, üstat sensin.”
159
مرد باش و سخره ى مردان مشو - رو سر خود گير و سر گردان مشو
493- Adam ol da, bir takım kimselerin tabiî olma. Git, başının çaresine
bak, serseriyane dolaşma.
Vezir, bir evvelki tomarda, mürşide müracaat lüzumundan bahsettiği halde,
burada onun lazım olmadığını söylüyor ve mugalâta yapıyor. Vakıa, tarikatta bir
“Üveysi”lik vardır. Nitekim Üsküdari Şeyh Osman Şems merhum, bir ilahisinde:
Gönülde buldum esrar-ı Üveysi,
Üveysiyim, Üveysiyim, Üveysi.
Ki oldum aşkının Leyla vü Kaysı,
Üveysiyim, Üveysiyim, Üveysi.
der. Üveys-ül Karani Radiyallahü anh’ın, Resul-u Ekrem s.a.v.’den vasıtasız feyz
almasına binanen, zat-i risaletten yahut evliyaullahtan birinin ruhaniyetinden
istifade etmiş olanlara “Üveysi” denilir. Şeyh Attar, Hallac-ı Mansur’un; Ebul
Hasan-i Harakani, Bayezid-i Bestamî’nin; Muhyiddin-i Arabî, Abdulkadir-i
Geylani’nin maneviyatınden istifade etmişlerdir. Maamafih, üveysiler de ya evvelce
yahut sonra yaşayan mürşide intisap ederler. Nitekim Hazreti Üveys, Sıffin
muharebesinde, Hazreti Ali’nin maiyetinde bulunmuş ve şehit düşmüştür. Zaten
“fena fişşeyh” mertebesinin ilerisi “fena firresul”dür ki, üvesilik demektir. Mamafih
bu inayet-i ilahîye, öyle herkese nasip olmaz. Üveysi olacak zatın oldukça kemal
kesbetmiş, manevi yüceliklere istidat peyda etmiş olması lazımdır.
Vezirin bunu tavsiyedeki tezviri, üveysiliği umumi bir şekilde göstermiş
olmasındandır.
در يكى گفته كه اين جمله يكى است - هر كه او دو بيند احول مردكى است
494- Tomarın birinde demişti ki: “Bunların hepsi birdir. İki gören, şaşı
bir zavallıdır.”
در يكى گفته كه صد يك چون بود - اين كى انديشد مگر مجنون بود
495- Tomarın birinde demişti ki: “Yüz, nasıl bir olur? Böyle düşünen
delidir.”
هر يكى قولى است ضد همدگر - چون يكى باشد يكى زهر و شكر
496- Her biri diğerine zıt bir sözdür. Nasıl olabilir ki, biri zehir, öbürü
şekerdir?
Yahudi vezir, son iki tomarda, vahdet ve kesret ile vücut ve zuhur bahislerini
karıştırmış; birinde, arayacağın üstad da, sen de birsiniz, ondan başka bir şey
değilsiniz, demiş; diğerlerinde ise, bir ile doksan dokuz arasındaki farkı ileri
sürmüş; “Biri zehir, biri şeker olan iki şey, nasıl bir olur?” sualini irat eylemiştir.
Yüzün, bir olmayacağı müsellem olmakla beraber; yüzün, birden husule
geldiği de malumdur. Vücut, yani varlık; fakat ezelî ve ebedi olup da bir mucidin
icadına muhtaç olmayan varlık, birdir ki, o da Hakk’ın varlığıdır. İşte bizim gibilerin
anlayabileceği “Vahdet-i vücut” bu kadardır. Eşyanın vücudu, daha doğrusu zuhuru
ise, kendiliğinden değildir. Mucid-i vahidin icat ve izharı eseridir. Bunu mümkün
mertebe anlatabilmek için, deniz ile dalga ve köpüklerini misal getirirler. Sakin bir
havada deniz, düz bir satıhtan ibaret görünür. Fakat bir fırtına esnasında, o düz
satıh görünmez olur. Onun yerine, köpüklü köpüklü dalgalar müşahede edilir.
Dalgaların çarpışıp köpürmesi bir müddet sürer. Hava sakinleşince, dalgalar ve
160
köpükler kaybolur. Ortada kalan denizden ibaret olur. İşte, tamamıyla benzememek
şartıyla deniz: Vücud-u Mutlak; dalgalar ve köpükler de: Eşyanın zuhuru!
Benim ifade edip anlatabileceğim bu kadardır. Bahsi merak edenler,
erbabına müracaatta bulunmalıdır. Mamafih bunların sadece lafızlarıyla uğraşmak,
vahdeti kesretten, kesreti vahdetten ayırt etmek de zevki vahdete engel teşkil
eder. Bunu beyan için, Hazreti Mevlâna diyor ki:
“Sen zehirden ve şekerden vazgeçmeyince, vahdet bahçesinden nasıl koku
alabilirsin?”
İnsanın beyni, zehirin acılığı ve şekerin tatlılığı ile meşgul olmamalı ki,
burnunun duyacağı bir kokuyu alabilsin. Bunun gibi, vahdet kokusu almak
isteyenler, o kokunun koklanmasına mani olacak her düşüncenden can burnunu
temizlemelidir. Dolmuş bir kaba konulacak bir şey oraya sığmaz, dökülür.
اين نمط وين نوع ده طومار و دو - بر نوشت آن دين عيسى را عدو
497- İsa dininin düşmanı olan o Yahudi vezir, bu tarzda ve çeşitte, on iki
tomar yazdı.
Vezirin tezvir ve sapıtmak için kullandığı hükümler arasındaki ayrılığın, hakiki
olmayıp, suri ve sathi nazarlara göre olduğunu anlatmak için, Hazreti Mevlâna
buyuruyor ki:
“BU İHTİLAFLARIN GÖRÜNÜŞÜNÜN SURETTE OLUP, HAKİKATTE OLMADIĞININ
BEYANI”
بيان آن كه اين اختلفات در صورت روش است نه در حقيقت راه
او ز يك رنگى عيسى بو نداشت - وز مزاج خم عيسى خو نداشت
498- Yahudi vezir, İsa’nın tek renkliliğinden koku almamış olduğu gibi,
İsa küpünün mizacından da huy edinmemişti.
جامه ى صد رنگ از آن خم صفا - ساده و يك رنگ گشتى چون صبا
499- Yüz renkteki elbise, o safi küpte, saba rüzgârı gibi, sade ve tek
renk olurdu.
Hazreti Pir, şu iki beyit ile tarihi vakalardan ve Hazreti İsa’nın
mucizelerinden birine işaret ediyor.
Hazreti İsa’nın hayatının nasıl geçmiş olduğu, pek de malum değildir.
Kendisini Allah’ın oğlu, hatta Allah’lık derecesine çıkaran Hıristiyanlar bile, onun
Arz üzerindeki 33 senelik hayatını, nerelerde ve nasıl geçirmiş olduğunu layıkıyla
bilmezler. Buna rağmen, nerelerde ve nasıl geçirmiş olduğunu layıkıyla bilmezler.
Buna rağmen, Hayat-ı Muhammediye, doğumu anından vefatına kadar,
mükemmelen mazbutur. Peygamberimizin nasıl ve nerede doğduğunu, nerelere ve
ne suretle gittiğini, kimlerle görüşüp ne gibi dinî talimatta bulunduğunu, biz
Müslümanlar, hamd olsun bildiğimiz için Resul-u Ekrem s.a.v. Efendimize Abdullah,
Resulullah, Habibullah demekle iktifa ederiz. Hâlbuki Hıristiyanlar, hayatının bir
kısmını nasıl geçirdiğini bilmedikleri Hazreti İsa’ya, Allah’ın oğlu ve Allah (!)
demeye kadar işi ileri götürürler.
Hazreti İsa, Kudüs’te Beytüllahim’de, babasız, olarak doğmuştu. Gerçi
tabiaten babasız çocuk olmaz. Fakat mucize tabiatin üstünde olan, benzerini
yapabilmekte insanları aciz bırakan hadise demektir. İsa’nın babasız olduğunu garip
görenlere, Hazreti Kur’an, Adem Aleyhisselam’ın yaratılışını gösteriyor. Öyle ya!
161
İsa’nın, hiç olmazsa anası vardı. Adem’de ise, o da yoktu. Meşhur Darvin, insanların
maymundan azma olduğunu, insanların babasının da bir maymun yavrusu olduğunu
söylemiş. Muvakkaten kabul edelim; fakat o nazariyeye inanmış insanlara soralım:
“İnsanların aslı maymun ise, maymunların aslı ve onların da aslı nedir? Bu birçok
asırlar hangi mahluktan neş’et ettiler? O mahluk, ilk defa ne suretle vücuda geldi?”
Zannederim ki Darvin ile taraftarlarından, ikna edici bir cevap alamayız.
Binaenaleyh, Hazreti Adem ile Hazreti İsa haklarında, Allah’ın ve Peygamberimizin
bize telkin ettiği itikadı değiştirmeyiz. Yahudiler, İsa’nın doğuşundaki mucizeyi
kafalarına sığdıramadıkları için, Zekeriyya Aleyhisselamı zina isnadıyla şehit ettiler.
Hazreti Meryem’i recmetmeye, yani taşla öldürmeye kalkıştılar. Lakin Hazreti İsa,
kundakta ve beşikte iken konuşmaya başladı. Kendisinn Abdullah ve Resulullah
olduğunu söyledi. Bunun üzerine Yahudiler, Hazreti Meryem’den ellerini çektilerse
de, dillerini tutamadılar. Hazreti Meryem’in Yusuf Neccar diye meşhur bir
amcazedesi vardı. Dedikodunun önünü almak için Hazreti Meryemle Hazreti İsa’yı
Mısır’a götürdü. 12–13 sene orada oturdular. Mısır’da Kalyubiye müdüriyeti
dâhilindeki Matariye merkezinde, bir ağaç varmış ki, ona “Şerceret-ül Azra”
denilir; Hazreti Meryem ile Hazreti İsa’nın o ağaç altında oturmuş olduklarına itikat
olunur ve o münasebetle hala ziyaret edilirmiş. Aile-i İseviye’nin, bu müddet
zarfındaki hayatına dair hiçbir malumat yoktur. Sonra, Akka vilayetindeki Nasıra
köyüne gelmişler, orada yerleşmişler. Güya Hıristiyanlığın bu köyden çıkmış
bulunması, İsevilere “Nasranî” nispetini kazandırmış.
Kadı Tefsiri haşiyesinde, Şeyhzade merhumun da yazdığı veçhile, Hazreti
Meryem, oğlunu bir boyacının yanına çırak vermiş; fakat Mısır’da mı, Nasıra’da mı?
Belli değil. Her neredeyse, bir gün ustası, Hazreti İsa’ya, birkaç kumaş vermiş,
renklerine göre batırılacak boya küplerini de göstermiş ve işine gitmiş. Mesih
Aleyhisselam, o kumaşların hepsini bir küpe daldırmış, bırakmış. Ustası gelip işi
anlayınca, hiddetlenmiş. Fakat Hazreti İsa, bir boya küpünden istenilen renge
boyanmış kumaşlar çıkarmış.
İşte Hazreti Mevlâna, bu mucizeye işaret ediyor. İsa’nın küpünden rengârenk
kumaşlar çıktığı gibi, vahdet küpünden de böyle türlü türlü renk ve şekilde
mahlukların zuhur eylemiş olduğunu, eşyadan görülen şu kesretin yegâne
menbaının, vahdet bulunduğunu anlatmak istiyor. Lakin Yahudi vezirde, Ruhullah’ın
feyzi ve neşvesi bulunmadığı için, İncil’deki hükümlerin nevilerine baktı; fakat
menba itibarıyla onların bir olduğunu idrak edemedi, diyor.
Hazreti Mevlâna, bundan sonra vahdet âlemindeki tek renkliği beyan ediyor:
نيست يك رنگى كز او خيزد ملل - بل مثال ماهى و آب زلل
500- O tek renklik, usandıracak bir şey değildi. Belki balık ile tatlı su
gibidir.
İnsanın tabiatı halden hale, şekilden şekile değişmeye meyyaldir. Daima bir
renge bakmaktan usanır. Fakat vahdet âlemindeki tek renklik, daha doğrusu
renksizlik; öyle usandıracak bir şey değildir. Su da tek renktir yahut renksizdir, ama
balıklar ondan usanmazlar. Çünkü hayatları onunladır. Hava ile karadaki hayvanlar
da böyledir.
ماهيان را با يبوست جنگهاست - گر چه در خشكى هزاران رنگهاست
501- Karada binlerce renk olmakla beraber, balıkların kurulukla cenkleri
vardır.
162
Denizdeki renksizliğe mukabil, karada açığından koyusuna, parlağından
donuğuna kadar sayısız renkler vardır. Lakin o renkler, denizdeki mahluklara hiç de
hoş gelmez. Çünkü onlar, karada yaşayamazlar. Bunun gibi, vahdet deryasının balığı
olan zevat-ı kiram da, bu kesret âleminden kaçınırlar.
كيست ماهى چيست دريا در مثل - تا بدان ماند ملك عز و جل
502- Balık kimdir, deniz nedir ki; misal yoluyla Hüda-yi azze ve cel,
onlara benzesin?
Hazreti Mevlâna, vahdet âlemi ile ilahî vahidi, bizim gibilere anlatmak için,
vahdet âlemini denize, o âleme mensup olanları da balığa benzetmek suretiyle
bahsi izah etmek istemişti. Bu beyt-i şerif ile misalin benzetilene mutabık
olmadığını bildiriyor.
Evet, bir şeyi kolayca göz önüne getirmek, bahsi muhataba mümkün mertbe
anlatabilmek için teşbih ve temsil yapılır. Ekseriya maneviyatın anlaşılması için, bu
usule müracaat olunur. Zaten, Mesnevî-i Manevi’nin anlaşılması için, bu usule
müracaat olunur. Zaten, Mesnevî-i Şerif’in herkesçe makbul olması, fehmine göre
anlaşılmasından, bu anlayışta teşbihlerin çokluğundandır. Maamafih hiçbir vakit
teşbih, teşbih olunanın; misal de misal verilenin aynısı olmaz. Filan, aslan gibidir
teşbihinden, bir adamın yiğitliği anlaşılmakla beraber, o adamın tamamıyla bir
aslan olduğu, kimsenin hatırına gelmez. Maddiyatta ve göz önünde olan şeylerde
böyle olunca, maneviyatın maddiyat ile temsili, o kadar uzaktır. Hususiyle eşi ve
benzeri olmayan Allah’ı teşbih ile hatta tenzih ile temsil edebilmek mümkün
değildir. O Allah ki:
صد هزاران بحر و ماهى در وجود - سجده آرد پيش آن اكرام و جود
503- Bu vücut âleminde, yüzbinlerce deniz ve balık, o ikram ve lütuf
sahibinin huzurunda secdeye kapanır.
چند باران عطا باران شده - تا بدان آن بحر در افشان شده
504- Ne kadar kerem yağmuru yağmıştır ki, onun feyziyle denizler inci
yetiştirmiştir.
چند خورشيد كرم افروخته - تا كه ابر و بحر جود آموخته
505- Hakk’ın keremi, güneşi ne kadar ışık saçmıştır ki, bulutlar ve
denizler ondan cömertlik öğrenmiştir.
پرتو دانش زده بر آب و طين - تا شده دانه پذيرنده ى زمين
506- O kerem güneşinden bir ilim parıltısı, suya ve çamura aksetmiş de
toprak, taneyi kabul eylemiş ve yetiştirmiştir.
Eski şairler, namına kaside yazdıkları bir kimsenin cömertliğinden bahsetmek
için, onu buluta ve denize benzetirlerdi. Hazreti Pir de, bir kaç beyit evvel, vahdet
âlemi ile ora mensuplarını balığa benzetmiş, sonra bu teşbihinin pek uzak olacağını
söylemişti. Daha sonra, cevad-ı mutlak olan Allah’ın cömertliğine hiçbir şeyin misal
olamayacağını bildirmişti. Cömert insanları denize benzetirler. Fakat Allah’ın
cömertliği huzurunda yüz binlerce deniz, secde-i takdise kapanır. Çünkü o
denizlerin inci yetiştirmesi, yine rahmet-i ilahîyenin eseridir. Keza, cömert
kimseleri buluta benzetirler. Lakin buluta yağmur yağdırmak hassasını verip,
öğreten de Allah’tır, buyurmuştu. İşe o kerem ve o atıfet cümlesinden biri de, suya
163
ve çamura kabiliyet vermesi ve ıslak toprağın sinesine gömülen tohumu
yetiştirmesidir.
خاك امين و هر چه در وى كاشتى - بى خيانت جنس آن برداشتى
507- Toprak emindir. Ona her ne ekersen hıyanetini görmezsin. Ektiğin
şeyin cinsini ziyadesiyle alırsın.
اين امانت ز آن امانت يافته ست - كافتاب عدل بر وى تافته ست
508- Allah’ın adalet güneşi, toprağın üstünde parlamış; toprak, bu
eminliği, o adalet güneşinin emanetinden bulmuştur.
Toprağa ekilen bir tohum çürük olmadıkça yahut karınca ve böcek gibi
haşarat tarafından ziyan edilmedikçe, toprağın bağrında saklı kalıyor. Kemal-i
emniyetle muhafaza ediliyor. Hatta bir müddet orada durduğunun mükâfatı olmak
üzere bire beş, bire on yahut daha da fazlasıyla iade olunuyor. İnsan bankaları,
yüz kuruşa mukabil senede ancak beş-altı kuruş faiz verdiği halde; toprak bankası
yahut Allah’ın hazinesi, bire yediyüz mükâfatıyla mevduatı iade ediyor. Bunu ben
söyleniyorum, kelam-ı ilahî beyan ediyor.
Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:
Arapça, Sure Bakara ayet 261
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her
başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir. Allah kime dilerse ona
kat kat verir.”
Demek ki, ziraatte bire yediyüz mahsul almak, hatta murad-ı ilahî taalluk
ederse, daha fazlasını kaldırmak imkânı varmış. Bizim çiftlerin böyle bir bereketi
rüyalarında bile görmemeleri, ziraati dedelerinden, babalarından gördükleri gibi
yapmalarındaki kusurdan, fennin icaplarına riayet etmemelerinden ileri gelir.
İşte topraktaki şu eminlik, şu feyz ve bereket, ancak ve ancak, üstündeki adl-i ilahî
güneşinin parlamasından mütevellittir. Yoksa bir yığın toprağın böyle bir cömertlik
göstermesi ne haddidir?
تا نشان حق نيارد نو بهار - خاك سرها را نكرده آشكار
509- Bahar mevsimi, Hakk’ın fermanını getirmeyince toprak, dahilindeki
sırları izhar etmez.
Nişan: Hükümdarlar tarafından verilen ferman demektir. Onu yazana da
“Nişancı” derler. Buradaki “Nişan-ı Hakk”, Allah’ın emri ve iradesi manasınadır.
Evet. Sonbaharda ve kışa doğru tarlalar sürülür, tohumlar atılır. Kış gelir;
yağmurlar, karlar yağar. Taneyi saklayan topraklar karla örtülür. Nihayet bahar
mevsimi hulul eder. Baharın gelmesi, nebatların zuhura çıkması için izin verilmesi
demektir.
Arapça, Sure Rum ayet 50
“(Ey insanlar;) rahmet-i ilahîyenin eserlerine bakınız ki, ölmüş olan arza
nasıl hayat veriyor” nazm-ı celilinde beyan buyrulduğu üzere, Allah’ın rahmet ve
inayeti, zemine yeniden hayat verir. Adeta, öldükten sonra dirilmeyi hatırlatır.
Canlandığının alameti olmak üzere çemenler baş göstermeğe, toprağın sathı
yeşermeye başlar.
Dane toprak içre zahmet çekdiğiçün nice dem,
Baş çeker, harmanlanır, arayiş-i bostan olur.
164
Ekinler davranır, tarlalar yeşil bir deniz gibi dalgalanır. Sinsesine ekilen bir
tohumu, toprağın bir müddet saklanması, emr-i ilahîyi almaksızın onu meydana
çıkarmaması da, yine eminliğinden ve Hakk’ın fermanına gereği gibi itaatindendir.
آن جوادى كه جمادى را بداد - اين خبرها وين امانت وين سداد
510- O sahiy-yi mutlak olan Cenab-ı Hakk, toprak gibi bir cansıza, bu
haberleri anlamak ve bu kadar emin ve doğru olmak hassasını vermiş; onu
cansızlara mahsus bir idrak ile yaratmıştır.
مر جمادى را كند فضلش خبير - عاقلن را كرده قهر او ضرير
511- Fazl-u kerem ile cansızı habir ve müdrik kılan Allah, kahr-u
celaliyle de bazı akılları kör eder.
Onları en açık hakikatleri görmez bir hale getirir. Hakikaten böyle değil mi?
Bu gün insan zekâsı sayesinde telefonla konuşuluyor; hatta konuşanların hayalini bir
levhaya aksettiriyorlar. Avrupa’dan Amerika’yı, Amerika’dan Avrupa’yı görüp
gösterebilenler arasında, O’nun birliğini görmeyenler bulunuyor.
جان و دل را طاقت آن جوش نيست - با كه گويم در جهان يك گوش نيست
512- Canda, gönülde, o cuş-u huruşa takat yoktur. Kime söyleyim ki,
dünyada istidatlı ve kabiliyetli bir kulak mevcut değildir.
Yani neden bu böyle oluyor, denilecek ve izahı istenilecek olursa, ondaki
hikmetin anlaşılmasına herkesin canında ve gönlünde, tahammül edebilecek kadar
takat yoktur. Bu gibi anlaşılması güç hakikatleri işitmeye istidatlı kulak
bulunmalıdır. O ise, maalesef yok denilecek derecede nadirdir. Binaneleyh
hikmetini sormamalı: “Hikmet ne ise, kendi bilir hikmetin ancak” deyip geçmelidir.
Hazreti Mevlâna, “Ba ki guyem der cihan yek guş nist” mısraı dolayısıyla
kulağın ehemmiyetinden kısacası bahsetmek için diyor ki:
هر كجا گوشى بد از وى چشم گشت - هر كجا سنگى بد از وى يشم گشت
513- Nerede bir kulak bulunduysa, ondan Allah’ın inayetiyle göz oldu.
Nerede bir taş bulunduysa, yine inayet-i Hakk ile yeşim derecesine çıktı.
Malumdur ki, tebliğin vasıtası lisan, tebellüğün vasıtası kulaktır. Daha
açıkçası, dilin söylediğini kulak işitir. Erbab-ı ilim arasında bir söz vardır: “Fem-i
muhsinden telakki lazımdır” derler ki, “Bir ilmi, erbabından öğrenmek gerekir”
demektir. Her ilimde bu lazım olduğu gibi, mesela ilm-i kıraat gibi hususiyeti
olanlarda elzemdir. O fem-i muhsinden sudur edecek sesleri ve lafızları işitebilmek
için, kulakta sıhhat ve selamet bulunmalıdır. Gözü görmeyen bir adam, kulağı
vasıtasıyla hafız olabilirse de, bir sağır, hususiyle anadan doğma sağır, konuşmayı
bile öğrenemez de, dilsiz kalır.
Bir kulağın maddi ve uzvi kusuru, sahibini, nasıl konuşmaktan bile mahrum
ederse maneviyatındaki noksan da, yine sahibini, manayı anlamaktan ve hakikati
idrak etmekten geri bırakır. Zaten o gibiler, her yönden şekavete uğramış
olanlardır. Onlara karşı söylenilecek sözlerin faydası yoktur. Çünkü kalpleri olsun,
kulakları olsun, şekavet damgasıyla mühürlenmiştir. Binaenaleyh:
Naye dedim, yare karşı ah-ü efgan eyleme
Bir kulağından girerse bir kulağından çıkar
165
tasvirine uygundurlar. Öylelerine hakikatten ve marifetten bahsetmek, ehliyetsiz
olanlara hikmet talimine kalkışmaktır ki; o zaman, hikmete zulmedilmiş olur. Fakat
işitme zevki kusursuz olan bir kimse, kulağıyla fem-i muhsinden ve insan-ı kâmilden
işiteceği sözleri iyice duyup anlar, sohbetin feyzi ve Allah’ın tevfikiyle eşyanın
hakikatini, görür göz derecesine çıkarır. Ehlinin malumudur ki, tarikatte iki esas
vardır: Biri hizmet, diğeri sohbettir. Hatta hizmet de, sohbet feyzine nail olabilmek
içindir.
Hazreti Mevlâna: “Evliyaullah ile bir an birlikte bulunmak, kendisine yüz sene
takva üzerine yaşamaktan hayırlıdır” der. Sohbet-i Nebeviye şerefini iktisap etmiş
olan bahtiyarlara “Ashap” deniliyor. Mübarek isimleri, her vakit hürmetle
“Radiyallahü anhüm” duasıyla yadediliyor. Hâlbuki onların içinde, o şereften pek az
istifade etmiş, hatta İslam’a girip de bir vakit namaz kılmadan şehadete ermiş
olanlar da vardır.
Hazreti Mevlâna, Hakk’ın feyziyle müsteid bir kulağın, görür göz derecesine,
bir taş parçasının da cevheriyet mertebesine yükselebileceğini söyledikten sonra,
İlahî senaya dönerek diyor ki:
كيميا ساز است چه بود كيميا - معجزه بخش است چه بود سيميا
514- Allah, kimya yapıcıdır. O’na karşı kimyanın ne ehemmiyeti vardır?
Allah peygamberlerine mucize ihsan edicidir. O’na karşı simyanın ne değeri
olabilir?
Malum ya, eskiden bakırı altın yapmak sanatına kimya denilirdi. Bir takım
ecza karıştırılıp bulunacak iksir ile altın yapılabilir vehminde bulunur, bunun için
birçok paralar sarfolunurdu. Hazreti Pir’in burada, o kimyadan bahsetmesi, ona
inandığından değildir. Şöhretine binanen, misal olarak irat eylemiştir.
Kimya sanatını bilenler, madenlerin mahiyetlerini değiştirebilirlermiş; bu
kudreti de, kimya sayesinde bulurlarmış. O kimyanın sıhhati farzolunsa ve o ilim,
hakiki itibar edilse bile, kudret-i ilahîye karşısında ehemmiyeti yoktur.
Kudretullahı temsil için misal olamaz.
Keza, simya denilen bir ilim varmış. Bunu bilenler, hokkabazlık kabilinden bir
takım hünerler yaparlarmış. Hâlbuki simya ve sihir gibi şeyler, peygamberlerin
mucizesi ve evliyanın kerameti karşısında, söner gider. Mısır sihirbazlarının, yılan
şeklinde gösterdikleri ip ve değinekleri, asay-ı Musa’nın yutması gibi… İnsanların
harikulade buldukları simyayı da, sihri de tesirsiz bırakan mucize ve keramet,
şüphesiz ki nispet kabul etmeyecek derecede, onların fevkindedir. O fevkalade
kudret ve kuvveti, kullarından bazılarına ihsan buyuran ise, Hakk Sübhanehu ve
Tealadır. O halde kimya ve simya gibi mevhumların, o Hakikat-i Mutlak huzurunda
ne değeri olabilir?
اين ثنا گفتن ز من ترك ثناست - كين دليل هستى و هستى خطاست
515- Benim bu senakarlığım, terk-i sena demektir. Zira varlık delildir,
darlık ise hatadır.
Hazreti Pir Efendimiz, Hakk’ın senasına ve hamdine dair bazı hakikatler
söylemişti… Burada da diğer bir hakikatin beyanı için buyuruyor ki: “Benim bu
sözleri söyleyişim, senayı terk demek olur. Nitekim Aleyhisselatü Vesselam
Efendimiz de, mealen: “Ya Rabbi! Ben sana layık medh-u senayı yapamam. Sen
zatını nasıl sena etmisşen öylesin” buyurmuştur. Allah’a karşı hamdden acz, en
büyük hamd olduğu gibi; senadan acz de, en büyük senadır. Bundan başka
“Biliyorum ki, sen şöylesin; anlıyorum ki, sen böylesin” vaadinde senalara girişmek;
166
nefsine ilim ve idrak hatta vücut vermek vehmine düşmek olur. Hâlbuki: “Senin
varlık vehminde bulunuşun öyle bir günahtır ki, ona başka hiçbir günah kıyas
edilemez” kaidesince, en büyük hata varlık vehmine kapılmaktır.
پيش هست او ببايد نيست بود - چيست هستى پيش او كور و كبود
516- Cenab-ı Hakk’ın varlığı huzurunda yok olmak lazımdır. Şu varlık
dediğimiz mevhum vücut, ona nispetle arta kalmış, menfaatsiz ve
ehemmiyetsiz bir şeydir.
گرمى خورشيد را بشناختى - گر نبودى كور از او بگداختى
517- Eğer vücut dediğimiz, kör ve gayri müdrik olmasaydı, hakiki varlık
güneşinin hararetini hisseder ve o hararetle erirdi.
ور نبودى او كبود از تعزيت - كى فسردى همچو يخ اين ناحيت
518- Yine o vücut dediğimiz matemzede bulunmasaydı, bu nahiyede
nasıl buz gibi donardı.
Seyyid-ütTaife Cüneyd-i Bağdadi Kuddise sırruhu: “Hadis, kadime yaklaşınca
eseri kalmaz” demiştir. Denize düşen bir damla suyun eseri kalmadığı gibi…
Hazreti Mevlâna, Allah’ın varlığı huzurunda yok olmak lazım geldiğini beyan
ettikten sonra, bizim varlık dediğimiz şeyin vücud-u ilahîye nispetle hiç hükmünde
bulunduğunu söylüyor. Eğer böyle bir şey olmasaydı, yani halkı varlık vehmi istila
edip de Hakk’tan gafil bırakmasaydı, onlar cansızlar halinde kalmazlardı,
buyuruyor. Bundan sonra da, vezir hikâyesine dönerek diyor ki:
---------------------------------------Birinci cildin sonu------------------------------
167

Konular