Arap Baharı ve Yansımaları

Kapak Konusu
8
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36
Arap Baharı ve Yansımaları
The Arab Spring and Its Reflections
Doç. Dr. Tarık OĞUZLU
ORSAM Ortadoğu Danışmanı
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Abstract
The subject of this study outlines the new dynamics in the Middle East caused by the events called the Arab
Spring. In this context, first of all, the cornerstones of the regional system in pre-Arab Spring period will be
discussed. Then, the emerging developments at national, regional, and international levels will be analyzed.
And finally, as a result of all these observations, how we should define the current developments in the most
correct way will be discussed. It is assumed that showing these developments as a “spring”, “revolution”, or as
a “renaissance” is important to predict the future.
Ortadoğu’daki halk hareketleri, Türkiye ile Arap Birliği arasındaki ilişkilerin güçlenmesine ve yeni boyutlar kazanmasına neden oldu.
Kapak Konusu
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36 9
Kısa süren bahar mevsiminin ertesinde sıcak bir yazın ve sonrasında
ise işlerin tamamen ters giderek soğuk bir kışın yaşanacağı algısı pek
isabetli değildir. Bu eski düzenin er ya da geç tekrar kurlabileceğini
akla getirmektedir.
Giriş
Geçen senenin Aralık ayında Tunuslu bir seyyar
satıcının güvenlik güçlerinden görmüş olduğu
kötü muameleyi protesto etmek amacıyla kendisini ateşe vermesinden bu yana tam bir sene
geçti. Bu zaman zarfında hem Ortadoğu’da tarihin akışı hızlandı hem de doğurdukları sonuç-
lar anlamında ortaya çıkan gelişmeler devrimsel
özelilkler gösterdi. Kimsenin devamından şüphe
etmediği, yıkılmaz addedilen yönetimler birer
birer tarih sahnesinden çekilmeye başladılar. Kamu oyunun ve halkın gücünün siyaset sahnesinde etkili olmaya başlamasıyla, bölgenin değişmez
varsayılan dinamikleri altüst olmaya başladı. Gelişmelerden doğrudan ve dolaylı etkilenen bölge
ve bölge dışı ülkeler dış politika ve güvenlik çı-
karlarını eskisine nazaran daha farklı tanımlamaya başladılar.
Bu yazının konusu Arap Baharı olarak adlandı-
rılan olayların Ortadoğu’da ortaya çıkardığı yeni
dinamikleri ana hatlarıyla özetlemek olacak. Bu
bağlamda ilk olarak Arap Baharı öncesi bölgesel
düzenin temel yapı taşlarını tartışacağız. Daha
sonra, ortaya çıkan gelişmeleri ulusal, bölgesel ve
uluslararası düzlemde analiz etmeye çalışacağız.
Son olarak da bütün bu gözlemlerin neticesinde,
yaşanmakta olan gelişmeleri en doğru şekilde
nasıl tanımlamamız gerektiğini tartışacağız. Gelişmelerin bir ‘bahar’ mı, ‘devrim’ mi, yoksa ‘uyanış’ mı olduğunu göstermenin bundan sonrasını
öngörmede önemli olduğunu varsayıyoruz.
Öncesi
Arap Baharı öncesi geçerli olan bölgesel yapının
belki de en önemli özelliği mevcut rejimlerin
neredeyse tamamının temsili ve demokratik olmayan karakteriydi. İktidarda bulunan yönetimlerin çoğu meşruiyetlerini ya askeri bir darbeye
ve bunun neticesinde oluşturulan baskıcı devlet
kurumlarına ya da kraliyet bağlarına ve monar-
şik bir geçmişe dayandırmaktaydı. Bütün bölge
ülkelerinin, Türkiye ve İsrail’i dışarıda tutmak
kaydıyla, paylaştıkları orta nokta kamu oyunun
ve halkın meşruiyet oluşturmada etksiz kaldığıydı. Meşruiyet ideolojilerden, zengin dogal kaynakların ulufe dağıtır mantığıyla halka dağıtılmasından, baskıcı devlet kurumlarının mevcudiyetlerinden ve dış düşmanların yaratılmasından
kaynaklanmaktaydı.
Bu minvalde dikkat çekici bir gözlem yöneticilerinin halklarının gözünde meşru görüldüğü ülkelerin Arap Baharından doğrudan etkilenmedi-
ğidir. Bu ülkelerde iktidarları değiştirmek adına
halkın sokağa dökülmesi söz konusu olmamıştır.
Bu perspektiften bakıldığında İsrail, İran ve Türkiye diğer bölge ülkelerinden farklılaşmaktadırlar. En fazla meşruiyetin yaşandığı ülkelerde halk
hareketleri hiç yaşanmazken, meşruiyetin daha
az olduğu ülkelerde, ki bunlar daha çok monarşi
ile yönetilen ülkelerdir, halk hareketleri kısa sü-
reli olmuş ve rejimin değişmesiyle sonuçlanmamıştır. Monarşik yönetimlerin halklarıyla kurmuş oldukları meşruiyet ilişkisi baskıcı otoriter
rejimlere nazaran daha güçlüdür. Meşruiyetin en
az olduğu ülkelerde ise (Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye) ortak nokta yönetimlerin iktidara
bir askeri darbe neticesinde gelmeleri ve rejimlerinin devamını garanti altına almak adına baskıcı
devlet kurumları tesis etmeleridir.
Arap Baharı öncesi dönemin ikinci temel özelliği, genel olarak bölgenin özel olarak da böl-
Kapak Konusu
10
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36
gedeki ülkelerin çoğunun uluslararası siyaset
bağlamında nesneleştirilmesi ve araçsallaştırılmasıdır. Ortadoğu tarih sahnesindeki önemini
bölge dışı küresel aktörlerin bölgeye ilişkin çı-
karları bağlamında edinmiştir. Bölgesel dinamiklerin belirlenmesinde bölge aktörleri genelde
etkisiz ve pasif kalmışlar, bölge dışı aktörlerin
bölgeye ilişkin vizyonlarının gerçekleştirilmesinde araç olarak kullanılmışlardır. Geçmişte
Osmanlı İmparatorluğu’nun, daha sonra Büyük
Britanya’nın, son elli yıldır da Amerika Birleşik
Devletleri’nin bölgesel dinamikleri belirleyen en
önemli aktörlar olduklarını görmekteyiz. Küresel hakimiyet mücadelelerinin bölgesel aktörleri
daha da nesneleştirmesi ve bölge insanını kendi
kaderini belirleme noktasından giderek uzaklaş-
tırması bu yapının doğal sonucu olmuştur.
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken üçüncü nokta Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgeye ilişkin
politikalarının bölgenin genel dinamiklerinin
oluşmasında çok önemli olduğudur. Bölgedeki
rejimlerin birbirlerini nasıl algıladıkları ABD’nin
onları nasıl algıladığıyla yakından alakalıdır. Bölgedeki rejimlerin devamlılığı ve meşruiyetleri Amerika Birleşik Devletleri ile kurdukları ilişkilere
ve ABD’nin bölgeye ilişkin politikalarının ger-
çekleştirilmesinde oynadıkları rollere yakından
bağlı olmuştur. ABD ile yapılan yakın işbirliği
pardoksal bir şekilde rejimlerin ayakta kalmasını
mümkün kılarken, kendi halklarının gözündeki
meşruiyetlerinin aşınmasına sebep olmuştur.
Arap Baharı öncesi ABD’nin bölgeye ilişkin en
önemli çıkarları şunlardı: İsrail’in topraksal bü-
Halk hareketleri dalgasından şimdilik az etkilenen Suudi Arabistan, Yemen’deki iktidar
değişimi için arabulucuk yaptı. Suudi yönetimi istikrarsızlığın yayılmasını önleme gayretinde.
Kapak Konusu
11
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36
tünlüğünün ve egemenliğinin devamı; İsrail’le
yakın ilişki kurarak İsral’in bölgesel meşruiyetinin pekişmesine dolaylı da olsa katkı yapan yö-
netimlerin desteklenmesi; bölgedeki petrolün
Batı’ya akış yollarının garanti altına alınması ve
petrolun Batı’ya makul fiyatlardan erişiminin
sağlanması; diğer küresel aktörlerin bölgeye eri-
şiminin ve bölge kaynakları üzerinde hakimiyet
kurmalarının zorlaştrılması; ve bölgedeki devletlerin Amerika’nın bu hakim rolünü sorgulamalarının ve buna zarar vermelerinin önüne
geçilmesi. Bu durum bize ABD’nin neden İsrail,
Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye’yi bölgedeki
en önemli müttefikleri olarak gördüğünü açıklamaktadır. Buna karşın, İran, Irak ve Suriye’nin
genelde düşman kampta yer aldığını görmekteyiz.
Her ne kadar Irak Amerika’nın İran’ı dengeleme
stratejisi bağlamında zaman zaman ABD’nin potansiyel müttefiki olarak tanımlanmışsa da, Saddam rejiminin bölgesel liderlik peşinde koştuğu
ve uzun vadede Amerika’nın bölgedeki konumunu aşındırmak istediği algısı Washington’da
güçlüydü. Esad rejimine ilişkin olarak da ABD
yönetimleri genelde faydacı bir tutum benimsemişlerdir. Rusya’yla olan yakın stratejik ilişkileri
ve İran’ın Hamas ve Hizbullah’a erişimi bağlamlarında oynadığı olumsuz rollere rağmen, Şam
yönetimi, İsrail’le barış görüşmeye devam ettiği,
İsrail’in varlığını sorgulamadığı ve de Lübnan’ın
istikrarına katkı yaptığı oranda ABD tarafından
tolere edilmiştir.
Arap Baharı öncesinde İran’ın ABD tarafından
en önemli tehditlerden birisi olarak görüldüğü
ise herkesin malumudur. Gerek nükleer silahlar
peşinde koşması, gerek kendi dini yönetim tarzı-
nı ve ideolojisini ihraç etmek istemesi, gerek körfezde ABD ile işbirliği yapan emirliklere ve krallıklara göz dağı vermesi, gerek İsrail’in varlığını
ve meşruiyetini en acımasız şekilde sorgulayan
ülke olması, gerekse de Saddam’ın devrilmesinden sonra hem Irak hem de bölgenin genelinde
Şii eksenli nüfuz politikaları takip etmesi İran’ın
neredeyse bütün Amerikan yönetimleri tarafından en önemli bölgesel tehdit olarak görülmesini
mümkün kılmıştır.
Dikkat edilirse Amerika’nın Ortadoğu’ya ilişkin
çıkarlarından bahesedilirken bunların arasında
bölgenin daha liberal ve demokratik bir karakter
kazanması yer almamaktadır. ABD uzun yıllar
istikrar ve demokrasi arasındaki dengeyi istikrardan yana kurmayı tercih etmiştir. Bölgedeki
rejimler, bütün anti-demokratik ve anti-liberal
özelliklerine rağmen, Amerika’nın bölge politikalarına hizmet ettikleri müddetçe, Amerikan
yönetimleri tarafından çeşitli şekillerde desteklenmişlerdir. Bu duruma en ideal iki örnek
ABD’nin Mısır ve Suudi Arabistan’la kurmuş
olduğu ilişkilerdir. Özellilkle ABD’nin Mısır’a,
onun İsrail’in varlığını sorgulamaması, İran’ın
bölgesel arzularına bir set oluşturması ve 1979
tarihli Camp David anlaşmasına sadık kalması
karşılığında, vermiş olduğu askeri ve ekonomik
destek manidardır.
ABD’nin bölgedeki rejimlerle kurduğu bu yakın
stratejik ilişki paradoksal bir şekilde bölge halklarının anti-Amerikancı ve İsrail karşıtı duygularının pekişmesini kolaylaştırmıştır. Bu rejimler
ABD’ye olan yakınlıklarının ve halklarının temel
arzularını yerine getirememelerinin doğurduğu
Halk hareketleri dalgasından şimdilik az etkilenen Suudi Arabistan, Yemen’deki iktidar
değişimi için arabulucuk yaptı. Suudi yönetimi istikrarsızlığın yayılmasını önleme gayretinde.
‘Uyanış’ metaforu ‘bahar’ metaforuna göre daha sürekli ve istikrarlı bir dönüşümü sembolize etmektedir. ‘Uyanış’ bir kere başladıktan
sonra tekrar uykuya yatmak ne kadar zor olacaksa, bu uyanışın uzun
vadeye yönelik bir süreç olduğu da o kadar doğrudur.
Kapak Konusu
12
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36
meşruiyet krizlerini, halklarının daha fazla antiAmerikancı ve İsrail karşıtı görüşleri benimsemesine imkan hazırlayarak bertaraf etmeyi ummuşlardır. Ayrıca El Kaide’nin ve radikal İslamcı
akımların Ortadoğu cografyasında son yıllarda
güçlenmesinde bölgedeki rejimlerin ABD ile
kurdukları faydacı ve stratejik ilişkiler önemli olmuştur. Bir diğer deyişle, ABD’nin istikrarı önceleyen bölgesel yaklaşımı uzun vadede Amerikan
karşıtlığını körüklemiştir.
Arap Baharı öncesinde ABD’nin bu çıkmazdan
kurtulmak için uygulamaya koyduğu yöntemlerden bir tanesi, bölgenin demokratikleşmesine daha fazla destek vermek olmuştur. Başkan
Bush’un birinci başkanlık döneminin sonlarına
doğru gündeme gelen bu politika temelde bölgede demokrasi ile yönetilen ülkelerin sayısının
artmasının ABD’nin ulusal güvenliğine katkı
yapacağı varsayımına dayanmaktaydı. Halkları-
nın temel mennuniyetsizliklerini gidermek için
çalışacak seçilmiş yönetimlerin varlığı uzun vadede Amerikan karşıtlığını zayıflatacak, geri kalmışlığın önündeki en önemli engelin ABD’nin
bölgesel politikaları olduğu algısı zayıflayacak ve
İslamcı kesimlerin yönetim sürecine dahil olmaları ve sorumluluk taşımaya başlamaları onların
keskinliklerini ve radikalliklerini törpüleyecekti.
Bu anlayış öcne Lübnan’da Hizbullah’ın iktidarın bir parçası olması sonrasında da Hamas’ın
Filistin’de yapılan seçimleri kazanıp iktidara gelmesinden sonra yavaş yavaş cazibesini kaybetmeye başladı. Demokratik süreçlerin umulanın
aksine daha fazla Amerika ve İsrail karşıtlığını
körükleyebileceği algısı Arap Baharı öncesinde
Amerika’nın bölgeye bakışında önemli bir konuma sahipti. Bölge halklarının demokratik olgunluğa ve bilince sahip olmadıkları, demokrasiyi
iktidara gelmenin ve orada kalmanın bir aracı
olarak gördükleri, ve bölgenin demokratikleşmesinin dışarıdan zorlama yerine uzun vadede ülke
içi dinamiklerce gerçekleşmesi gerektiği yönündeki düşünceler daha sıklıkla gündeme geldi.
Sonrası
Bu arka plan çerçevesinde bakıldığında Arap
Baharı eski düzenin temel parametrelerinin devamına ilişkin ciddi zorluklar ortaya çıkarmıştır.
Bu bölümde Arap Baharı sırasında yaşanmakta
olan gelişmelerin ulusal, bölgesel ve uluslararası
düzlemde ne tür sonuçlar ortaya çıkardığinı tartışacağız.
Ulusal düzeyde ortaya çıkan en önemli gelişme
mevcut rejimlerin birer birer tarih sahnesinden
silinmeleri ve yerlerine halkların tercih ve beklentilerini doğrudan yansıtacak yeni yönetimlerin gelme sürecinin başladığıdır. Unutmamak
gerekir ki Arap ulusları bu yönde bir değişimi ilk
kez bu kadar derinden ve hızlı yaşamaktadırlar.
Bu sürecin uzun ve belirsizliklerle dolu olacağını
ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Bugünden yarına bölgedeki rejimlerin liberal demokrasinin
kurucu değerleri doğrultusunda dönüşeceklerini
ileri sürmek abartılı olacaksa da, bundan böyle halklarına hesap veremeyen, onların talep ve
beklentilerini karşıladıkları oranda iktidarda kalabileceklerini idrak edemeyen rejimlerin ayakta
kalması zorlaşacaktır.
Monarşi ile idare edilen ülkeler bu geçiş sürecini
daha iyi yönetiyor olsalar da (demokratik ve liberal açılımlar yapıp parlamentolarına daha fazla yetki devrederek) uzun vadede Fas, Ürdün, ve
Körfez bölgesindeki hanedanlık yönetimleri yerlerini temsili yönetimlere devredeceklerdir.
Ulusal düzeyde yaşanmakta olan bir diğer de-
ğişim, şu ana kadar baskıcı laik yönetimler tarafından oyun dışında tutulan İslamcı ve liberal
kesimlerin bundan böyle siyasetin meşru aktörleri olacağı ve de büyük ihtimalle ülkelerinde
yapılacak seçimlerden sonra iktidara gelecekleridir. Tunus’ta devrim sonrası yapılan ilk seçimleri İslamcıların kazanmış olması ve benzer bir
sonucun Mısır’da da bekleniyor olması önemlidir. Bu durum kaçınılmaz olarak İslamiyetin
algılanışı üzerinde önemli etkiler doğurackatır.
İslamiyet’in bir ideoloji mi yoksa din mi olduğu,
onun liberal, laik ve demokratik değerlerle nasıl
bir arada olacağı daha sıklıkla tartışılacaktır. Bu
süreçte umulan şey İslamcıların yönetime gelerek sorumluluk almaya başlamalarının onların
üzerindeki sihir perdesini kaldıracağıdır. Muhalefetteyken sahip oldukları cazibenin iktidardaki
performanslarından etkilenecek olması son ker-
Kapak Konusu
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36 13
tede İslamcılarin halk arasındaki konumlarını
etkileyecektir. İktidar yükü altında diğer toplumsal kesimleri anlama ve kazanma zorunluluğu,
İslamcıların İslam dini üzerinde kurmuş gözüktükleri hakimiyeti sonlandırabilir ve İslamiyet’in
özünde bir din ve inanç sistemi olduğu algısını
pekiştirebilir.
Arap Baharının ulusal düzeyde yol açtığı bir
diğer sonuç ise geçiş süreçlerinin içeride kanlı
mezhepsel, siyasi ve etnik çatışmaları körüklemesi riskidir. Şu ana kadar Tunus’ta böyle bir durumun yaşanmaması belki de tek teselli kaynağı-
dır. Tunus dışındaki bölge ülkelerinin neredeyse
hepsinde ciddi iç savaş riskleri mevcuttur. Mısır
ve Libya’da Mübarak ve Kaddafi yönetimlerinin
gitmiş olması, bu ülkelerde farklı çatışma potansiyellerini de su yüzüne çıkarmıştır. Suriye’de de
buna benzer gelişmeler yaşanmaktadır. Esad iktidarda kalsa da ikitidardan gitse de bunun kanlı
iç çatışmalara sebebiyet vermesi yüksek bir ihtimaldir. Bu ülkelerin neredeyse hepsinde iç savaş
riskini doğuran en önemli faktör bu ülkerin hiç
birisinin gerçek anlamda birer ulus-devlet olamamalarıdır. Olası iç savaşların ise bölgesel etkilerinin olacağı kesindir.
Bölgesel düzeyde ortaya çıkan ilk etki bölgedeki istikrarsızlık, belirsizlik ve kaos ikliminin
tırmanmasıdır. Bölge ülkelerinin birbirlerine ve
bölgsel güç dinamiklerine ilişkin algılamaları
radikal anlamda değişmektedir. Örneğin birçok
gözlemci İsrail’in ve Suudi Arabistan’ın Arap
Baharı çerçevesinde yaşanmakta olan olaylara
olumsuz yaklaştığını söylemekte, buna mukabil
Türkiye, İran ve Mısır’ın bu süreci kendileri açı-
sından daha olumlu değerlendirdiklerini iddia
etmektedirler. Bu da bize bölge içi ilişkilerde bir
kutuplaşma atmosferinin ortaya çıkmakta oldu-
ğunu göstermektedir.
İran yönetimi Ortadoğu’daki halk hareketlerinden hem olumlu hem de olumsuz yönde etkileniyor.
Kapak Konusu
14
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36
Mısır’da Mübarek rejiminin sona ermesi ve yerine Müslüman Kardeşler örgütünün gelebilme
ihtimali İsrail yönetimini ürkütmekte ve İsrail’in
yaşamakta olduğu kuşatlmışlık ve izole edilmiş-
lik duygusunu perçinlemektedir. İsaril ayrıca,
Arap Baharı dolayısıyla İran’ın nükleer girişimlerinin gündemden düşmüş olmasına ihtiyatla
yaklaşmaktadır. Bu bağlamda İsrail’in korkuları-
nı artıran bir diğer faktör ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra İran’ın bölgesel etkinliğinin
daha da artabilecek olmasıdır. Arap Baharının
İsrail açısından ortaya çıkardığı olumsuz gelişmelerden bir diğeri Türkiye ile yaşanmakta
olan kriz ortamını daha da içinden çıkılmaz hale
getirmesidir. Son dönemde iki ülke arasındaki
ilişkilerin bozulmasında Arap Baharı asıl neden
olmasa da tarafların bu süreçte gelişen olayları
farklı yorumlamaları Türk-İsrail ilişkilerinin eski
düzeyine gelmesini zorlaştırmaktadır.
İran’ın bu süreçte yaşanan gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yorumlamısını mümkün kı-
lacak faktörler aynı anda mevcuttur. Gerek Mısır,
gerek Libya ve gerekse Tunus’ta Amerika yanlısı
ve İsrail ile fonksiyonel ilişikiler geliştirmiş yö-
netimlerin iktidardan gitmek zorunda kalmaları İran’in bölgesel manevra alanını artırmış olsa
da, uzun vadede liberal-demokrasi yönündeki
eğilimlerin güçlenmesi İran’daki mevcut rejimin
devamını zorlaştırabilir. Ayrıca, Suriye’deki Esad
rejiminin sona ermesi, İran’in İsrail ve Batı kar-
şısında sahip olduğu önemli bir pazarlık gücünü
kaybetmesi anlamına gelecektir. Suriye üzerinden Hizbullah ve Hamas’ı kontrol edebilmesi
zorlaşır ve İran’ın kuşatılmışlık duygusu güçlenir.
İran açısından Arap Baharının ortaya çıkardığı
bir diğer olumsuz gelişme Türkiye-İran ilişkilerinin özellikle Suriye’de yaşananlardan olumsuz
etkilenmesidir. Türkiye Esad rejiminin karşısında
yer alıp muhalif güçlere destek verirken, İran şu
ana kadar Esad rejimin devamını elinden geldi-
ğince desteklemeye çalışmıştır. Türkiye’nin gerek
bölgenin genelinde gerekse de Suriye’de yaşananlar bağlamında kendisini daha çok Batı ve demokratik muhalif unsurların yanında konumlandırması, İran tarafından kaygıyla izlenmektedir.
Ayrıca, Türkiye’nin sahip olduğu liberal-müslü-
man-demokratik ve laik kimliğin bu süreçte bölgedeki değişim hareketlerine en inandırıcı ilham
kaynağını sunacağı ihtimali İran’ı endişelendiren
bir diğer durumdur.
Arap Baharının İran açısından ortaya çıkardığı
bir diğer sonuç ise bu ülkenin nükleer silah edinme yönündeki arzularını körüklemesidir. Varlı-
ğını tehlikede gören Tahran rejimi hem İran halkı üzerindeki meşruiyetini tazelemesinde hem
de ABD ve İsrail’e karşı caydırıcılık kabiliyetini
artırmasında nükleer silahların varlığından daha
fazla medet umabilir.
Bölgesel düzeyde etkileri tartışırken Suudi Arabistan yetkililerinin Arap Baharından genel anlamda hoşnut olmadıklarını söylemek gerekir.
Bunda Mübarek rejiminin kısa sürede Amerikan
yönetimi tarafından gözden çıkartılmış olması ve ABD’nin Suudi Arabistan’ın Bahreyn’deki
Şii ayaklanmasını bastırması için Sunni kraliyet
yönetimine askeri destek vermesini eleştirmesi
etkili olmuştur. Benzer bir halk hareketi ile kar-
şılaştıklarında Suudi yetkililer kendilerinin de
Washington tarafından gözden çıkartılabileceklerini düşünmektedirler. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Suudi Arabistan hem Irak hem de Körfez
Artık bölgede yönetenler ile yönetilenler arasındaki meşruiyet ilişkisi
yönetilenlerin rızası üzerinden yeniden tanımlanmaktadır. Bunun sancılı bir süreç olacağı ne kadar aşikarsa yol kazalarına rağmen devam
edeceğini söylemek de o kadar isabetlidir.
Kapak Konusu
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36 15
bölgesinde İran’ın artmakta olan etkisinden rahatsızdır. Riyad Arap Baharının Tahran’ın bölgedeki manevra alanını genişlettiğine inanmaktadır. Bu durum Suudi Arabistan’ın neden Esad
rejimini gözden çıkarmış olduğunu açıklamaktadır. Suriye’yi kaybetmiş bir İran’ın bölgesel etkinliğinin zayıflayacağı düşünülmektedir. Suudi
rejimi kendi ülkesinde olası bir halk hareketinin
önünü almak adına vatandaşlarına ulusal gelirden daha fazla kaynak aktarmaya başlamış ve kadınların sınırlı da olsa toplumsal ve siyasi hayata
katılımının önünü açmıştır. Ürdün, Fas, Bahreyn
ve Suudi Arabistan’daki monarşik yönetimlerin
Arap Baharını bölgedeki otoriter cunta rejimlerine nazaran daha iyi yönettikleri görülmektedir.
Arap Baharı bölge ülkeleri arasında hiç kuşkusuz
Türkiye’yi de etkilemektedir. Kimi gözlemcilere
göre bu etki genelde olumsuzdur. Türkiye’nin
Irak, İran ve Suriye’yle olan ilişkilerinde uygulamaya çalıştığı ‘komşularla sıfır sorun’ politikası
uygulanamaz hale gelmiştir. Suriye ile yaşanmakta olan balayı, Ankara’nın Esad karşısındaki muhalif unsurları desteklemesi ve Esad’ın
Türkiye’nin uyarılarını bir türlü ciddiye alıp ülkesinde gerekli liberal demokratik reformları
yapmamamsı nedeniyle sona ermiştir. Türkiye,
Tunus ve Mısır’da daha olayların başlangıcında
muhalif hareketlerden yana tavır alirken, Libya
ve Suriye’deki gelişmeler karşısında önce ihtiyatlı
bir ‘bekle gör’ politikası takip etmiş, daha sonra
ise yönetimlerin bir türlü reform yapmamaları,
halklarının taleplerini yerine getirmemeleri ve
muhafif güçlere karşı orantısız güç kullanmalarından zorlayıcı tedbirlere destek vermeye baş-
lamış ve safını muhaliflerden yana belirlemiştir.
Libya örneğinde Türkiye önceleri uluslararası
askeri bir operasyona karşı gelirken daha sonra
Kaddafi’nin şiddeti tırmandırması ve iktidardan
ayrılmak istememesi karşısında NATO önderli-
ğinde oluşturulan uluslararası insani müdahele
güücüne katılmıştır.
Arap Baharının Türk dış politikasında ortaya çı-
kardığı en önemli etki, ‘komşularla sıfır sorun’
politikasının ciddi bir revizyona tabi tutulması
gereğini ortaya çıkarmış olmasıdır. Bu revizyon
iki şekilde yaşanmaktadır/yaşanmalıdır. Öncelikle bundan böyle Ankara kendi yaşamakta
olduğu liberal demokratik dönüşümün ruhuna
uygun olarak dışarıda daha fazla demokratik
oluşumların yanında yer alacaktır. Kendi değerleri ile uyumlu gelişmeleri daha fazla destekleyecektir. Artık Ortadoğu’da rejimlerin iç işlerinde
nasıl yönetildiklerine bakılmaksızın Ankara’nın
onlarla tamamen faydacı ve çıkar odaklı ilişkiler kurması beklenemez. İkinci olarak Ankara
bir yandan bölgede artmakta olan belirsizlikler
karşısında olayları şekillendirmek adına daha
aktif davranacak ama bunu daha çok pragmatik
bir bakış açısından yapmak zorunda kalacaktır.
Dış politikayı değerler üzerinden oluşturmak
güdüsü ne kadar güçlü olursa olsun bunu mevcut bölgesel gerçeklikler karşısında yapabilmeek gittikçe zorlaşacaktır. Bölge ülkeleri arasında
değerler mi yoksa çıkarlar mı dış politikayı daha
fazla yönlendirmelidir tartışmasını en fazla Türkiye yaşayacaktır.
Arap Baharının uluslararası düzeyde ortaya çı-
kardığı etkilere gelince bunların ilki bundan
böyle Kuzey Afrika, Dogu Akdeniz ve Ortadoğu
bölgelerinin küresel sistemin dışarsındaki konumlarının yavaş yavaş sona ereceğidir. Bu bölArtık bölgede hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesindir. Bundan
böyle yerel aktörler kendi kaderlerini daha fazla kendileri tanımlayacaklar, bölge dışı aktörler de bu duruma ayak uydurmak zorunda kalacaktır.
Kapak Konusu
16
Aralık 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 36
gelerdeki ülkeler yaşayacakları liberal demokratik dönüşümlere paralel olarak küresel sisteme
daha fazla entegre olacaklardır. Literatürde var
olan bu bölgelerin asla liberal demokrasiye geçemeyeceklerine dair kuvvetli inanç bundan böyle
zayıflayacaktır.
İkinci olarak, Arap Baharı sırasında yaşanan gelişmeler Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgede
sahip olduğu tartışmasız liderlik konumunu zayıflatmıştır. Bir yanda geleneksel olarak Amerika
ile işbirliği yapmakta olan rejmlerin iktidardan
uzaklaşmaları diğer yanda da bunların yerine
gelmesi muhtemel unsurların Amerika’ya daha
fazla şüphe ile bakacak olmaları bu durumda etkilidir. Buna bir de Amerika’nın Irak’taki askeri
varlığını bu yılın sonunda sona erdireceğini eklersek Amerika’nın bölgesel gücündeki gerileme daha da hızlanacaktır. Son bir yılda yaşanan
gelişmeler ABD’nin bölgeye ilişkin politikaları-
nı ciddi anlamda gözden geçirmeye başladığını
göstermektedir. Buna göre kayıtsız şartsız İsrail destekçiliği sona ermiş, Türkiye gibi ABD ile
benzer bölgesel çıkarlara sahip olan müttefik ülkelerle ikili ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Ayrıca
Libya örneğinde görüldüğü üzere Amerika insani müdahelerlede sorumluluk ve lideriği Avrupalı müttefikleriyle paylaşmaya başlamıştır. Obama
yönetiminin ABD’nin stratejik önceliğini Güney
ve Uzak Doğu Asya olarak belirmesi bu reviyonu
gerekli kılmakta ve hızlandırmaktadır.
Uluslararası düzeyde yaşanmakta olan bir diğer
gelişme ise ABD’nin bölgedeki göreceli düşüşü-
ne paralel olarak diğer küresel aktörlerin eskisine
nazaran daha fazla bölgeye müdahil olmaya baş-
lamalarıdır. Bölgedeki yerel aktörlerin çeşitlendiği, belirsizlik ortamının tırmandığı ve ABD’nin
liderlik konumunun zayıfladığı bir ortamda di-
ğer küresel aktörler Ortadoğu’da daha rahat hareket etmeye başlamışlardır. Suriye söz konusu
olduğunda Çin ve Rusya’nın benimsedikleri tutum, Çin’in İran ve Suudi Arabistan’la olan ilişkilerini geliştirmeye başlaması, Avrupa Birliği’nin
bölgeye ilişkin daha önceden oluşturmuş olduğu
politikaları yeni şartlara uyumlu hale getirmeye
başlaması bu bağlamda akla gelen ilk örneklerdir.
Sonuç
Her ne kadar bu yazı son bir yıldır bölgede ya-
şanmakta olan gelişmeleri Arap Baharı adı altında tartışmışsa da bu tamamen yazım kolaylığı
açısından yapılan bir tercihtir. Kısa süren bahar
mevsiminin ertesinde sıcak bir yazın ve sonrasında ise işlerin tamamen ters giderek soğuk bir
kışın yaşanacağı algısı pek isabetli değildir. Bu
eski düzenin er ya da geç tekrar kurlabileceğini
akla getirmektedir. Halbuki, ‘bahar’ yerine ‘uyanış’ kelimesi daha isabetlidir. ‘Uyanış’ metaforu
‘bahar’ metaforuna göre daha sürekli ve istikrarlı bir dönüşümü sembolize etmektedir. ‘Uyanış’
bir kere başladıktan sonra tekrar uykuya yatmak
ne kadar zor olacaksa, bu uyanışın uzun vadeye yönelik bir süreç olduğu da o kadar doğrudur. Söz konusu olan artık bölgede yönetenler
ile yönetilenler arasındaki meşruiyet ilişkisinin
yönetilenlerin rızası üzerinden yeniden tanımlanmaya başladığıdır. Bunun sancılı bir süreç
olacağı ne kadar aşikarsa yol kazalarına rağmen
devam edeceğini söylemek de o kadar isabetlidir.
Ortadoğu halkları artık kendi kaderlerini kendileri belirleme noktasında geri döndürülemez bir
yerdedir. Mısır’da askeri geçiş yönetimine halkın
vermeye başladığı tepkiler bunun en son örneğini sunmaktadır.
Yaşananları ‘devrim’ olarak ifade etmek de çok
doğru değildir, zira devlerimlerin neden olduğu
keskin kopuşlar söz konusu değildir. Neredeyse hiç bir bölge ülkesinde halk hareketleri daha
önceden planlanıp belirli bir program sayesinde
sahneye konmuş değildir. Hareketlerin net bir
liderliği de yoktur. Ayrıca hem Tunus hem de
Mısır örneklerinde görüldüğü gibi, eski düzenin
liderleri iktidardan uzaklaşmış olsalar da onların
temsil ettikleri yönetim anlayışı ve idari yapılanma hala devam etmektedir.
Artık bölgede hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı
kesindir. Bundan böyle yerel aktörler kendi kaderlerini daha fazla kendileri tanımlayacaklar,
bölge dışı aktörler de bu duruma ayak uydurmak
zorunda kalacaktır.
O

Konular