OSMANLI TARİH YAZARLARININ ALGISIYLA TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNDE SİYASî KARAKTERİN DİNî SÖYLEMİ: “KIZILBAŞLIK”

OSMANLI TARİH YAZARLARININ ALGISIYLA
TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNDE SİYASî KARAKTERİN DİNî SÖYLEMİ: “KIZILBAŞLIK”
Dr. Ali Sinan BİLGİLİ
ÖZET
Osmanlı-Safevî mücadelesi, geçmişten günümüze bir mezhep mücadelesi olarak görülmüştür. Osmanlı
tarih yazarları mücadeleyi dinî bir çerçeveye sokarak teolojik bir boyut kazandırmışlardır. Esasen husumetin
temel sebebi siyasî, hükümranlık ve üstünlük kurma çabasıdır. Ancak, her iki taraf a ideolojisini diğer tarafa
kabul ettirebilmek için inancı kullanmışlardır. Bu çerçevede Safevîlerin kızılbaş ideolojisine karşı Osmanlı
propagandasını yapan tarih yazarları propagandist güç olmuşlardır. Bu meyanda Kızılbaşlığa karşı teolojik
temellerde bir algı geliştirmişlerdir. İşte bu makalede, tarih yazarlarının Kızılbaş algısının arka planında yatan
siyaset olgusu işlenmeye çalışılmıştır.
ABSTRACT
Ottoman-Safevid war has always been seen as a war of sect. Ottoman history writers handled the issue
in a religious framework, giving it a theological dimension. In fact, the cause of the enmity is political, it is the
war of reign and being superior. However, both sides based it on a religious ground in order to impose their
ideology to the other side. In this sense, history writers who supported Ottomans against the kızılbash ideology
of the Safevids were the propagandist power. An understanding based on theological basis against the belief of
kızılbash was developed. This article is intended to take into consideration these writers political phenomenon
behind the sense of kızılbash.
Anahtar Kelimeler: Kızılbaşlık, Osmanlı Tarih Yazarları, Türkiye-İran İlişkileri.
Abstract: Kızılbash, Ottoman History Writers, Turkey-Iran elations.
Problem
İran’daki Türk nüfusu, Selçuklularla başlayan İlhanlı, Timurlu, Akkoyunlu ve Karakoyunlu
hakimiyetleri dönemlerinde devam eden süreçte hızlı bir artış gösterdi. Bu artış, İran’da siyasî ve
askerî üstünlük elde etmelerini sağladı. Türklerin kurduğu bu siyasî ve askerî nüfuz, İran, Azerbaycan
ve Anadolu Türklüğü’nün tarihinde derin izler bırakan Safevî Devleti’ni doğurdu (1502).
Safevî Devleti’nin çekirdeğini Erdebil sufi dergahı oluşturuyordu. “Gel berü bâb-ı Âli’ye sail ol”
çağrısıyla, Erdebil şâh-şeyhlerinin huzuruna koşan aşiretler ve sufiler, Safevîlerin insan gücünü ve
“Kızılbaş” ordusunu oluşturdular. Aynı zamanda bunlar, tarikatın orijinal ortodoks karekterini
heterodoks bir karektere dönüştürdüler ve bir askerî organizasyon örgütlenmesi yarattılar. Bu hâl,
Anadolu ve diğer bölgelerdeki özellikle Türkmen gruplarını hür yaşamı ve mutluluğu bulma yolunda
Safevî hükümranlık alanına davet ediyordu. Davete uyanlar sayesinde Safevî ülkesinin dağı, taşı, ovası
doldu.
Safevî Devleti kurulduğu günden itibaren ideolojisini, Anadolu Türklerine aktarmak isteğiyle yoğun bir
politik enformasyonda bulundu. Bu propaganda özellikle konar-göçer Türkmenler üzerinde tesir
yaptı. Safevî idealleri, propagandist kızılbaşlığın varlığı, Anadolu’da çıkan ayaklanmalar ve aşiretlerin
İran’a doğru göçü, Osmanlı merkezi için rahatsız edici önemli bir problemdi. Çünkü, devlet ve millet
hayatının –inançtan ticarete kadar- her alanını kuşatıyordu. Safevî destekli iç isyanlar ve Safevîlerle
yapılan savaşlar, Osmanlı ülkesinde pek çok kimsenin acı çekmesine, kan ve göz yaşı
dökmesine neden oldu.
Acılarla dolu kavga Osmanlı devlet adamlarını olduğu gibi, resmî devlet yazarlarını da Safevî
ideolojisi olarak kabul ettikleri kızılbaşlığa karşı fikir geliştirmelerine ve yoğun bir karşı propoganda da
bulunmalarına neden oldu. Yazdıkları tarih kitaplarında kızılbaş kelimesine çeşitli aşağılayıcı sıfatlar
eklediler ve anlamlar yüklediler. Esasen Osmanlı bakışını yansıtan bu sıfat kelimeler, kimi zaman
yumuşak, kimi zaman sert hakaretler içermektedir. Bununla beraber, İran şahları zaman zaman övgü
dolu sözcüklerle de anılmıştır.
Türkiye-İran muhasamatını tek bir nedene dayandırmak, yani mezhebi sebeplere
dayandırmak yargısı öteden beri var olagelen ehemmiyetli bir görüştür. Gerçi, günümüzde bu alanın
uzmanlarından A.Yaşar Ocak gibi bir çok yazar, bu görüşü desteklememekle birlikte, geçmişte ve
günümüzde ilmi platformda ve bilinç altına yerleşen görüşün bu olması, meselenin bir mezhep
meselesiymiş gibi görülmesine yol açmıştır.
Bu açıdan Osmanlı tarih yazarlarının İran’a karşı olan menfî tavırlarının nedeninin gerçekten
mezhepler arası mücadele meselesi olup olmadığının sorgulanması gerekmektedir. Bunun için her
cümlenin satır araları dikkatlice okunmalıdır. Bu okuyuş, Safevî Devleti’nin kurulduğu günden bu güne
gelinceye kadar, İranla yaşanılan problemlerin doğru biçimde anlamlandırılmasına yardımcı olacaktır.
Bakış
Onaltı-ondokuzuncu yüzyıllar Osmanlı müverrihlerine göre, Osmanlıların Safevîlerle savaşının
temel amacı, Safevî hükümdar soyunu ve rafizi taifesini ortadan kaldırmaktır. Yirminci yüzyıl
tarihçilerinin değerlendirmesi ise, Osmanlı müverrihlerine göre oldukça farklıdır. Nitekim, F.Braudel,
Osmanlıların Safevîlere karşı giriştikleri şiddetli mücedelesinin esasta Asya içlerinden gelen ticaret
yollarını ele geçirme mücadelesi olduğunu ifade eder. Bekir Kütükoğlu ise, Osmanlıların gayesinin
Safevîlerin Anadolu’nun siyasî ve sosyal birliğini ve nizamını bozmaya yönelik harekatına son vermek,
yani bir nefis müdafası olduğunu yazar. A.Yaşar Ocak da, bu mücadeleyi esas itibariyle bir siyasî
rekabet veya husumet meselesi olarak görür ve “teolojik açıdan mütalaa etmenin eksik bir
değerlendirme olacağını, meselenin sosyal ve iktidar kavgası olarak ele alınması gerektiğini” belirtir.
Burada isimlerini zikrettiğimiz yazarların birleştiği ortak nokta mücadelenin sadece ve sadece mezhep
ayrımcılığı gibi tek bir nedene bağlı olmadığıdır. Taha Akyol’un “Mezheplerin siyasî tavırları, felsefî
ilkelerden çok, siyasî ve sosyolojik konumlarıyla ilgilidir.” tespiti çok sebepliliğe, siyasî ve sosyolojik
boyutlu bir vurgudur. Öte yandan Ocak, mücadelenin İslâm tarihinin genel seyri içinde bir manada,
Sûnnilik-Şiîlik rekabetinin teolojik boyuttan siyasî boyuta intikal eden çok mühim bir safhasını teşkil
ettiğini belirtir. Ocak’ın bu tespiti de vakadaki siyasî boyutun önemini vurgular.
Günümüz tarih yazarlarından verilen bu örnek değerlendirmelere karşılık, Osmanlı tarih
yazarlarının yöntem, amaç ve üslûp olarak değerlendirmeleri nasıldı? Bu sorunun büyük ölçüde
cevabı, tarih yazarlarının eserlerinin konjöktör, ahlâk, teoloji ve siyaset boyutlarıyla incelenmesiyle
verilebilir.
Alper-Tunga’dan Sultan Yavuz’a
Zaloğlu Rüstem’den Şâh İsmail’e
Eskiçağların Türk millî kahramanı Alper-Tunga ile İran millî kahramanı Zaloğlu Rüstem
arasındaki destansı kavgayı bir tarafa bırakırsak, Türk-İran siyasî ve askerî mücadelesinin en keskin
kırılma noktasını, İran coğrafyasında onaltıncı yüzyılın hemen başında Şâh İsmail’in Safevî Devleti’ni
kurmasıyla birlikte başlatmamız mümkündür.
Türklerin tarihî kaderlerini batıda arama yürüyüşlerinin ilk adımı, Doğu Roma’nın inhitatı ile
sonuçlanmış, ikinci adım Batı Roma olmuştu ki, İran’ı birkaç asırda çiğneyip geçen Türk atlıları geriye
dönüp baktıklarında arkalarında soydaşlarının kurduğu bir başka devasa güçle karşılaşmışlardır. Bu
devasa gücün kaynağının “uluhiyyet” menşeili olması tehlikeyi daha da artırıyordu. Zira Şâh İsmail,
şahsî fikriyle Şi’i mezhebini resmîleştirdiği gibi, devlet reisliğine şeyhlik yoluyla gelmekle tarikat inancı
gereği özüne bir mukaddeslik de kazandırdı. Şah İsmail’in evvelâ dinî gözüken bu uygulaması, devlet
olgusunun işe karışmasıyla politik bir hal aldı; bu politik tavır İran’ın iç siyasî-sosyal hayatında, dahiliharici
politikalarında ve ona hasım devletlerin tutum ve siyasetlerinde günümüze kadar gelen önemli
sonuçlar doğurdu. Bu sonuçların belki de en önemlisi İran’ın başta Osmanlılar olmak üzere, Özbek,
Buhara ve Afganlar gibi Sünnî yoruma sahip komşu milletlerden ayrı mütelaa edilmesi ve hep
kuşkuyla bakılmasıdır.
Osmanlı ve Safevî için, bir başka deyişle batıya doğru fütuhat yapan batı Türkleri ile yine
batıya doğru açılmak isteyen doğu Türklerinin batıya ilerleme gayretleri kesişince mücadele
kaçınılmaz oldu. Önce Sultan Yavuz ile Şah İsmail, ardından Sultan Süleyman ile Şâh Tahmasb
karşılaştılar. Çaldıran’da başlayıp, Tebriz önlerinde devam eden yüzyılların mücadelesi, askerî olarak
tek bir alanla sınırlı kalmadı; siyasî, ekonomik, teolojik, ahlâkî ve enformasyon gibi çok geniş bir alana
yayıldı. Durum böyle olunca meseleye askerlerin yanı sıra, din adamları ve tarih yazarları da dahil
oldu. Osmanlı cephesinden bakıldığında, Halil İnalcık’ın “Tarih yazmanın uzun vadeli siyasî mükâfatı
Osmanlı yöneticileri tarafından kavranmıştı. Tarihî varlık gelecekteki iddia ve taleplerin tarih
temellerini oluşturacaktı.” ifadesinde de belirttiği gibi, önemine binaen mücadele topyekün
sürdürüldüğünden tarih bu noktada propaganda gücü, güne ve geleceğe dair iddia ve taleplerin
meşruiyet zemini olarak kullanıldı.
Müfti Efendi diyor ki: Zındık ve Mülhiddirler!
Türk-İran savaşlarının arkasında dinî yorum farklılığı motifi ve motivasyonu olduğu bir
gerçektir. Bu gerçeği Abdurrahman Şeref Efendi dini ve siyasî rekabet olarak nitelendirir. Bu
yüzden her iki taraf da birbirlerine kuşkuyla bakmış ve ötekini kendi varlığına karşı apaçık bir
tehdit olarak görmüştür. Safevî kaynaklarını kullanmadığımız için bu tehdidin boyutlarını
veremiyoruz, ancak, en azından Osmanlı kaynakları bunu yansıtıyor. Çünkü orta ve yeni çağ
dünyasında din veya mezhep; devlet/millet kimliği olarak algılanıyordu. Bu şekilde din ya da
mezhep, fıkıh, hukuk, iman, ahlâk, inanç meselesi olmaktan çok ”Hanedan/saray çevresi
dahilinde biz” grubunun kimliğiydi. Osmanlılar için kendi mezhebinin mensupları “ehl-i
sünnet akaidinden/bizden”, diğer mezhebin mensupları “Kızılbaş/düşman/adûv” olarak
algılanıyordu. Buna bir de siyasî, askerî ve sosyal şartların yoğun menfî etkisi karışınca ortam
gerginleşiyordu. Osmanlı yazarları, tarih yazımının başlıca ilham kaynağı olan
din/hanedan bağlamında siyasetle beraber, merkezî otoritenin dünya görüşü ve kültürel
değerler yolunda dinî siyasetle Safevîleri düşman olarak nitelendirmiş ve iki devlet arasında
bir kutuplaştırma meydana getirmişlerdir. Buradaki gerçek problem, birbirine karşı düşman
yaratma meselesidir. Bu da ağırlıkla siyasî, sosyal ve ekonomik şartlardandır. Bunların
yanında mezhep meselesi çok büyük bir yer işgal etmiş görünse bile, gerçekte çok hafif bir
yer işgal eder. Ancak az da olsa mevcut olan mezhep sorunları sadece İslâm dünyasının
sorunu değildir. Daha ileri aşaması Avrupa’da yaşanmıştır.
Safevî gücünün ulûhiyyet kaynaklı propagandist özellikte olması, Osmanlı-Safevî
karşılaşmasının kesişme noktasına ister istemez Safevî yorumu Şiîliği koymuştur. İçerdiği mana;
ideoloji/politika/askerlik itibarıyla Kızılbaşlık diyebileceğimiz bu yorum, Osmanlı teolojik söylemiyle
“zındıklık”, “mülhidlik” ve “rafizîlik” idi.
Medrese kültürünün yarattığı Sünnî yorum ve değerler, Osmanlı’nın resmî ideolojisiydi. Tekke
kültürünün yarattığı Kızılbaş yorum ve değerler ise, Safevî İranı’nın ideolojisiydi. Osmanlı devlet
adamları ve ulemanın yaptığı gibi, tarih yazarları da işte bu noktada Osmanlı ideolojisini ve resmî
devlet görüşünü şiddetle savunmak ve Osmanlı’nın yüceliğini göstermek zorundaydılar. Bu savunma
piskozu ile Safevîleri, Kur’an ve sünnete uymayan zındık, mülhid ve rafizî olarak nitelendirdiler.
Zındık terimi, Osmanlı literatüründe ehl-i sünnet denilen Sünnî Müslümanlığa
(ortodoks) aykırılığı veya inançsızlığı (heteredoks) ifade için kullanılmaktaydı. Mülhid terimi ise, zındık
kelimesini açıklamak ve kuvvetlendirmek için kullanılıyordu. Rafizî terimi de İslâm’dan sapmış,
dolayısıyla küfre saplanmış anlamına geliyordu. İlk üç halifenin hilafetini reddeden rafizîlik, Osmanlı
literatüründe on altıncı yüzyıldan itibaren Kızılbaş kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıldı.
Mücadelenin şiddetine göre, bu kelimeye yüklenen anlamda sertleşiyordu. Özellikle isyanlar sırasında
karşı propaganda yöntemlerini sertleştiren Osmanlı yönetimi, rafizî kelimesini İslâmlık dışı, şeytan işi
olarak kullandı. Böylece Şiîliğin Safevî yorumu veya rafizîlik, İslâm dışı ya da sapkınlık ilan edilerek ehli
küfür kapsamına sokuldu. Şunu da belirtmek gerekir ki, Osmanlı’nın rafizî olarak tanımladıkları
İmamiyye Şiîliği değil, Şâh İsmail ve halifelerince propagandası yapılan ve Türkmenlerin popüler
inançlarıyla karışmış Şiîliğin aşırı yorumuydu. Hatta, rafizîliği terk ederek Sünnî yorumu kabul
edenlere “Müslüman oldu” dahi deniliyordu. Böylece cihat ve gaza kavramını Şiî İran’a karşı yapılacak
mücadele içine alacak biçimde genişletmiş oldu. Nitekim, Yavuz Sultan Selim, ulemadan Safevîlerle
savaşmanın caiz olup olmadığına dair fetva istediğinde ulema, Kızılbaş rafizîlerle yapılacak savaşın
kafirlerle yapılacak savaşlardan daha efdal olduğunu bildirdiler. 1722 yılında Şeyhülislâm Abdullah
Efendi’nin verdiği fetvada da Safevî İran’ınında (diyar-ı Acem) mütemekkin revâfîzin ülkesinin darü’lharp
hükmünde olduğu ve onlara mürted hükmü uygulanması gerektiği belirtilmiştir. Ancak, darü’lharplik
meselesinde Safevî İran’ı, Hıristiyan ülkeler ile aynı hukuki statüde tutulmamıştır. Safevîlere
karşı çok sert üslup kullanan İbn Kemal ve Celal-zâde Mustafa bile, İran’ın darü’l-İslâm olduktan yedisekiz
yüz sonra “batıl bir mezhebin” eline geçmesine rağmen bir daha darü’l-harp olduğundan
bahsetmezler. Hatta, kadıaskerlik yapmış, şeyhülislâmlık makamında oturmuş İbn Kemal, Safevîlerin
eline geçen İslâm beldeleri için “darü’l-İslâm harab oldı” ifadesini kullanırki, bu ifade, fetvayî bir karar
mertebesindedir. Osmanlı kaynaklarının Hıristiyanlardan ve ülkelerinden bahsederken “kâfir ve kâfir
ülkesi” demesi, buna karşılık Safevî İran’ına “düşman ülkesi” hitabında bulunması, darü’l-harp olarak
görmemelerindendir. Kızılbaşlarla kafirler arasındaki farklar hususunda Celal-zâde Mustafa bir
mukayese dahi yapmıştır.
Ahlâksızlık İsnadı
Osmanlı müverrihleri, kimi zaman düşmanları lânetlemek, alay etmek gibi yöntem ve üslûba
sahiptiler. Lânetlerken de aşağılık, lânetlenmiş, şeytan yaradılışlı gibi aşağılayıcı ve hakaret içerici
manalar ifade eden kelimeler kullanıyorlardı. Kızılbaşlar için de bu tür kelimeler sık sık kullanılmış ve
kötü ahlâklı ve kötü düşünceli oldukları suçlaması getirilmiştir. Böylece Kızılbaşlar tezyif edilmiş ve
ahlâkî bir sorunları olduğunu vurgulanmak istenmiştir. Nitekim, kötü düşünceli, arsız, eşkıya, kötü
yollu, kalleş, ayyaş, sarhoş, uğursuz kavim, canavarlar sürüsü, idraksiz, merhametsiz, mel’un, kötü
yaşayışlı, fitne ve fesat yollu, uğuru sarsılan, hayırsız, aşağılık, lanetlenmiş, şeytanı sayan, şeytan
yaratılışlı, fesat, pislik, geniş mezhepli, işe yaramazlar, harami, yecüc, kara yüzlü, içi dışı küfür pasıyla
dolu gibi kelimeler kullanılmak suretiyle Kızılbaş kelimesine ahlâksızlık sıfatı eklemişlerdir. Bu ifadeler,
zındık ve mülhid kelimelerini desteklemek ve kuvvetlendirmek amacı da gütmektedir.
Ümera-Ulema-Müverrih Ortaklığı
Osmanlı ümera ve ulemasının Kızılbaş’a bakışı sözbirliği etmişçesine aynıdır. Buna bir de
müverrihi eklediğimizde asker-din adamı-aydın üçgeni tamamlanmış olacaktır. Aslında bu saydığımız
zümreler, Osmanlı merkezi yönetimini ve yönetici sınıfı oluşturuyordu. Devletin politikalarını
belirleyen, tarih yapan ve tarih yazan da bunlardı. Asker savaşacak, din adamı manevî destek
sağlayacak, müverrih kamuyu oluşturacak. Bunun en güzel örneği İbn Kemal (Kemal Paşa-zâde)’dir.
Yavuz, Çaldıran seferine çıkmadan evvel Osmanlı kamuoyunu ehl-i sünnet mezheplerince reddedilen
Şiîliğe karşı hazırlama görevini ulema ve maarif mensuplarına vermişti. Kemal Paşa-zâde bunun
üzerine bir risale yazarak, Kızılbaşlarla yapılacak harbin diğer din düşmanları ile yapılan harpler gibi
cihad sayılacağını belirtti. Risalede doğrudan Şâh İsmail ve akidesini eleştirmesi ona değer kazandırdı.
Yavuz’un nazarında itibarı artarak önce Edirne kadısı (1515) ve ardından Anadolu Kadıaskeri (1516)
görevine tayin edildi.
Bekir Kütükoğlu’nun; “rafizîlik ve kızılbaşlığın, Osmanlı İmparatorluğu’nda içtimai dayanışma
ve emniyeti sarsan bir itikad ve iman itinasızlığı, ehl-i sünnet halk kitlelerinin ibadet ve sükununu ihlal
eden yerme de dahil, şakilik ve katillik gibi tezahürleri yanında; doğrudan doğruya İran’dan gönderilen
veya me’mur edilen “halife” namındaki Kızılbaş misyonerlerinin halk kütlelerini dalalete sevk
etmeleri, kütle halinde İran’a hicretleri temin etmeleri; ”nezir” ve “sadaka” namıyla toplanan
paraların gayet gizli ve muntazam bir teşkilat vasıtasıyla İran’a götürülmesi gibi devri için bir nevi
beşinci kol ve vatan hıyaneti vakalarının merkeze intikal edip takipleri için ısdar edilen hükümlerin
kesafeti bizi Osmanlı-Safevî muhasamatının asırlar boyunca devam eden mühim bir amili, Osmanlı
İmparatorluğu’nun dahili emniyet ve sükununu temin yolunda sarf ettiği mesainin kesreti üzerinde
durmağa sevk ediyor.” ifadesinde de görülen, Türkiye-İran devletleri arasındaki münasebetlerdeki
gerginlik veya barış durumu gibi konjöktöre göre uygun değerlendirmelerin, Osmanlı tarih
kitaplarında da önemle vurgulanmasına yol açmış, saray merkezinden halka açılan politik-askerî-dinî
propagantist güç oluşturmuşlardı. Böylece, resmî devlet ideolojisi toplumun kolektif hafızasına intikal
ettiriliyordu ki, günümüz insanının hafızasında dahi yaşamaktadır. Bu nedenle yazarların ifadeleri,
devirlerindeki siyasî ve askerî olayların yoğunluğuna göre sert veya yumuşaktır. Aşıkpaşazade’den
Osmanlı’nın sonuna ve hatta günümüze gelinceye kadar tarihçiler, rejimlerinin ve dönemlerinin
yaklaşımlarıyla hareket ederek, devrin olaylarına duygusallık ve taraftargillikle yaklaşmışlardır.
Subjektif olarak nitelendirilen bu bakışın, İmparatorluğun karekteri ve ideolojisi, mefkûresi, devlet ve
iktidar anlayışı ile tarih yazarlarının sahip oldukları saray mevkisiyle doğrudan ilgili olduğu kesinlik arz
eder. Kemal Paşa-zâde’nin hem Yavuz, hem de Kanûnî’nin İran politikalarındaki etkisi, onun bir nevi
saray politikaları ile özdeşleşmesindendir. Yani padişâhın düşüncesiyle aynileşmiştir. Padişâhlar da
devletin ideolojisini sonuna kadar savunan bu alime itibar etmişlerdir. Öyleki, Kanûnî, Şâh Tahmasb’a
gönderdiği mektupları bizzat ona yazdırmıştır.
Osmanlı ulemasının Safevî ideolojisine karşı olmasının belki de en önemli sebeplerinden biri
aslında, Safevî Devleti’nin Sünnî ulemaya karşı olan tavrıdır. Bu nedenle meselede ideolojiyle beraber
kişiselleştirme vardır. Nitekim, Selânikî’nin “ulema-i ehl-i sünnet ve cemaat düşmeni” ve Celal-zâde
Mustafa’nın “... nerede bir temiz Sünnî mezhepli ilim ve edeb sahibi varsa varlığını kılıçlarının hedefi
yapıp...” kayıtları ulemanın tepkisini yansıtmaktadır. Bu yüzden olsa gerek, Osmanlı uleması, tarih
yazarlarının ağzından –büyük bir kısmı zaten ulemadandır- Safevîlere “muhazele-i mela’in-i Kızılbaş”
ve “leşker-i şeyatin-i bi-şümar” sıfatlarını yakıştırmış, kanlarının mübah ve mallarının helâl olduğuna
dair fetvalar vermişlerdir. Ancak, burada bir çelişki göze çarpıyor. Zira, Peçuyî İbrahim Efendi’nin
eserine kaydettiği Kanunî’nin birinci mektubunda yer alan “İslâm toplumundan olup kıyamet gününe
inananlara yakışmaz” ve Mustafa Nuri Paşa’nın “Sokullu Mehmed Paşa İran’a sefer açılmasına karşı
çıkmış ve Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemek ....” ifadeleri, Safevîleri İslâm dışı
görmediklerini gösterir.
Siyasî Konjöktör Faktörü
Osmanlı müverrihlerinin devlet adamları gibi usluplarını sertleştirmeleri veya yumuşatmaları
resmî devlet ideolojisini veya resmî tarihçi hüviyetinde olmalarının bir sonucu olarak görmek gerekir.
İlber Ortaylı’nın Osmanlı tarih yazarları hakkındaki “Onlar geleneksel toplumun düşünce ve
yorumlama alışkanlığını ve direncini gösterir.” tespiti resmîyeti ifade eder. İşin aslı resmîyet de olsa,
zaman zaman siyasî konjöktöre göre geleneksel söylemler değişebilir. Meselâ, padişahlar şâhlara
savaş dönemlerinde yazdıkları mektuplarda devrin siyasî konjöktörüne uygun üslûb ve ifadeler
kullandılar. Tabi ki Osmanlı yazarları da siyasal işlevleri gereği; mutlak hakimlerin beklentileri
doğrultusunda bunu yansıtırlar. İbn Kemal tarafından kaleme alınan, Kanûnî’nin savaş döneminde Şâh
Tahmasb’a gönderdiği mektupta; “Yiğit Tahmasb, Allah onu doğru yola getirsin! İçinde
söylenenlere uyulması gereken bu mektup size erişince bilinsin ki, sen, sana bağlı olan ve boyun eğen
rafizîler ve dinsizlerle, kötü ve fesatçı kimselerle din kurallarını değiştirip şeriatı alaya almakta ve
saygıdeğer iki ulu şeyhe sövmektesin. Bu yaptıklarınızın dört mezhepçe de küfür ve sapkınlık olduğu
kesinlikle tespit edilmiştir. Uygunsuz yolda bulunduğunuz için İslâm bilginleri ve din şeyhleri -Allah
onları kıyamet saatine kadar ayakta tutsun- kanınızın mübah ve malınızın helal olduğuna fetvalar
vermişlerdir. Şimdi Muhammed Mustafa’nın (S.A.V) temzi ruhundan ve dört halifenin seçkin
ruhlarından yardım ve imdat dileyerek sizin üzerinize gelinmiştir. Sapık mezhebinizde ve gerçek dışı
inancınızda direndiğiniz takdirde yararsız vücudunuzun ortadan kaldırılması için Ulu Allah’ın inayeti ile
harekete geçilmiştir. Elbette ki kılıç kullanmadan önce sizi tövbe edip İslâm’a dönmeye çağırmak
sünnettir.” gibi ağır ifadeler kullanıyordu. Barış döneminde gönderdiği mektupta ise “Yüce hazret,
mevkii göklere kadar uzanan, güneş gibi bereketli, müşteri gezegeni gibi mutlu, mertebesi zühal
gezegeninde olan, Dara anlayışlı, cemşit yaradılışlı. Cem bahtlı ve Hüsrev tahtlı, devletin sığınağı ihsan
ve keremin gök kubbesi, bir çok menkıbelerin sahibi, kalemlerle yazılan rütbesi ve makamı zühre yıldızı
gibi parlak, kutluluk ve büyüklük bayrakları yükselen, erdemlilikleri bol, iyi huylu, umut ve kerem
yıldızlarının doğduğu yer, şerefli menkıbeleri olan anlayış ve sezişleri yüksek kişilerden oluşan öğretici
takımının kıblesi, Kisra sultanları soyunun kökeni, Hatem kadar cömert hakanların özü, mutluluk
binasının kurucusu, büyüklük temlerinin berkiticisi, eyalet ve mutluluk göğünün güneşi, yükseklik ve
mutluluk burcunun incisi, yüce saltanatının azizi, makbul devletin destekleyicisi olan Şâh Tahmasb gibi
övgüler yağdırıyordu. Bu mektuplar arasındaki zıtlığın sebebi, siyasî konjöktörden kaynaklanan üslûb
ve hitap farkıdır. Ayrıca, Kanûnî ile İbn Kemal’in görüş ve düşüncülerini yansıtan bu mektuplar,
hükümdar ile müverrihin siyaset ve anlayıştaki birliktelik derecesini gösterir. Bu mektupları kaydeden
Peçevi İbrahim Efendi de her iki mektubun metnini vermekle gerek kendinin, gerekse devletin
meseleyi siyasî konjöktöre uygun ele aldığını gösteriyor.
Keza, İbn Kemal, Kızılbaşların 1507’de Anadolu’ya girdiklerinde, yağma ve çapul
yapmadıklarını, kimseye zulüm etmediklerini ve daha da önemlisi Osmanlı hükümdarına saygı ve
hürmet gösterdiklerinden bahseder. Oysa yine aynı yazar, Safevîlerin Anadolu’da yaptıkları
propagandaya karşı siper olmuş, tasavvufun Sünnîliği sarsmaması için mücadele etmiştir.
Sulh dönemlerinin havasını en iyi yansıtan örneklerden biri de, II. Ahmed’in cülusu
münasebetiyle İran’dan değerli hediyelerin gönderilmesi ve Osmanlıların da buna karşılık vermesidir
(1692). Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın kaydettiği bu hükümdar nezaketi ve teşrifat usulü ile
karşılıklı hediyeleşmeler hadisesi, iki devlet arasında memnuniyet yaratmış ve bir zaman dostluk
havası esmesine sebebiyet vermiştir.
Meseleyi devrin konjöktörüne göre değerlendiren müverrihlerden biri de Solakzade’dir.
Meselâ, Solakzade, bazı yerlerde “kötü yollu” dediği Şâh İsmail’i Şeytankulu isyanından sonra kalan
adamlarının Şah’a sığınması ve onunla konuşmalarını aktarırken Şâh’ın; “Babalığım Sultan Bayezid
Han hazretlerinin ...” ve “... Sultan Bayezid Han ile aramızda babalık ve oğulluk ittifakı var...” hitabını
kaydetmiştir. Ardından da Şâh İsmail için yüceltici bir üslupla “Şâh hazretleri” tabirini kullanmıştır.
Şah İsmail’in bu kişileri öldürtmesini ise memnuniyet verici bir olay şeklinde anlatmıştır. Keza, Celalzâde
Mustafa, “Acem şâhı ki, kudret ve heybeti ile o tarihte Hüsrev ve Cem gibi olup, dünyanın sahib
kıranı geçinirdi. Gerçekte de yakın zamanda Allah’ın güçlendirmesiyle çok ülkelere kisra ve padişâh
olmuştu.” cümleleriyle düşmanlık hisleri duyduğu Şâh İsmail’in iktidarını ve büyüklüğünü kabul
etmiştir.
Mustafa Nuri Paşa, son dönemlerde artık iyice zayıflayan Safevîlerle savaşmanın Osmanlılar
için şan, şeref ve övünme nedeni olmayıp, belki de güçsüz durumda bulunanı ezme gibi yakışıksız bir
davranış olacağı, bu nedenle gerek Osmanlıların ve gerekse İran’ın –Avusturyalıların İran devletini
Osmanlı ülkesine saldırtmaya, olanca güçleri ile çalıştıkları hâlde- beyhude yere Müslüman kanı
dökülmesine yol açmamak için barış antlaşmalarına uyduklarını yazar. Mustafa Nuri Paşa’nın bu
yaklaşımı yapıcı bir özellik taşır. O, İran politikalarına “Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüncesi ise, İran
ülkesinde Şiî mezhebi yayılmış bulunduğundan Safevî hükümdarı sarsılmadıkça İran topraklarının ele
geçirilmesi ve elde tutulması mümkün olamayacağından, boşu boşuna ülkeyi yakıp yıkmakla, ahalisini
rahatsız etmekle uğraşılmayıp, yalnız Safevîler hükümdar soyunun görkemini ve bağnazlığını ortadan
kaldırıp yok etmek merkezinde idi. Bu düşünce ve taktiğe uygun olarak kaç kez İran hükümdarına
kendisini savaşa çağıran mektuplar yazıldı ise de, İran şâhı oralara hiç yanaşmadı.” cümlelerinde
olduğu gibi, siyasî bir mesele olarak bakar. Fakat zaman zaman taraftar olmayı da ihmal etmez.
Nitekim, “İran şahı Bağdat’ı hile ile ele geçirdikten sonra şehir ve çevresindeki Sünnî mezhebindeki
halka etmedik zulüm ve işkence bırakmadı ... Hüsrev Paşa bu hareketi ile Şâh Abbas’ın Bağdat şehrini
istila edişinde yaptığı genel insan kırımı ve talanları kat kat cezalandırılmış, o davranışların öcünü
almış oldu.” cümlesinde de Osmanlı yazarlığı düşüncesini yansıtmıştır.
İlginç bir yazım yöntemi de zaman zaman Solak-zâde’de görülmektedir. Nitekim, Çaldıran
savaşını anlatırken Rumeli beğlerbeyisi Hasan Paşa’ya “... Haydâr-ı Kerrâr...” sıfatını uygun görmüştür.
Oysa bu terim, Hz. Ali’nin vasıflarından biridir. Böyle Kızılbaşlığa mahsus terimlerin müverrihlerce
kullanılması esasen mühim bir kültür birlikteliği olduğunu gösterir.
Gelibolulu Mustafa Alî, Menâkîb-ı Hünerverân isimli eserinde diğer müverrihlere nazaran çok
farklı bir üslup kullanmıştır. Alî’nin farkı, Safevî şâhlarını çoğunlukla övmesi ve yüceltmesidir. Mesela;
“Şâhın (Tahmasb) merhamet ve şefkatinin olgunluğuna iyilik ve eli açıklığı baş üzere delildir. Tahmasb,
... özellikle resim ve nakış inceliklerine ayrıntılı bir tad duyarak üstad bir nakkaş ve Bihzad buluşlu bir
musavvir olduğu gibi, şehzadelerinden İbrahim Mirza da sihir yapan bir nakışçı ve seçkin süslemeli
desenleri olan iyi bir ressam olmuştur.” Alî’nin övgüsü şahların özellikle bilgin, alim ve hüner
sahiplerini koruyup kollamalarından kaynaklanmaktadır.
Batıl Hükümet ve Hükümdarlık Meşruiyeti
Osmanlı tarih yazarları aydın kimlikleriyle aynı zamanda devlet ideolojisinin propaganda
gücüdür. Yüklendikleri misyon gereği, Safevî idaresini batıl hükümet olarak ilan ederek, toplum
nezdinde ve de özellikle sempatizan durumdaki halka yönelik bir karalama enformasyonu
yapmışlardır. Bunun için bazı propoganda yöntemleri kullanmışlardır. Bunlardan biri, Safevî
hükümetini dinen gayrımeşru ilan etmeleridir. Böylece İslâm camiasında siyaseten bir köşeye
sıkıştırmak istemişlerdir. Bunun için de hemen hemen bütün yazarlar, Safevîlerin batıl olduğunu,
şeriata uymadıklarını ve İslâm’a aykırı davranışlarda bulundukları yolunda suçlamalar getirmişlerdir.
Böylece dinen meşru bir hükümet olmadıklarını toplumsal bilinçe yerleştirmek gayreti içerisinde
olmuşlardır. Selanikî Mustafa Efendi’nin “Tahmasb şâh-ı güm-rah elli dört sene mülket-i Acem’de
ferman ferma olup serir-i saltanatta hükümet-i batıla idüp ...” ve Solak-zâde’nin “O gece hakkın ve
batılın askerleri birbirlerine mukabil oldula.r” ifadeleri, Safevî saltanat/hükümetinin ve onun temsil
ettiği devletin batıl olduğunu vurgulamak içindir. “Batıl” kelimesi, hiç şüphe yok ki, Safevî
hükümetinin meşruluğunu tartışmaya açıyor. Başka bir yöntem Eyyübî’nin;
“Şâh-ı Tahmasb’ı ol kallaş-ı alem,
İderken da’va-yı merdi dem-a-dem
Harami başı ol vesvas-i hannas
İçi vü tışı küfrile tolı pas”
(Dünyanın hilekarı olan Şâh Tahmasb her zaman mertlik iddiasında bulunurken, O yol kesicilerin başı
ve ortalığı karıştıran bir şeytandır. İçi ve dışı küfür pasıyla doludur.) mısralarında hayat bulan Safevî
şahının bir hükümdar gibi davranmadığı, haramilik üzere saltanat sürdüğü yolundaki propaganda
yöntemidir. Böylece, İran ülkesinde hak-hukuk, mal-can emniyeti olmadığı, bizzat şâhın soyguncu ve
yağmacı olduğu anlatılmak istenmiştir.
Bir diğer yöntem, İbn Kemal’in ürettiği bir yöntemdir. İbn Kemal, Safevî taraftarı Türkmen
kitlelerini dikkate alarak, yine bir Türkmen devleti olan Akkoyunlu tezini ileri sürmüş ve Safevîlerin
saltanatı Akkoyunlulardan çaldığı suçlamasını getirmiştir. Böylece, Safevî saltanatının meşru
olmadığını vurgulamak ve Türkmen kitlelerinin bu saltanat sancağı altında toplanmasını engellemek
istemiştir. Özellikle Akkoyunlu aile ve aşiretlerine yönelik şiddetli bir katliam yapılmasından hareretle
bahsetmesi Türkmenlere yönelik bir mesajdır.
Başka bir diğer yöntem, Osmanlı soyunu Oğuz Han’a bağlayarak ona bir meşruluk ve kutsiyet
atfederken, buna karşılık Safevîlerin soy ve sopunun Türk ve İslâm geleneğine göre, hükümdarlık
meşruiyeti taşımadığı yolundaki söylemleridir. Gerçi Şeyh Safiüddin’e karşı duydukları derin
muhabbet ve saygı dolayısıyla Safevî ecdadına karşı hep hürmetkar üslup ve tavır takınmış olmakla
beraber, Şâh İsmail ve daha sonrakileri hükümdar soyundan değil, şeyh soyundan geldikleri için üstü
kapalı veya açık bir şekilde aşağılarlar. Yavuz’un Çaldıran öncesi ah İsmail’e sufi cübbesi ve asa
göndermesi bu anlayışın tezahürüdür. Keza, İbn Kemal’in Şâh İsmail’den bahsederken “Şeyh-zâde-i
Erdebilî Şâh İsmail” demesi, hükümdarlıktan çok, şeyh oğlu olduğunu vurgulama ısrarındandır. Bunu
yapmaktaki amaçta Oğuz geleneğini yaşatan Türkmen kitleleri üzerinde etkili olmaktır.
Yine, Peçevi’nin gayet masumane bir üslûpla anlattığı, Kırım şehzadesi Adil Giray’ın Safevîlere
esir düşmesi ve onun başından geçen olaylar; üstü kapalı soy asaleti tartışmasıdır. Peçevi, Şah
Hüdabende’nin şehzade Adil Giray’ı ailesinden birisiyle evlendirmek istediğini yazar. Peçevi bunu,
Şâh’ın “Cengiz Han soyundan” birisini damat almak suretiyle, soy ve sopta kendisinden yüksek olan
gerçek bir han ailesi ile akraba olmak istemesi şeklinde yorumlamıştır. Peçevi bu yazdıklarıyla
gerçekte Safevîlerin hükümdarlık soy ve sop geleneğinin meşruiyet sorunu olduğunu ifade etmeye
çalışmıştır. Ancak, devlet hukukunu da nazarı dikkate aldığı görülüyor. Zira, “Şâha şâh gerek imiş.”
cümlesi, Safevî hükümdarının iktidarını ve egemenlik hakkını tanıyan bir ifadedir. Keza, Kanûnî’nin
İskender Paşa’ya gönderdiği mektupta “... şâh oğlu (İsmail Mirza) askerleriyle cenk senin dengin
değildi...” cümlesini kaydetmesi hükümranlık itibariyle bir denklik mesajı veriyor gibi.
Keza, Peçuyî ve Müneccimbaşı’nın kaydettiği Elkas Mirza olayı, Kanûnî’nin Safevî hanedan
üyelerine ister “değer” denilsin, isterse “çıkar” denilsin bir kıymet verdiğinin göstergesidir.
Tahmasb’ın kardeşi olan Elkas Mirza, 1547’de Osmanlılara sığındığında padişah tarafından İstanbul’da
çok iyi karşılandı. Padişâhın emriyle bir saray tahsis edildi, bütün masrafları karşılandı. Kanûnî onun
onuruna ziyafet verdi, kaftan hediye etti. Daha sonra kendisine asker vererek Tahmasb’ın üzerine
gönderdi. Bu olay gösteriyor ki, Osmanlı hükümdarı meseleye siyasî bakıyor ve bir meşruiyet sorunu
görmüyordu. Zaten, İran tarihi hakkında oldukça malumatı olduğu anlaşılan Kanûnî, Tahmasb’a
yazdığı ikinci mektupta, Safevî hükümdarını Sasani kisralarının halefi olarak ifade ederek onu
yüceltmiştir. Bu yüceltmenin siyasî konjöktörden kaynaklandığı biraz önce ifade edilmişti.
Sonuç
Tarihçilerin yüzyıllardır amaçları, birikimlerini topluma, güç odaklarına, merkezi otoriteye,
taşra beylerine, hayır ve hasenat sahiplerine, ilim koruyucularına, taraftarlarına ulaştırmak olmuştur.
Bunu gerçekleştirmek isterken de tabiatıyla, hedef kitlenin can alıcı noktalarını, ilgi ve isteklerini
dikkate alırlar. Aksi takdirde hedef kitleyi yakalamaları zordur. Osmanlı yazarları da bu mantık
içerisinde hareket etmişler ve devrin siyasî, ideolojik, ahlâkî, uluslar arası ilişkiler,
ekonomik, konjöktürel değerlerine göre eserler vücuda getirmişlerdir. Bunun için diyebiliriz ki,
onların Türk-İran askerî mücadelesine bakışı, esasen siyasî rekabetten doğan bir hakimiyet
mücadelesini merkezi hükümetin ideolojisine göre yorumlamaktır. Bunun için mücadeleye Sünnîlik-
Şiîlik mücadelesi olarak bakmamak gerekir. Ancak, her iki devlette mezhep unsurunu siyasî ve
motivasyon aracı olarak kullanmışlardır. Devletin resmî tarihçileri de devletin politikalarına ve
ideolojisine uygun bir duruş belirlemiş ve tavır almışlardır. İran hükümeti ve halkı için kullanılan
ifadelerin tamamı bunun içindir.
Devletin resmî görevlileri olan bu tarihçiler, merkezî hükümetin, ümera ve ulemanın
görüşlerine uygun eserler yazıyordu. Acaba Sünnî halk tarih yazarlarının biraz da kışkırtıcı olan
fikirlerini kabul edip, Kızılbaşlara karşı tepki gösteriyorlar mıydı? Bu soruya cevap olarak Ocak,
“Türkiye tarihinde sonuçları bu güne kadar uzanan önemli bir toplumsal ikilik doğdu.” demektedir.
Ocak’ın bu ehemmiyetli görüşü, Alevi-Sünnî toplumsal sorunların önemine binaen sorgulanmalıdır.
Zira, Anadolu’da merkezî yönetime karşı başkaldıran Kızılbaş zümrelerle Sünnî halk arasında çatışma
olup olmadığı, oldu ise boyutları hakkında halk tarihinin çok az bilinmesi ve kaynak yetersizliği
nedeniyle sağlıklı bir kanaate sahip olamıyoruz. Ancak, bir kuşkuculuk olduğunu ve “Kızılbaşın kestiği
yenilmez.”, “Mum söndü.” gibi yanlış bilgiler ve kanaatlar olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, Yavuz
Sultan Selim, Tebriz’i ele geçirdiğinde sanat ve marifet erbabı bin kadar aileyi İstanbul’a göç ettirdi.
İstanbul’da bunlara meskenler ve dükkânlar verildi.. Bu ailelerin mezhebine bakıldı mı? Yoksa mezhep
nazarı dikkate alınmadan mı göç ettirildiler? Bu sorulara kaynak yetersizliğinden cevap veremiyoruz.
Ancak, bunların başkente yerleştirilmesi, iş güç sahibi yapılması, en önemlisi İstanbul halkıyla bunlar
arasında herhangi bir problemin yaşanmaması –ki kaynaklarda bir problem yansıtılmamaktadırkuşguculuk
ve uzak durmadan başka bir meselenin olmadığını gösteriyor. Bununla beraber,
Peçevi’nin “kimi içi kara ve fesatçı kimseler Tebriz ahalisini toplu olarak öldürtüp talan etmeye
yeltendilerse de padişâh (Kanûnî) buna razı olmadı, merhametli davrandı ve kesin olarak kimseye
sataşılmasına izin vermedi.” ve Mustafa Nuri Paşa’nın “Boşu boşuna ülkeyi (İran) yakıp yıkmakla,
ahalisini rahatsız etmekle uğraşılmayıp” ifadeleri gerek Osmanlıların ve gerekse müverrihlerin Safevî
halkıyla bir sorunları olmadığını gösteren kayıtlardır.
Bu makalede Osmanlı tarihçilerinin yazdıklarına göre, bakış açılarını değerlendirmeye
çalıştık. Karşı taraf yani İran tarihçilerinin bakışı ve görüşlerini değerlendirmeye almadık.
Esasında meseleyi iki tarafında bakışıyla yazmak gereklidir. Pek çok çalışmada olduğu bizim
bu çalışmamızda da bu eksik bulunmaktadır.
Osmanlı tarih yazıcılarının buraya kadar yapılan değerlendirmelerdeki yazım tarzına karşılık,
günümüz tarihçileri Osmanlı-Safevî mücadelesine nasıl bakmalı ve yazmalıdır? Her şeyden evvel,
Kafesoğlu’nun dediği gibi “her tarihi olay kendine mahsus zaman, çevre ve amiller açısından
değerlendirilmelidir.” Orta, yeni ve yakınçağların tarih yazarları, -bizim bugün artan araştırmalar ile
epeyce malumat sahibi olduğumuz- Safevîlerle hasım bir ortamda karşılaştılar. Bu sebeple Osmanlı-
Safevî ilişkilerine tarafsız bir gözle bakamadılar. Oysa bugün araştırmacı tarih anlayışı, objektiflik ve
tarih ilmi kriterleriyle olaylara ve problemlere bakılma imkânı vardır.
Aynı şekilde devlet politikalarımıza da yeni bir bakış getirmek gereklidir. Osmanlı-İran
arasındaki şiddetli mücadele son dönemlerde yerini iyi komşuluk ilişkilerine bırakmıştır. Ahmed Lütfi
Efendi ve diğer eserlerin kaydettiğine göre, Osmanlı tarafından İran’a ve İran tarafından Osmanlı’ya
devlet nişanları, hediyeler, hürmetkar iltifatlar gidip gelmiş, Şâhlar, Osmanlı payitahtına ziyaretlerde
bulunmuşlardır. Meselâ; Sultan Abdulaziz devrinde 1873’de Nasırüddin Şâh İstanbul’u ziyaret etmiş
ve Beylerbeyi Sarayı’nda misafir edilerek, kendisine çeşitli hediyeler takdim edilmiştir. Keza, Sultan II.
Abdulhamid devrinde Muzaferüddin Şâh’a “murassa imtiyaz nişanı” verilmiş, Şah 1900 senesinde
İstanbul’a gelerek Yıldız Sarayı’nda misafir olmuştur. Bu ziyaretler esnasında iki devlet arasındaki
ihtilaflı meselelerin hâlli anlayış içerisinde ele alınmıştır. Böylece iki devlet arasında başlayan iyi
komşuluk ilişkileri, Yeni Türkiye’nin kurulmasından sonra da devam etmiştir. Yeni Türk Devleti’nin
kurucusu Atatürk ile modern İran’ın yaratıcısı Rıza Şâh Pehlevi arasındaki dostane ilişkiler ve Rıza
Şâh’ın Türkiye ziyareti dostluğu daha da geliştirmiştir. Türkiye ve İran, CENTO’da da birlikte yer
almışlardır. Ancak, Molla Humeyni’nin iktidara gelişi, Türk-İran münasebetlerindeki iyi komşuluk
ilişkilerini tekrar eski kuşkucu anlayışa dönüştürmüştür.
Bizim tarafımızdan tarihî perspektifin, öğretinin, anlatım tarzının, kolektif hafızanın ve
anlayışının etkisiyle kuşkuculuk hâlen devam etmektedir. Zamanımızın kendisini en fazla hissettiren
problemi budur. Aynı teolojik kökten gelen, ancak birbirine hasım olan, düşünce, ideoloji, dünya
görüşü, rejim, sistem, laiklik, çağdaşlık, hayat tarzı, dinî ve ahlâkî yorum, devlet politikalarını ve
siyaseti derinden etkilemiştir. Bütün bu inanç değerleri ve laiklik iki tarafı karşı karşıya getirerek
problem yaratmıştır. İran tarafından ise, din adamlarından oluşan İran hükümetinin Safevî ulûhiyet
propagandist geleneğini yaşatıyormuş izlenimi vermesi de laik esaslar üzerine kurulmuş Türkiye
Cumhuriyeti için bir tehdit algılaması doğurmuştur. Kafesoğlu’nun ifadesine geri dönersek, Türkiye şu
an itibariyle İran ile olan ilişkilerini, Osmanlı’dan günümüze miras kalan hafıza nazarı itibariyle
değerlendirmemelidir. Günümüz ve gelecek siyasî, askerî, stratejik, ekonomik, uluslar arası
ilişkilerdeki siyasî konjöktür, küreselleşme, AB ve ABD politikaları, İran’da yaşayan yaklaşık 30 milyon
Türk soydaşımız ve milletimizin menfaatleri açısından değerlendirip, buna göre politikalar üretmelidir.
Osmanlı Kaynaklarında Kızılbaşlar İçin Kullanılan Kavramlar:
bed-kiş-i kızılbaş: kötü insan Kızılbaş
bid’at u dalal: İslâm’dan sapmış
evbaş kızılbaş: aşağılık Kızılbaş
kızılbaş-ı bed-ma’aş: kötü yaşayışlı Kızılbaş
kızılbaş-ı ber-haş-cuy: şiddet üzere olan Kızılbaş
kızılbaş-ı bi-din: dinsiz Kızılbaş
kızılbaş-ı hannas: şeytan Kızılbaş
kızılbaş-ı mela’in: lanetlenmiş Kızılbaş
kızılbaş-ı mütezelzilü’l-akdam: uğuru sarsılan Kızılbaş
kızılbaş-ı rûsiyahî: karayüzlü, ayıbı olan Kızılbaş
kızılbaş-ı şum: uğursuz Kızılbaş
leşker-i şeyâtin-i bi-şümar: şeytanı çok olan asker
muhazele-i mela’in-i kızılbaş: lanetlenmiş aşağılık Kızılbaş
revafiz-i bi-iman: imansız sapkın
şâh-ı gümrâh: doğru yoldan sapmış şâh
şeyh-i dalîl: yolu azmış şeyh
ye’cüc-i fitne: fitne yecüc
Ek. 1: Kanûnî Sultan Süleyman’ın Şah Tahmasb’a Yazdığı 1. Mektup
“Yiğit Tahmasb, Allah onu doğru yola getirsin!
İçinde söylenenlere uyulması gereken bu mektup size erişince bilinsin ki, sen, sana bağlı olan
ve boyun eğen rafizîler ve dinsizlerle, kötü ve fesatçı kimselerle din kurallarını değiştirip
şeriatı alaya almakta ve saygıdeğer iki ulu şeyhe sövmektesin. Bu yaptıklarınızın dört
mezhepçe de küfür ve sapkınlık olduğu kesinlikle tespit edilmiştir. Uygunsuz yolda
bulunduğunuz için İslâm bilginleri ve din şeyhleri -Allah onları kıyamet saatine kadar ayakta
tutsun- kanınızın mübah ve malınızın helâl olduğuna fetvalar vermişlerdir. Şimdi Muhammed
Mustafa’nın (S.A.V) temzi ruhundan ve dört halifenin seçkin ruhlarından yardım ve imdat
dileyerek sizin üzerinize gelinmiştir. Sapık mezhebinizde ve gerçek dışı inancınızda
direndiğiniz takdirde yararsız vücudunuzun ortadan kaldırılması için Ulu Allah’ın inayeti ile
harekete geçilmiştir. Elbette ki kılıç kullanmadan önce sizi tövbe edip İslâm’a dönmeye
çağırmak sünnettir. İşte bu sebeple, uyulması gereken bu ferman sana gönderildi ve karışık,
perişan haliniz olduğu gibi bildirildi. Şimdi erkeklik davasında olanlara korkaklıkla kadın gibi
meydandan kaçıp gizlenmek düşmez. Kana susamış erkek aslanlar ve aslan gibi öç alan
yiğitler yerine çekildikten sonra bir bölük sapkının önüne düşüp alemlerin yaratıcısının
emanetleri olan acizlerin reaya ve halkın mallarını yağma edip ellerinden almaya ve tahrip
etmeye cesaret ile soy ve soplarını kurutmaya çalışmak İslâm toplumundan olup kıyamet
gününe inananlara yakışmaz. Eğer kalbinde iman ışığından bir damla ve vicdanının
bahçesinde din inançlarından bir taze yaprak olsun var ise İslâmlara uy ve şimdiye kadar
yaptığın sapkınlığa, dinsizliğe ve alçaklığa tövbe kıl. Aksi halde, kaçıp gizlenmek gibi
yüzsüzlüğün ve sayısız dinsizce davranışların ile yanındaki akılsız haşaratın başbuğluğunu
bırakıp İslâm askerîni karşısına çık ve Allah’ın taktirinden, henüz görünmeyen, gizlilik
arkasında kalmış haber ve olayların meydanı çıkmasını bekle. Eğer korkarak kaçmanın sebebi
elimizdeki top ile tüfek ise buna gerek yok; çünkü bu gibi savaş araçları, sapkınlar ve
dinsizler için zaten hazırlanmış değildir ve kullanmaya da niyetli değiliz. Sizin gibi halleri
bilinen iğrenç bir sürünün hakkından gelmek için savaş aslanlarının elindeki parlak kılıçlar
yeterlidir. Hele ki yüce Kur’an’da (ve enzelne’l hadidefihi be’sün şedidün) ayeti uyarınca
meramı güzelce anlatan kılıç ve kama, demir mızrak kullanmaya gerek kalmadan yok
edilmenize yeterli olduğu açık ve seçiktir. Vesselam İslâm askerîne itaat etmeniz için verilen
öğüt tamam oldu.” (Peçevi Tarihi, C.1, s. 220- 221).
Ek. 2: Kanûnî Sultan Süleyman’ın Şah Tahmasb’a Yazdığı 2. Mektup
“Yüce hazret, mevkii göklere kadar uzanan, güneş gibi bereketli, müşteri gezegeni gibi mutlu,
mertebesi zuhal gezegeninde olan, Dara anlayışlı, cemşit yaradılışlı. Cem bahtlı ve Hüsrev tahtlı,
devletin sığınağı ihsan ve keremin gök kubbesi, bir çok menkıbelerin sahibi, kalemlerle yazılan rütbesi
ve makamı zühre yıldızı gibi parlak, kutluluk ve büyüklük bayrakları yükselen, erdemlilikleri bol, iyi
huylu, umut ve kerem yıldızlarının doğduğu yer, şerefli menkıbeleri olan anlayış ve sezişleri yüksek
kişilerden oluşan öğretici takımının kıblesi, Kisra sultanları soyunun kökeni, Hatem kadar cömert
hakanların özü, mutluluk binasının kurucusu, büyüklük temlerinin berkiticisi, eyalet ve mutluluk
göğünün güneşi, yükseklik ve mutluluk burcunun incisi, yüce saltanatının azizi, makbul devletin
destekleyicisi olan şâh Tahmasb, Allah’ın inayeti ile bütün yakınların zevale ermesin. İnsan senin
çevrende avunur ve huzur bulur. Çevreden de esen saf rüzgar üfleyerek amber kokuları saçar.
Güneşi aydınlatan nurlu kalbinizi gizli kalmasın ki daha önce Erzurum’da bulunduğum sırada
Korucı Kaçar eliyle bir mektubunuz gelmişti. Mektupta benimle bundan böyle dostluk ve barış içinde
yaşamak dileğinde bulunmuştunuz. Ricanız kabul olunarak adı geçen elçi bu yolda olumlu bir cevapla
size gönderilmişti. Aynı zamanda sınır boylarındaki komutanlara tarafımızdan buyruklar çıkarılarak
sınır dışına müdahale etmemeleri sıkıca tenbih olunmuş idi.
Şimdi yeniden aynı doğru yola girilerek yüksek katımıza dostluğu sağlamlaştırmak, sevgi ve
birlik binalarını berkitmek umuduyla bir mektup yazıp böyle olmasını isteyenlerden biri olan Eşik ağası
Ferruhzade beyi elçi olarak bize göndermiş bulunuyorsunuz. Bu elçi gelip eteğimizi öpmekle
yücelendikten sonra kendisine ısmarlanan işleri huzurumuzda anlattı. Mektubunuzda söylenenlerden
de bilgi edindik. Sevgi binalarını sağlamlaştırmak ve dostluk düzenini iyileştirmek hususunda ne
denilmiş ise hepsini anladık.
Herkesçe bilinmektedir ki mülklerin gerçek sahibi yüce Allah hazretleridir ve dünyada geniş
toprakları “inna cealnake halifetün-bil ardı” ayetinin anlamı gereğince bizim tasarrufumuza vermiştir.
Kentlerin ve kulların bütün işleri, cihanı süsleyen reyimize teslim kılınmıştır. Allah’a şükürler olsun,
Peygamber efendimizin doğru yolu gösteren mucizelerine, mübarek soyu ve sahabeleriyle dört
halifenin kutsal ruhlarının bereketli feyizlerine dayanarak daima hayra dönük olan niyetimiz
Müslümanların refaha kavuşturulmalarına, bütün kalbimiz kamu düzeninin ayakta tutulmasına
yönelmiştir.” (Peçevi Tarihi, C.1, s.239-241).
KAYNAKLAR
Ahmed Lütfi Efendi, Tarih, (Yay. Münir Aktepe), İstanbul 1984.
Anonim Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704), (Hzl. Abdulkadir Özcan), Ankara 2000.
Celal-zâde Mustafa, Selim-Name, (Hzl. A.Uğur-M.Çuhadar), İstanbul 1997.
Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiat, (sad. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1979.
Eyyubi, Menâkîb-ı Sultan Süleyman, (Hzl.Mehmet Akkuş), Ankara 1991.
Gelibolulu Mustafa Alî, Menâkîb-ı Hünerverân, (Hzl.Müjgan Cunbur), Ankara 1982,
Hafız Hüseyin Ayvansarayî, Mecmûa’i Tevârih, (Hzl.F.Ç.Derin-V.Çabuk), İstanbul 1985.
Hoca Saadeddin Efendi, Tacü’t-Tevârih, İstanbul 1279.
Küçük Çelebi-zâde Asım Efendi, Tarih-i İsmail Asım Efendi, (Raşid, Tarih’e Zeyl), İstanbul 1282.
İbn Kemal, Tevârih-i Al-î Osman, VIII.Defter, (Hzl.Ahmet Uğur), Ankara 1997.
Kemal Paşa-zade, Tevârih-i Al-î Osman, X. Defter, (Hzl.Şerafettin Severcan), Ankara 1996
Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukuât, (Yay.N.Çağatay), Ankara 1980.
Mustafa Reşid, Çeşmi-zâde Tarihi, (Hzl.Bekir Kütükoğlu), İstanbul 1993.
Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaifü’l-Ahbâr, İstanbul 1285.
Peçevi İbrahim Efendi, Tarih, (Hzl.B.Sıtkı Baykal), Ankara 1981.
Selanikî Mustafa Efendi, Tarih-i Selanikî (1003-1008/1595-1600), (Hzl.Mehmet İpşirli), Ankara 1999.
Solak-zâde Mehmed Hemdemî Çelebi, Solak-zâde Tarihi, (Hzl:Vahid Çabuk), Ankara 1989.
Şemseddin Sami, Kamûsu’l-A’lâm, Ankara 1996, C.5, s.3659.
ARAŞTIRMA ESERLER
AKYOL, Taha; Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, İstanbul 1999.
ALLOUCHE, Adel; Osmanlı-Safevî İlişkileri, Kökenleri ve Gelişimi, (çev.Emin Dağ), İstanbul 2001.
ATSIZ, Nihal; “Kemal Paşa-Oğlu’nun Eserleri”, Şarkiyat Mecmuası, (İstanbul 1966), 6.
GÖLPINARLI, Abdulbaki; “Kızıl-Baş”, İA, C.6.
GÖYÜNÇ, Nejat; “Muzafferüddin Şâh ve II.Abdulhamid Devrinde Türk-İran Dostluk Tezahürleri”,İran
Şehinşâhlığı’nın 2500.Kuruluş Yıldönümüne Armağan, (İstanbul 1971).
HALAÇOĞLU, Yusuf; XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1998.
İNALCIK, Halil; “The Rise of Otoman Historiography”, Historians of the Middle East, (Edt.B.Lewis, P.M.Holt),
(London 1962).
KAFESOĞLU, İbrahim; “Tarih İlmi ve Bizde Tarihçilik”, Tarih Dergisi, XIII/17-18, (İstanbul 1963).
OCAK, A.Yaşar; Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17.Yüzyıllar), İstanbul 1999.
OCAK, A.Yaşar; “Osmanlı kaynaklarında ve modern Türk tarihçilğinde Osmanlı-Safevî Münasebetleri, (16-17.yy),
Belleten, C.LXVI, sayı:246, (Ağustos 2002).
PARMAKSIZOĞLU, İsmet; “Kemal Paşa-zade”, İA, C.6.
TOPALOĞLU, Bekir; “Zındık”, İA, C.13.
UYAR, Mazlum; “Safevîler Öncesi İran’da Tasavvuf ve Safevî Devletinin Ortaya Çıkışı”, Akademik Araştırmalar
Dergisi, (İstanbul 2001), sayı:7-8.
ÜZÜM, İlyas; “Kızılbaşlık”, TDVİA, C.25.
DİPNOTLAR
Muhaliflerin Kızılbaşlara taktıkları “Mum söndürenler”, “Çerağ-kuşan”, “tavşan yemezler”,
“Ali Allahiler” gibi isimler de aşağılama amacı gütmektedir (Abdulbaki Gölpınarlı, “KızılBaş”,
İA, c.6, s.790).
Atatürk Ünv. Kazım Karabekir Eğitim Fak.
İbn Kemal, aşiretlerin İran’a göçünü “Ölüsi dirisine yüklenüb, cümlesi çıkub gitmek istediler.”
cümlesi ve “Türkler terk edib diyarların, Satdılar yok bahaya darların” beytiyle anlatır
(Tevârih-i Al-i Osman, VIII. Defter, (hzl..Ahmet Uğur), Ankara 1997, s. 233).
Adel Allouche, Osmanlı-Safevî İlişkileri, Kökenleri ve Gelişimi, (çev. Emin Dağ), İstanbul
2001, s.59-60, 70; Mazlum Uyar, “Safevîler Öncesi İran’da Tasavvuf ve Safevî Devletinin
Ortaya Çıkışı”, Akademik Araştırmalar Dergisi, (İstanbul 2001), S.7-8, s. 85-98.
A.Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17.Yüzyıllar), İstanbul
1999, s. .
Taha Akyol, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, İstanbul 1999, s.37
A.Yaşar Ocak, “Osmanlı Kaynaklarında ve Modern Türk Tarihçilğinde Osmanlı-Safevî
Münasebetleri, (XVI-XVII.yüzyıllar), Belleten, (Ankara 2002), LXVI/246, s.503, 516.
Halil İnalcık, “The Rise of Otoman Historiography”, Historians of the Middle East,
(Edt.B.Lewis, P.M.Holt), (London 1962), s.155.
Abdurrahman Şeref Efendi, Osmanlı Devleti Tarihi, (Haz.A.Demir-M.Kafkas), İzmir 1995,
s.196.
Bilindiği gibi Osmanlı’da millet sistemi din kaynaklıdır.
Osmanlı kaynaklarının tamamında Kızılbaşlardan bahsederken düşman oldukları belirtilir.
Mesela; bkz.İbn Kemal, VIII.Defter, s.252, 254.
Nitekim Bekir Kütükoğlu da “Safevîlerin İran’ı siyasî bir birliğe kavuşturmasını dini bir
menşeyde aramak veya başka bir ifadeyle İran’ın milli birliğinin dini bir kaynaktan neşet
ettiğini işaret etmek, Türk-İran muhasamatının devamlı saiklerini göstermek bakımından
önemlidir.” demektedir (Bkz. Osmanlı-İran Siyasî Münasebetleri, 1, (1578-1590), İstanbul
1962, s.1).
Kızılbaşlar, Safevî ordusunu teşkil eden Türkmen kabilelerine dayanan atlı sınıflardan biridir.
Ocak’a göre “militan Şiî ideolojisi” (Zındıklar ve Mülhidler, s.94), Akyol’a göre “militan Şiî-
sufî ideolojisi” dir (Akyol, s.59).
Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaifü’l-Ahbar, İstanbul 1285, C..2, s.460; Solak-zâde
Mehmed Hemdemî Çelebi, Solak-zâde Tarihi, (hzl. Vahid Çabuk), Ankara 1989, C. 2, s. 335;
Hoca Saadeddin, Tacü’t-Tevârih, İstanbul 1279, c.2, s.254; Celal-zâde Mustafa, Selim-Name,
(Haz. A. Uğur-M.Çuhadar), İstanbul 1997, s.554; Peçuyî İbrahim Efendi, Tarih, (hzl. B.Sıtkı
Baykal), Ankara 1981, C.1, s.128; Küçük Çelebi-zâde Asım Efendi, Tarih-i İsmail Asım
Efendi, (Raşid, Tarih’e Zeyl), İstanbul 1282, s.294; Mustafa Reşid, Çeşmi-zâde Tarihi,
(Haz.Bekir Kütükoğlu), İstanbul 1993, s. 59.
Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, s.7.
İlyas Üzüm, “Kızılbaşlık”, TDVİA, c.25, s.547.
Ocak, Osmanlı-Safevî Münasebetleri, s.516; Şemseddin Sami de, “... müluk-ı Safevîyye ile
Devlet-i Osmaniyye arasında vuku bulan muharebat esnasında Kızılbaş ismi Şia manasıyla
isti’mal olunarak ....” (Kamusu’l-A’lam, Ankara 1996, c.5, s.3659) demektedir.
Solak-zâde, c.2, s.543.
Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, s. 100. Ayrıca, Hafız Hüseyin Ayvansarayî, (Mecmua’i
Tevârih, (hzl.. F.Ç. Derin-V.Çabuk), İstanbul 1985, s. 348) bir çok yazar gibi İran’la yapılan
savaşta ölenleri “şehit” olarak nitelendirmiştir.
Yavuz’a bu hususta en büyük desteği veren İbn Kemal’dir. İbn Kemal yazmış olduğu bir
risalede, Şiilerin öldürülmesinin caiz, mallarının helal olduğunu ve onlarla yapılacak savaşın
cihad hükmünde sayılacağını belirtmiştir (İsmet Parmaksızoğlu, “Kemal Paşa-zâde”, İA, c.6,
s.563). Ayrıca, Müneccimbaşı, “Selim ulemadan Kızılbaşlarla savaşmanın caiz olup
olmadığına dair fetva vermelerini istedi. Ulema, Kızılbaşlarla yapılacak savaşın kafirlerle
yapılacak savaşlardan daha efdal olduğunu bildirip, savaşın cevazına ittifakla karar
verdiler.Geniş olarak yazılmış Osmanlı tarihlerinde ulemanın bu hususu ispat için getirdikleri
deliller uzun uzadıya anlatılır.” (C. 2, s. 456) demektedir. Yavuz Sultan Selim’in 1514’de Şâh
İsmail’e gönderdiği mektupta da ulemanın fetva verdiği vurgulanmıştır (Solak-zâde, C.2,
s.18).
Dört Sünnî mezhepçe de zındıklığın cezası ölümdür. Ancak bazıları bunu şarta bağlarken,
bazıları bu cezayı şartsız vermektedir. İmamı Hanife zındığın esas olarak ölümle
cezalandırılmasını, ancak evvela fikrinden vazgeçmesi ve tövbe etmesi için zaman ve fırsat
tanınmasından, tövbe ettiği takdirde ölüm cezasının kaldırılmasından yanadır (Ocak, Zındıklar
ve Mülhidler, s.64). Osmanlı hukuk sistemi Hanifî fıkhı üzerine kurulu olduğundan cari
hukuk böyledir. Molla Lütfi idamında olduğu gibi zaman zaman buna uyulmamakla birlikte,
Molla Kabz’ın idamında (1527) uygulanmıştır. (“...Kabz fikrinden dönmedi. Bunun üzerine
İbni Kemal katli vacibdir diye fetva verdi. İstanbul kadısı Sadi Çelebi de Kabız’a bu
fikirlerinden vazgeçip tövbe etmesini teklif etti. Fakat, Kabız fikirlerinden vazgeçip tövbe
etmeye yanaşmadı. Sadi Çelebi de katline fetva verdi...) (Müneccimbaşı, c.2, s.529). Zındıklık
suçu sabit olan bir kadın, üç mezhep imanına göre de, erkek muamelesi görür. Hanifîlere göre
ise, Peygamberin kadınların öldürülmesini yasaklayan talimatı gereğince, bunlar tövbeye
davet edilir, gerekirse hapis edilirdi. Zındık fikrinden vazgeçerse, mirası Müslüman
varislerine aittir. Zındık ölürse, zındıklıktan önce sahip olduğu servet Müslüman varislerine
aittir, zındıklık devrinde elde ettiği servet ise, bir kısım fakihlerce yine varislerine intikal eder
ise de, İmamı Hanife’ye göre ganimet malı sayılır (Bekir Topaloğlu, “Zındık”, İA, C.13,
s.560).
BOA, Mühimme Defteri, nr.131, s.17, sene 1135/1722 (Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII.
Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1998, s. 209.
Celal-zâde Mustafa, s .208.
İbn Kemal, VIII.Defter, s.278.
Celal-zâde Mustafa (s.553-554) bu mukayesede; “Kafirlerin dinleri bellidir. Kafirin günahı
sırf şirk. Bunların maksatları temiz dinin saf suyunu kirletmektir. Kafirin en büyük günahları
alemlerin efendisinin peygamberliğini inkar, bunların sonu sapıklık olan niyetleri kainatın
Ulu’sunun (Allah’ın rahmet ve selamı ona olsun) mağara dostu olan dert ortağı arkadaşıyla
diğer büyük sahabelerine hiç yoktan kin ve düşmanlıklarını ortaya atmaktır. Kafirin suçu
Kur’an-ı Azime muhalefet, bunların en yüce maksatları mutluluk sıfatlı apaçık dine
muhalefettir. Kafirin en derin arzusu İncil’in hükümlerini yaymak, bunların en büyük
gayretleri Kur’an’ın prensiplerini bozmakta aşırılıktır. Kafirlerin ümitleri haç tertibi
gözetmek, bunların arzuları Sevgili’nin dinini bozup küçümsemektir.” demektedir.
İlber Ortaylı, Gelenekten Geleceğe, İstanbul 2003, s. 43.
Hoca Saadeddin, c.2, s.256; Solak-zâde, c.1, s.429, 432, 454, 462; c.2, s.18; Anonim Osmanlı
Tarihi (1099-1116/1688-1704), (Haz.Abdulkadir Özcan), Ankara 2000, s.95, 157; Selanikî,
Mustafa Efendi, Tarih-i Selanikî (1003-1008/1595-1600), (hzl. Mehmet İpşirli), Ankara 1999,
C.1, s.115, 125; Peçevi, C.1, s. 221; Müneccimbaşı, C. 2, s. 466; Küçük Çelebi-zâde, s. 208,
213,227; Celal-zâde Mustafa, s. 583; İbn Kemal, VIII. Defter, s.251-252.
Parmaksızoğlu, s. 563; Kemal Paşa-zâde, Tevârih-i Al-i Osman, X.Defter, (hzl.
Şerafettin Severcan), Ankara 1996, s. XVIII.
Kütükoğlu, s. 7-8.
Selanikî, C.1, s. 115.
Celal-zâde Mustafa, s. 429.
Mustafa Nuri Paşa, Netayic ül-Vukûât, (Yay.N.Çağatay), Ankara 1980, C.1-2, s.114.
İlber Ortaylı, Osmanlı tarih yazarlarındaki ortak noktanın aynı ideolojinin etkisinde kalem
oynatmak olduğunu ifade eder (s.44).
Ortaylı, s.39
Parmaksızoğlu, s.564.
Peçevi, C. 2, s. 220-224.
İbn Kemal, VIII. Defter, s.251.
Nihal Atsız, “Kemal Paşa-Oğlu’nun Eserleri”, Şarkiyat Mecmuası, (İstanbul 1966), 6, s. 74.
Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiat, (Sad. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1979, c.3,
s.113, 124.
Solak-zâde, C.1, s.456-457; c.2, s.41.
Celal-zâde Mustafa, s.601.
Mustafa Nuri Paşa, C. 1-2, s.210; C. 3-4, s.36, 142.
Mustafa Nuri Paşa, C. 1-2, s. 225, 232.
Solak-zâde, C. 2, s.23.
Gelibolulu Mustafa Alî, Menâkîb-ı Hünerverân, (hzl. Müjgan Cunbur), Ankara 1982, s.116.
Selanikî, c.1, s.115.
Solak-zâde, c.2, s.23.
Eyyübî, Menâkîb-ı Sultan Süleyman, (hzl. Mehmet Akkuş), Ankara 1991, s.86.
İbn Kemal de, İran ve Bağdat’ın Safevîler elinde harap ve talan edildiğini yazar (VIII. Defter,
s.277-278).
İbn Kemal, VIII. Defter, s.276-277.
Meselâ; “Bu sırada Erdebil hanedanından ve seçkin kimselerden manevi ilimlere sahip,
velilik mertebesinde olan Şeyh Safi ki -Allah kabrini nurlandırsın- hazretlerinin soyundan
olan Şâh İsmail çıktı” (Celal-zâde Mustafa, s.429).
Mustafa Nuri Paşa, c.1-2, s.81.
İbn Kemal, s.205.
Peçevi, C. 2, s.53-54.
Peçevi, C. 1, s.131.
Peçevi,C. 1, s.212.
Peçevi,C. 1, s.192; Müneccimbaşı, C. 2, s. 560.
Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, s. 100.
Müneccimbaşı, C. 2, s.467; Celal-zâde Mustafa, s. 591.
Peçevi, C. 1, s. 195.
Mustafa Nuri Paşa, C. 1-2, s.210.
İbrahim Kafesoğlu, “Tarih İlmi ve Bizde Tarihçilik”, Tarih Dergisi, XIII/17-18, (İstanbul
1963), s. 3
“Taraf-ı şâhaneye İran şâhı canibinden ihda olunan nişan İran sefiri vasıtasıyla huzur-ı
şâhaneye takdim kılındı. İran Şâhı Nasreddin Han o esnada Avrupa pay-tahtlarında devr ü
seyahat ettiği sırada, Dersa’adet’e dahi gelerek, hakkında taraf-ı Padişâhi’den fevka’l-ade
hürmetler ve ri’ayetler vuku’u ile merasim-i lazime-i mihman-nevaziye himmet olunmuştır.
Şâh-ı Müşarünileyh tarafından hin-i avdetde vükela ve me’murin ve sair bendegan-ı Saltanat-
ı Seniyye’ye murassa’ nişanlar ihda eylemiştir. Şâh-ı müşarünileyh Avrupa’da bulundukları
mahallerde dahi pek çok masraflar açmıştır ki, hatta Londra’da iken bir milyon lira istikraz
etmiştir.” (Ahmed Lütfi Efendi, Tarih, (Yay. Münir Aktepe), İstanbul 1984, C.9, s.161; C. 14,
s. 56).
Nejat Göyünç, “Muzafferüddin Şâh ve II.Abdulhamid Devrinde Türk-İran Dostluk
Tezahürleri”, İran Şehinşâhlığı’nın 2500. Kuruluş Yıldönümüne Armağan, (İstanbul 1971),
s.138-139.

Konular