İRAN’DAKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ VE ALINABİLECEK TEDBİRLER

İRAN’DAKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE’NİN
GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ VE ALINABİLECEK TEDBİRLER
DOÇ. DR. MUSTAFA KİBAROĞLU
BİLKENT ÜNİVERSİTESİ
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI
SİLAHLI KUVVETLER AKADEMİSİ
MART 2006
İran, gerek taraf olduğu uluslararası antlaşmalardan doğan haklarını
kullanarak, gerekse uluslararası konjonktürde ortaya çıkan fırsatları
değerlendirmek suretiyle bugün nükleer alanda hatırı sayılır bir altyapı
geliştirmiş durumdadır. İran'ın bu aşamaya gelmesinde kendi dışındaki
bazı aktörler de direkt ya da dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. Bütün
bu süreç bir çok unsura bağlı olarak gelişmiş ve bugüne gelinmiştir.
Günümüzde içinde bulunulan ortam önemli belirsizlikler içermekte ve bu
yönüyle uluslararası barış ve istikrarı tehdit edebilecek gelişmelere de
yol açabilecek bir durum yaratmaktadır. İran'ın nükleer alandaki
kazanımlarını bir vakum içinde, bir çok faktörden bağımsız olarak,
incelemenin sadece eksik olmayacağını, aynı zamanda yanıltıcı da
olacağını düşünerek bütünsel bir fotoğraf ortaya konulmasında fayda
vardır. Bu sebeple, bugünlere nasıl gelindiğinin iyi anlaşılması, buradan
nerelere gidilebileceği konusunda fikir vermesi düşüncesiyle, bu yazı
İran'ın içinden geçtiği süreci siyasi, ekonomik ve askeri boyutlarıyla
olduğu kadar bilimsel ve teknolojik boyutlarıyla da yansıtmaya
çalışacaktır.

GİRİŞ: TARİHSEL ARKA PLAN
Nükleer silahları geliştirerek insanlık tarihinde ilk ve son kez savaş ortamında kullanmış
ülke konumunda olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Hiroşima ve Nagazaki'de
etkilerini en açık şekilde gördüğü nükleer teknolojinin yayılmasını engellemek
düşüncesiyle belli bir süre bu alanda gizlilik politikası izledi ve hatta Manhattan
Projesi'nde kendisine yardımcı olan ülkelerle dahi imkan ve kabiliyetlerini paylaşmak
yanlısı olmadı. Ancak 1949 yılında Sovyetler Birliği'nin kısmen casusluk, kısmen de bilim
adamlarının çabaları sonucu nükleer silahları geliştirmesi karşısında ABD önce en yakın
müttefiki Birleşik Kırallık (İngiltere) ile bu alanda işbirliğine gitti ve bilgilerini paylaştı.
Nitekim İngiltere 1952 yılında ilk nükleer denemeyi gerçekleştirdi. Bu süre zarfında ABD
firmaları yönetim tarafından kısıtlanırken İngiliz firmalarının nükleer teknoloji transfer
etmelerinden büyük mali kazanç etmelerin görülmesi sonucu ABD gizlilik politikasını
değiştirerek nükleer teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanımının yaygınlaşmasını, ancak
bunu yaparken nükleer silah yapımını teşvik etmeyecek ve gerekirse engelleyecek
önlemleri de içen bir politika benimsedi. Bu politikanın dünyaya açıklanması 8 Aralık
1953 tarihinde dönemin ABD Başkanı Dwight Eisenhover'ın Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu'nda yaptığı ve "Barış için Atom" olarak tanımlanan konuşmasıyla olmuştur. Bu
tarihten sonra ABD yönetimleri öncelikle dost ve müttefik olarak gördükleri ülkelere
küçük çaplı araştırma reaktörleri vererek bu ülkelerde zamanla nükleer santralleri
çalıştırabilecek kadroların yetişmesini sağlayacak bilimsel alt yapının oluşturulmasını
teşvik politikası izledi. Bu çerçevede 1955 yılında 5 megawatt termal (MWth) çapında
küçük bir araştırma reaktörü İran'da Tahran Üniversitesi'nde kuruldu.
Nükleer teknoloji ile tanıştıktan sonra İran hızla bu alanda öncelikle bilimsel ve
teknolojik alt yapıyı geliştirme yoluna gitti. Her sene onlarca yetenekli öğrenci ve
teknisyen başta Almanya ve İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerine ve ABD'ye
gönderildi. Bir kısmı zamanla İran'a dönerek bu ülkede üniversitelerde kürsüler,
araştırma merkezleri ve laboratuarlar kurdular. Diğerleri bulundukları ülkelerde kalarak
bilimsel ve teknik yeteneklerini geliştirdiler. [1] İran'ın nükleer alanda çok istekli ve
girişken olmasından faydalanmak isteyen Avrupa ülkeleri, 1960lı yılların ikinci yarısı ve
1970li yıllarda bir yandan İran'a nükleer santraller satmaya çalışırken bir yandan da o
santralleri işletebilecek kadroları kendi ülkelerinde yetiştirmek ve bu yolla santral
satışında avantajlı konumda olabilmek düşüncesiyle İranlı genç ve parlak beyinleri kendi
ülkelerine çekebilmek için birbirleriyle yarıştılar. [2] İran Şahı Rıza Pehlevi, hem 1973
yılında Arap-İsrail savaşı (Yom Kippur) sonrasında Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü
(OPEC) kurulmasıyla dört katına çıkan petrol fiyatları sonucu büyük bir gelir akışına
sahip olması sebebiyle, hem de kendisine Avrupalı ülkelerin bu alanda verdiği teşvikler
ve sundukları cazip projeler sebebiyle 1974 yılında bir açıklama yaparak takip eden
"yirmi yılda yirmi bin megawatt elektrik kurulu nükleer güç sahibi olmak" hedefini ortaya
koydu. Bu durum karşısında piyasadaki avantajı kaybetmemek için ABD firmaları
özellikle Başkan Jimmy Carter döneminde, "İran'ın geniş petrol ve doğal gaz rezervleri
olmasına karşın bu kaynaklardan tasarruf yapması ve daha temiz ve daha ucuz enerji
olarak sunulan nükleer teknolojiden azami oranda faydalanması" konusunda İran
yönetimi nezdinde lobi faaliyetlerinde bulundular.
Bu sırada Fransız Eurodif ve Alman Siemens (Kraft Werk Union - KWU) firmaları ilk
büyük yatırımları gerçekleştirmeye başladılar. Siemens tarafından Basra Körfezi
kıyısındaki Buşehr'de her biri 1,300 MWe gücünde iki adet hafif su reaktörü barındıracak
nükleer tesis inşaatı başlatıldı. Ancak, 1979 yılında İslam Devrimi'nin gerçekleştirilmesi
ve bunun hemen sonrasında Irak'ın, Batılı devletlerin de cesaretlendirmesiyle, İran'daki
durumu zayıflık olarak değerlendirmesi sonucu iki ülke arasında savaşın başlaması
sebebiyle nükleer tesisleri kurmakta olan firmalar çalışmaları keserek ülkelerine
döndüler. 1980 yılına gelindiğinde Buşehr'de kurulmakta olan iki reaktörden birinin
yüzde 80ler diğerinin yüzde 90lar oranında inşaatlarının tamamlanmış olduğu, ancak
özellikle teknik malzeme ve ekipman kurulması aşamasına henüz geçilmemiş olduğu
bilinmektedir. Devrim ve savaş ile ınkıtaya uğramamış olsa, muhtemelen en fazla iki ya
da üç yıllık bir süre zarfında İran ilk nükleer reaktörlerini bundan 30 yıl kadar önce
çalıştırmış olabilecekti.
İslam Devrimi ile İran'da rejimi kökten değiştiren Mollar yönetimi liderleri Ayetullah
Humeyni'nin "Ne Doğu Ne Batı" şeklinde tanımlanan bağımsız ve tarafsız dış politikasının
etkisinde "yabancı ülkeye bağımlılık yaratır" düşüncesiyle önceleri nükleer tesislerin
bitirilmesine yönelik bir istek göstermediler. [3] O dönemde özellikle Haşimi
Rafsancani'nin başını çektiği Fars milliyetçisi olarak tanımlanabilecek kadrolar
Humeyni'yi ve diğer mollaları ikna ederek öncelikle Fransa ve Almanya nezdinde
girişimlerine 1984 yılı itibarıyla başlayarak yarım kalan tesislerin sonuçlandırılmasını
talep ettiler. Ancak, başta ABD olmak üzere Batı ile çok iyi ilişkiler içinde bulunmuş olan
Şah'ın yönetimindeki monarşik rejime karşın, İslam Devrimi ile köktendinci bir rejim
geliştiren, İsrail ve ABD ile ilişkilerinde düşmanca tutum içinde bulunan İran'ın, nükleer
alanda elde edebileceği kazanımlardan kaygı duyan Amerikan yönetimi, Almanya ve
Fransa'ya baskı yaparak yarım kalan tesisleri bitirmelerini engelledi. [4]
Rusya ile Nükleer İşbirliği Anlaşması
Irak ile süren savaşta hem siyasi, hem ekonomik, hem de askeri açıdan bu ülkeyi
destekleyen Batılı devletlerle ilişkilerini azaltan İran, nükleer tesislerini tamamlaması için
bu kez Arjantin, Brezilya, Çin Halk Cumhuriyeti, Çekoslavakya gibi ülkelerle temas
kurdu. Bilahare Sovyetler Birliği'nde Mikhail Gorbaçov'un yönetime gelmesi ile bu ülke ile
daha ileri seviyelerde işbirliği yolları aramak ve bu arada nükleer tesisleri bitirmesini
talep etmek üzere dönemin İran Devlet Başkanı Haşimi Rafsancani 1989 yılında
Moskova'ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyarette diğer konularla birlikte nükleer alanda
da işbirliği yapılması kararı alındı. Ancak kısa süre sonra Doğu Bloku içinde başlayan
dağılma sürecinin Sovyetler Birliği'ni de etkilemesi bu işbirliğinin hemen
gerçekleştirilmesini engelledi. Dağılan Sovyetler Birliği'nin devamı niteliğindeki Rusya
Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin ile de aynı konularda anlaşmaya varılması
sonucu 8 Ocak 1995 tarihinde iki ülke arasında nükleer alanda oldukça kapsamlı bir
işbirliğini içeren bir anlaşma imzalandı. [5]
2
Bu alandaki standart ikili anlaşmalardan pek farklı özellik taşımayan Rusya-İran nükleer
işbirliği anlaşmasının en dikkat çeken yönü, her yıl 20 ila 30 kadar İranlı doktora ve
yüksek lisans öğrencisi ile teknisyenin Rusya'daki ilgili kurum ve kuruluşlara
gönderilerek bu alanda ileri seviyede bilimsel ve teknik donanıma sahip olmaları
konusunda işbirliğine gidilecek olmasıydı. Buşehr'de Alman firması KWU'nun
tamamlamadan ayrıldığı tesislerde her biri 1,000 MWe gücünde Rus teknolojisi ürünü
VVER tipi hafif su reaktörleri kurulacak olmasının yayında bilimsel ve teknolojik
işbirliğinin de bu derece yoğun ve kapsamlı olmasına karar verilmiş olması, İran'ın daha
1950lı yıllarda büyük bir istekle girmiş olduğu ve 1970lı yıllarda hedefini büyüttüğü
nükleer alanda önemli bir güç haline gelebileceğinin önemli ipuçlarını vermekteydi.
Günümüz itibarıyla Rusya'daki akademik kuruluşlardan nükleer fizik ve nükleer
mühendislik gibi dallarda doktora derecesi alan İranlıların sayısının 250 civarında olduğu
İranlı yetkililer tarafından ifade edilmektedir. Toplam nükleer mühendis sayısının ise 450
olduğu belirtilmektedir. Bununla da yetinilmeyerek gelecek 10 yıl içinde bu sayının 1,500
olması gerektiği ifade edilmektedir.
ABD'nin Tepkisi ve Rusya'nın Tutumu
Rusya'nın İran'da nükleer tesisler kurması ve aynı zamanda bilimsel ve teknolojik
kapasitesini büyütmesine de karar vermesi karşısında en büyük tepkiyi ABD gösterdi ve
Rusya ile olan ilişkilerinde hemen her platformda bu konuyu gündeme getirdi. Gerek
devlet başkanları seviyesinde, gerek daha alt seviyelerde ABD yönetimi Rusya'yı İran’ın
nükleer silah geliştirmek yönünde bir hedefi olduğu konusunda ikna etmeye ve bu yolla
hassas bilgi ve teknolojinin bu ülkeye transferini engellemeye çalıştı. ABD'nin bu
çabalarında önemli bir aşama kat ettiğini söylemek zor. Bunun bir kaç sebebi sayılabilir.
1990lı yılların özellikle ilk yarısında Sovyetler Birliği'nin dağılmış olmasının her türlü
etkisinin devam ettiği bir süreçte Rusya'da sıkıntısı en çok çekilen şey alt üst olmuş
ekonomik yapı içinde temel ihtiyaçları sağlamaya yönelik mali kaynak yaratılmasıydı.
İran ile yapılan anlaşma Rusya için o dönemde hiç de azımsanamayacak bir miktar olan
yaklaşık bir milyar dolarlık bir mali kaynak anlamına gelmekteydi.
Bununla da bağlı olan bir başka sebep ise dağılan Sovyetler Birliği'nde hemen her
kurumda görülen yıkımın en az seviyede olmasına çalışılan alan, ulusal güvenlik
bakımından da hayati önem arz eden nükleer alandı. Rus nükleer silahlarının emniyetleri
ve ülkenin güvenliğini sağlayabilecek caydırıcı kapasitesinin devam etmesi bilimsel ve
teknolojik imkan ve kabiliyetlerin işlev görecek durumda olmasının yanı sıra bu alanda
çalışan uzmanları, bilim adamlarını ve teknisyenleri bir arada tutmamakla mümkündü.
Rusya'nın dışa açılmasından sonra hassas bilgi ve beceriye sahip eski Sovyet
vatandaşlarının bir çoğu ülkenin içine girdiği yoksulluk ortamından kurtulmak için çok
daha iyi imkanlar vadeden başka ülkelere ve işlere yöneldiler. Bu dönemde ABD'nin en
büyük kaygılarından biri nükleer ve diğer kitle imha silahlarının emniyetlerinin
sağlanması kadar bu alanda önemli bilgiye sahip bilim adamlarının Libya, İran, Kuzey
Kore gibi bazı ülkelere gitmeleri ve bu ülkelerin zamanla ABD'yi, müttefiklerini (ve
İsrail'i) de tehdit edebilecek askeri imkan ve kabiliyetler geliştirmelerine önemli katkı
yapmalarıydı. Bu sebeple daha 1991 yılı Aralık ayında Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı
günlerde ABD Senatosu'ndan Sam Nunn ve Richard Lugar adıyla anılan "Nunn-Lugar
Girişimi" ile "Ortak Tehdit Azaltma Programı" devreye sokularak uzun yıllar sürecek ve
on milyar dolardan fazla bir miktarı içerecek bir süreç başlatıldı. [6]
Rusya bir yandan ülkeye yapılan bu para girişinden memnun olmakla beraber zamanla
karşılıklı olarak hassasiyetlerin dile getirilmesi sebebiyle bazı zorluklar yaşandı. Bu
sebeple, İran ile yapılan anlaşmadan gelecek olan yaklaşık bir milyar dolar Rusya'da
nükleer alanda hemen her aşamada görev yapan herkes için büyük önem taşımaktaydı.
O sebeple Rus yöneticiler ABD'nin bütün telkinlerini "not etmek" ile yetindiler ve hiç bir
aşamada Buşehr'deki tesisleri kurmaktan vazgeçebilecekleri yönünde bir intiba
yaratmamaya özen gösterdiler. Buşehr’de başarılı oldukları takdirde nükleer tesisler
kurma konusunda uluslararası alanda daha avantajlı bir konuma gelerek başka siparişler
alabilecekleri beklentisi de bu kararın arkasında durmalarında etkili olmuştur. [7]
Rusya'nın ABD'nin baskısından etkilenmemesinin bir başka sebebi bu ülkenin kendisine
karşı kullanabileceği baskı araçlarının kısıtlı olması ya da hiç olmamasıydı. Bir bakıma
eski Sovyetler Birliği topraklarındaki kitle imha silahları ve bunların yapımında kullanılan
bilimsel, teknik ve teknolojik birikimin emniyetli ve güvenli ortamlarda bulunmasının
sağlanması, ve kitle imha silahlarının terörist grupların veya onlarla işbirliğinde olduğuna
3
inandığı ülkelerin eline geçmesinden büyük endişe duyması, ABD yönetimini bu konuda
Rusya ile işbirliği yapmaya zorunlu kılmaktaydı. Rusya'nın bu yönde ciddi endişesi
olmaması, ABD ve İsrail'in ise ciddi tehdit algılamaları sebebiyle Rusya'nın katkısına
büyük önem veren ABD yönetimi İran konusundaki telkinlerini bu ülkeyle işbirliğini
sekteye uğratabilecek baskı seviyesine çıkartmamaya özen göstermiştir. Rusya'nın bu
alanda tutumunu biraz daha ABD'nin taleplerine yakınlaştırmasını sağlayan
gelişmelerden biri Çeçen guruplar tarafından özellikle Moskova'da gerçekleştirilen büyük
çaplı saldırılar olmuştur. Bu grupların eline kitle imha silahlarının geçebilmesi olasılığı, ve
özellikle 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında İslam ile terörün sıkça bağdaştırılmaya
başlanması sonucu Rusya'nın biraz daha temkinli bir tavır içine girdiği gözlenmiştir.
1990lı yıllarda bir çok ülke tarafından geri çevrilen İran’ın Buşehr'deki tesislerinin
tamamlanmasını sağlama girişimlerine Rusya'nın sıcak bakmasının bir diğer önemli
sebebi de bu işbirliği yoluyla hem İran’ın nükleer alandaki kazanımlarını kontrol
edebilecek bir konumda olmak, hem de İran açısından çok önemli bir talebini yerine
getirmesine karşılık bu ülkenin eski Sovyet coğrafyasında Rusya'nın en hassas olduğu
konulardan bir olan Müslümanlık propagandası yapmasını engellemek olmuştur.
Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı ilk yıllarda gündemdeki en önemli tartışmalardan biri Birliği
oluşturan ve Türk ve Fars kimliklerinin yanı sıra İslam kimliğine de sahip olan
cumhuriyetlerin, Rusya'nın kabul etmeye hazır olmadığı bir aşamada Türkiye'nin ya da
İran'ın güdümünde politikalar izlemeleriydi. Türkiye ile ilişkilerinde çeşitli manivelalara
sahip olan Rusya, İran'a karşı ise nükleer teknoloji transferi gibi bu ülkenin son derece
büyük önem verdiği bir konuda kapsamlı işbirliği yapmayı kabul etmekle "arka
bahçesinde" İran'ın kendisini rahatsız edecek bazı girişimlerde bulunmasını
engelleyebileceğine inanmaktaydı. Nitekim, Rusya ile yapılan nükleer alanda işbirliği ile
İran'ın eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik başlardaki atak politikası yerini daha serin
kanlı bir politikaya bıraktığı gözlenmiştir.
İran ile arasındaki işbirliğini ABD'nin istediği oranda kısıtlamayı kabul etmeyen Rusya'nın
bu konuda ortaya koyduğu temel görüşlerden bir tanesi de, 1968 yılında imzalanan ve
1970 yılında yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT)
Antlaşması'nın 4. Maddesi hükümleri uyarınca, Antlaşmaya taraf olan "Nükleer Silaha
Sahip Olmayan Devlet" statüsündeki ülkelerin sahip oldukları tesisleri ve bilgileri salt
barışçıl amaçlarla kullanılmakta olduğu Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA)
tarafından denetlenmek suretiyle doğrulandığı sürece nükleer teknoloji transferi
yapabilmelerine izin vermesidir.
İRAN'IN NÜKLEER KAZANIMLARINDA SORUN OLAN HUSUSLAR
Rusya'nın kapsamlı nükleer teknoloji transferi yapmakta sakınca görmediği ve NPT
kapsamında bir hak olarak değerlendirdiği İran'ın nükleer alandaki kazanımlarından
kaygı duymaya devam eden ABD yönetimi bu ülke yönetiminin güçlendirilmiş
denetlemeleri kapsayan Ek Protokol'ü imzalamasını ve İran Meclisi'nin de onaylaması
suretiyle İran'daki tüm tesislerin ve gerekli görülen her yerin denetlenmesine izin
verilmesi konusunda ısrarlı bir tutum içine girmiştir. İran yönetimi ise Ek Protokol'ü
uluslararası baskılar altında imzalamış olmasına rağmen, taraf olmak gibi bir zorunluluğu
bulunmadığını ve nükleer alandaki kazanımlarını tümüyle barışçıl amaçlı olarak
kullanmak niyetinde olduğunu belirtmektedir. Ancak, akılda tutulması gereken husus,
imkan ve kabiliyetlerin geliştirilmesi uzun yıllar almasına karşın, bunlara bağlı niyetlerin
değişmesi çok kısa sürede olabilmektedir. Tehdit ise, imkan ve kabiliyetler ile niyetlerin
kesiştiği noktada ortaya çıkar.
Bugün için belli imkan kabiliyete sahip ülkeler bunları tehditkar bir şekilde kullanmıyor
olmalarına karşın zaman içinde gelişmelere bağlı olarak niyetlerinde değişme olması
sonucu tehdit oluşturabilirler. Bu sebeple, uluslararası güvenlik konularında ülkelerin
beyan ettikleri niyetlerinden ziyade hangi imkan ve kabiliyetlere sahip olduklarına daha
fazla önem verilmesi doğaldır. Çünkü uluslararası güvenlik analizlerinde "kötü" hatta
"kötünün kötüsü" olasılıkları içeren senaryolara bağlı olarak ülkeler önlemlerini ve
bunların gerektirdiği kendi imkan ve kabiliyetlerini geliştirmeye gayret ederler.
Bu açıdan bakıldığında, son 25 yıl boyunca her türlü güven bunalımı yaşamış ve
birbirlerini en ağır ifadelerle suçlamış olan İran ve ABD'nin karşılıklı olarak resmi
açıklamalarda dile getirilen niyetlerine çok fazla itibar edeceklerini beklemek doğru
olmaz. Bu sebeple, ABD yönetimi İran'ın 1960lı yıllardan bu yana fasılalarla dahi olsa
nükleer alanda geliştirmiş olduğu bilimsel ve teknolojik altyapıyı nükleer silah sahibi ülke
4
konumuna gelme çabasının bir sonucu olarak görmekte ve bunu engellemeye
çalışmaktadır. ABD yönetiminin bu çerçevede üzerinde en fazla hassasiyet gösterdiği
husus İran'ın uranyum zenginleştirme imkanına sahip olmasıdır. Çünkü, yüksek oranda
zenginleştirilmiş uranyum (HEU) nükleer silah yapımında kullanılan en temel
gereksinimlerdendir. Diğeri ise Plutonyumdur.
İran'ın Yetenekleri ve Yarattığı Sorunlar
Nükleer yakıt çevriminde kullanılan teknolojinin askeri amaçlı olarak da kullanılabilecek
olması sebebiyle nükleer enerji "iki yüzlü" enerji olarak tanımlanır. İran bugün deneysel
miktarda da olsa Plutonyum ayrıştırma teknolojisine sahiptir ve son dönemde çok büyük
sorun haline gelen Uranyum zenginleştirme tesislerini kurmuş durumdadır. İran'ın ortaya
koyduğu hedef, 1974 yılında Şah Rıza Pehlevi tarafından dile getirilen 20,000 MWe
kurulu nükleer güce yetecek oranda nükleer yakıt üretecek Uranyum zenginleştirme
tesisleri kurmaktır. [11] İran Dışişleri Bakanı Kemal Harazzi tarafından 1 Mart 2005
tarihinde Tahran'da yapılan bir uluslararası toplantının açılış konuşmasında ortaya
koyduğu bu hedef yaklaşık 54 bin adet santrifuj kurulmasını gerektirmektedir. Bu çok
yüksek bir rakamdır. Bu çapta uranyum zenginleştirme yeteneği kazandığı takdirde İran
söz konusu imkan ve kabiliyetleri ile yılda en az yüz kadar nükleer başlık üretebilecek
temel alt yapıyı kazanmış olabilir. Üretilebilecek nükleer başlık sayısı patlayıcıların
istenilen gücüne ve zenginleştirme tesislerinin çalışma sürelerine ve verimliliklerine bağlı
olarak değişebilir.
Uranyum zenginleştirme, nükleer reaktör yakıtı üretmek için kullanılan bir yöntem
olması sebebiyle barışçıl amaçlı bir teknoloji olarak değerlendirilmektedir. Ancak, reaktör
yakıtı olarak hafif su reaktörleri için yüzde 3 ila 5, araştırma reaktörleri için ise yüzde 20
civarında zenginleştirme yeterli olmakla beraber, bu oranların çok üzerine aynı teknik
bilgi ve teknolojik donanım ile çıkılarak nükleer silahta kullanılacak oranda uranyum
zenginleştirme yapılabilmesi, aynı teknolojinin askeri amaçlı olarak da
değerlendirilmesine izin vermektedir. İran'ın nükleer reaktör kurmasının yarattığı
sorunlardan bir tanesi zamanla bu yeteneğini askeri boyutu ile kullanabileceği
endişesidir. Böyle bir yola gitmesi İran'ın NPT yükümlülüklerini açıkça ihlal etmesi
anlamına gelir ki bu durumda konunun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne (BMGK)
havale edilmesi ve ekonomik, siyasi ve askeri boyutları olan bir dizi önlem alınması
sonucunu getirebilir. Tabi, İran böyle bir gelişme öncesinde planlı ve programlı hareket
ederek Kuzey Kore'nin yaptığı gibi NPT'den çekilmek ve nükleer silah geliştirmemek
yükümlüğünden kurtulmak gibi bir yola gidebilir.
Bu gelişmelere en başta ABD'nin nasıl tepki vereceği ilgiyle izlenmesi gerekir. Kuzey
Kore'nin bir kaç girişimden sonra bir dizi ülkenin (ABD, Rusya, ÇHC, Japonya, G. Kore)
ve UAEA'nin uzun süren "angajman" politikasına rağmen uluslararası konjonktürel
gelişmeleri fırsat bilerek nihayetinde NPT'den çekilmiş olması ve 10 Şubat 2005 tarihinde
nükleer silah kapasitesine sahip olduğunu açıklaması karşısında ABD'nin herhangi bir şey
yapamamış olması İran'ın benzer politika izleme düşüncesini geliştirmesine sebep
olabilir. Ancak, burada unutulmaması gereken husus, Kuzey Kore'nin Japonya ve Uzak
Doğu bölgesi için belli bir tehdit oluşturmasına karşın ABD açısından çok daha önemli
olan İsrail'in güvenliği ve Orta Doğu bölgesi bakımından direkt bir tehdit
yaratmamaktadır. Ayrıca Kuzey Kore gibi bir rejim ile mücadele yöntemleri İran ile
mücadele yöntemlerinden önemli farklılıklar içermesi doğaldır.
İran'ın uranyum zenginleştirme tesislerinin sorun yaratan bir başka boyutu, söz konusu
tesislerin daha kurulmasının planlanması aşamasında bu ülkenin taraf olduğu NPT ve
bunun altında gerçekleştirilen denetleme rejimi hükümleri uyarınca, tesislerin
mühendislik planlarının UAEA'na bildirilmesi gereğini yerine getirmemiş olmasıdır.
İran’daki tesislerin UAEA tarafından denetlenmesi 1971 tarihli Model Protokol'e göre
yapıldığı için Ajans'ın İran tarafından beyan edilmeyen bu tesisleri tespit etmesi ya da
denetlemelerde bulunması mümkün olmamıştır. Ancak 2002 senesi sonlarına doğru bazı
bilgilerin basına ve akademik dünyaya sızması sonrasında İran gizli bir şekilde Natanz
bölgesinde uranyum tesisleri kurduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. İranlı yetkililer
resmi açıklamalarında tesislerle ilgili Ajans'a zamanında gerekli bildirimi yapmamış
olmalarının arkasında kötü bir niyet aranmamasını, bu durumun bürokratik bazı
sorunlardan kaynaklandığını ifade etmiş olsalar da, kendilerinin dahi inanmadıkları bu
görüşler uluslararası camiada kabul görmemiştir. Nitekim bazı İranlı yetkililer özel
görüşmelerde (Mart 2005, Tahran) eğer tesisleri önceden bildirmiş olsalardı "ABD'nin
bitirilmesini engellemesinden endişe ettikleri için gizlilik yolunu seçtiklerini" ifade
etmişlerdir.
5
Kaldı ki, başta büyük gürültü koparan bu gelişme, İran'ın özellikle UAEA nezdinde
diplomatik manevra ile yaptığı girişimler sonucu bu ülkenin NPT sorumluluklarını ihlal
ettiği sonucuna varılmasını engellemiş, ancak "sorumluluklarını yerine getirmekte önemli
hatalar yaptığı" yargısının ortaya konulmasına yol açmıştır. Bu durum, İran'ın BMGK'ne
götürülmesini kolaylaştıracak bir gelişme teşkil etmemiştir. Birleşmiş Milletler'in Daimi
Üyesi statüsünde olan ÇHC de böylesi bir gerekçeyle İran'ın BMGK'ya götürülmesine
sıcak bakmadığını çeşitli şekillerde belli etmektedir. İran ile on yıldır kapsamlı nükleer
işbirliği geliştiren Rusya da benzer bir tavır içindedir.
İRAN'IN NÜKLEER PROGRAMINA ULUSLARARASI TEPKİLER
İran'ın nükleer programındaki gelişmeleri bir çok ülke ve uluslararası örgüt yakından
takip etmektedir. Bazı ülkelerin ilgisi daha ziyade ticari ve ekonomik kaygılarla olmakla
beraber bazı ülkeler İran'ın nükleer silah geliştirebilecek potansiyele sahip olmasını
potansiyel hatta açık bir tehdit olarak değerlendirmekte ve bu duruma karşı çeşitli
önlemler geliştirme çabası içinde bulunmaktadır. Söz konusu ülkelerin yanı sıra
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı da sürece müdahil durumdadır ve soruna taraf bütün
ülkelerin belli düzeylerdeki beklentilerini karşılamaya çalışmaktadır. Ancak, UAEA'nın
konumu, yapısı ve imkanları dikkate alınarak bir değerlendirme yapmak daha doğru bir
yaklaşım olur.
UAEA'nın Konumu
UAEA'nın bu süreçteki rolü, ön planda gibi görülse dahi, uygulama aşamasında çeşitli
kısıtlamalara tabi olduğu için gereğinden fazla büyütülmemeli ve yanlış beklentiler
yaratılmamalıdır. 1953 yılında ABD'de Başkanı Eisenhover'ın "barış için atom" konulu
konuşmasını takip eden süreçte hız ve yoğunluk kazanan nükleer teknoloji transferi
üzerine bu alanda bir kurumsal yapılanma ihtiyacı olduğu ortaya çıkmıştır. Nitekim,
Birleşmiş Milletler bünyesinde merkezi Avusturya'nın başkenti Viyana'da Uluslararası
Atom Enerjisi Ajansı 1957 yılında kurulmuştur. Ajans, nükleer alanda bilim ve
teknolojinin çok kısıtlı sayıda ülkenin imkanları dahilinde olması, ancak hızla büyüyen
nükleer enerji pazarında bir çok ülkede bu alanda yetişmiş insan gücüne, bilimsel ve
teknolojik bilgi birikimine ihtiyaç duyulacak olması karşısında üye ülkelere bu konularda
yardımcı olabilecek bir yapı olarak kurulmuştur. O aşamada nükleer silahların yayılması
henüz büyük bir sorun olarak değerlendirilmediği için Ajans'ın kuruluş amaç ve çalışma
esaslarını belirleyen Tüzük daha ziyade bilimsel ve teknolojik boyutlar dikkate alınarak
hazırlanmıştır.
NPT'nin hazırlanması aşamasında taraf olacak ülkelerin nükleer silah geliştirmemeleri
karşılığında yapacakları teknoloji transferinin askeri amaçlara yönlendirilmediğini
doğrulanması gereği bu konuda uzmanlaşmış ve tarafsız bir kuruma ihtiyaç duyulması
sonucunu ortaya çıkarınca hali hazırda var olan UAEA'ndan bu konuda katkı yapması
talep edilmiştir. Japonya'nın ithal etmek istediği 200 bin ton doğal uranyumun hangi
usul ve esaslara göre barışçıl amaçlarla kullanıldığının doğrulanacağını sorması üzerine
1970 yılında başlatılan ve yaklaşık bir yıl süren çalışmalar sonucu Model Protokol ortaya
çıkmıştır.
UAEA, çoğunlukla yanlış bilindiğinin aksine herhangi bir yaptırım gücü olan bir kuruluş
değildir. BM bünyesinde ülkelerin ortak arzusu istikametinde gerçekleştirilmiş olması
sebebiyle ve Tüzüğü dolayısıyla tarafsız uzman bir kuruluş olmak özelliğini korumak
zorundadır. Ajans’ın yapısında en önem arz eden iki birimden bir tanesi Yönetim Kurulu
diğeri Genel Direktörlüktür. Bununla birlikte Genel Sekreterlik, Genel Konferans gibi
yapılar da alınan karaların niteliği ve uygulanması bakımından önem arz etmektedir.
Yönetim Kurulu coğrafi bölgeler arası dengeyi, bilimsel ve teknolojik gelişmişlik gibi bazı
kriterleri dikkate alacak şekilde dönemsel olarak seçilen 35 üye ülkeden oluşur. 1957
yılında kurulmuş olduğu için daha sonra imzalanan NPT Antlaşmasına taraf olmayan
Hindistan, Pakistan gibi ülkeler de UAEA'na üye durumdadırlar ve Yönetim Kurulu'nda da
yer almaktadırlar. Özellikle Soğuk Savaş yıllarında Doğu-Batı kamplaşmasının
yaşanması, diğer taraftan Bağlantısızlar Hareketi, ve Arap Birliği gibi girişimlerin ortaya
çıkması ve bu yapılanmaların belli siyasi ağırlıklara sahip olması Ajans bünyesinde alınan
kararlara da yansımıştır.
UAEA tarafından yürütülen denetlemelerin amacı ülkelerin barışçıl amaçlar gütmek üzere
transfer ettikleri ya da kendi imkanlarıyla geliştirdikleri nükleer teknolojinin askeri
amaçlara dönüştürülmesi durumunda böyle bir girişimin zamanında tespit edilmesini
6
sağlamaktır. Bu amaca ulaşmak için Ajans, Model Protokol esasları uyarınca 1971
yılından itibaren NPT'ye taraf olan ve nükleer silaha sahibi olmayan statüdeki devletlerde
denetlemeler yapmıştır. Bu denetlemelerin büyük çoğunluğu sorunsuz geçmiş olmasına
karşın, gizli amaçlar güden bazı üye devletlerin girişimlerini saklamak amacıyla Ajans'ın
denetlemelerini geciktirecek ya da zorlaştırabilecek bazı girişimleri olmuştur. Bu durum
karşısında Ajans üye ülkenin kendisi ile işbirliği yaptığı oranda verimli olması
mümkündür. Aksi takdirde zorlayıcı bir takım tedbirler ile denetlemelerine devam etmesi
mümkün değildir. [12]
Bununla birlikte bir ülkede gerçekleştirdiği denetlemeler sonucu o ülkenin tamamen
barışçıl amaçlar güttüğünü doğrulamakta endişesi olduğu takdirde Ajans konuyu
Yönetim Kurulu'na götürmek suretiyle söz konusu ülkeden açıklık ve şeffaflık sağlayacak
işbirliği talep edebilmektedir. Bu konuda bir işbirliği göremediği takdirde konuyu prensip
olarak BMGK'ne havale etmesi gereken UAEA Yönetim Kurulu, yapısından kaynaklanan
(bölgesel, etnik, dini vesair) sebeplerle ülkeler/bölgeler arası dayanışma gösterilmesi
sonucu sorun yaratan ülkelere karşı caydırıcı tedbir almakta zorlanmıştır.
Irak'ın gizli nükleer silah geliştirme projesi konusunda uzun yıllar çeşitli bilgiler ortaya
konulmuş olmasına rağmen, bir yandan Sovyetler Birliği'nin bu ülkeye vermiş olduğu
destek, diğer yandan Arap Birliği içindeki dayanışma sebebiyle Irak, Soğuk savaş yılları
boyunca UAEA Yönetim Kurulu'nun bazı taleplerine karşılık vermek zorunda
hissetmemiştir. 1991 Körfez Savaşı sonrasında ise durum oldukça ciddi boyutta ve
kapsamlı olarak değişmiştir. Her ne kadar Irak'taki özel durumdan kaynaklanan bazı
ayrıcalıklar sebebiyle de olsa, bu ülkenin gizlice gerçekleştirmiş olduğu nükleer silah
geliştirme teknik ve teknolojik alt yapısı tümüyle yok edilmiştir. Ancak, söz konusu proje
kapsamında yer almış olan ve sayıları 7,000 kadar olduğu söylenen bilim adamı,
teknisyen ve diğer uzmanların önemli kısmının halen bu ülkede olduğu ve bilimin
unutulamayacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Irak'taki uygulamaya kadar UAEA kendi bünyesinden kaynaklanmayan istihbari bilgiyi
kullanamamaktaydı. Bu konu Model Protokol'de çok açık olarak yer almasa bile Soğuk
Savaş yıllarının konjonktürel gelişmeleri karşısında farklı bir uygulama yapması mümkün
değildi. Ancak, Irak'tan çıkartılan dersler öncelikle Ajans'ın, kendisine gelen istihbari
bilgileri "gerekli ve uygun gördüğü takdirde" kullanması sürecini başlattı. Ardından gelen
"93+2 Programı" zamanla güçlendirilmiş denetleme rejimi olarak kabul edilen Ek
Protokol'ün ortaya çıkmasına yol açtı. UAEA tam sağlıklı ve güven veren bir denetleme
rejimi için bunu da yeterli görmemekte ve bu konuda uzmanların katılımıyla "beyin
fırtınaları" düzenlemektedir. Böyle bir toplantı Şubat 2003'te Viyana'da yapılmıştır. Bu
toplantıya İran'daki denetlemelerden hemen sonra gelen Ajans Genel Direktörü
Muhammed El Baradey yaptığı açıklamayla İran'da karşılaştığı manzaradan memnun
olmadığını ve özellikle bu ülkenin gizlice uranyum zenginleştirme tesislerini kurmuş
olmasının büyük sorun yaratacağını tahmin ettiğini katılımcılara ifade etmiştir. Nitekim,
bu toplantıdan bir süre sonra El Baradey dünya kamuoyuna yaptığı açıklamayla İran'ın
Ek Protokol'ü imzalaması için 31 Ekim 2003 tarihine kadar süre tanındığını, bu tarihten
önce İran'ın gerekli adımı atmaması durumunda konunun BMGK'ne havale edilmekten
başka çaresi kalmayacağını bildirmiştir.
Ajans, işlevselliğini sürdürebilmesine büyük önem vermektedir. Esas itibarıyla nükleer
bilimin, teknolojinin ve enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını teşvik etmek ve
yaygınlaşmasını sağlamak ve bununla birlikte hem askeri amaçlı kullanıma dönüşümü
engellemek hem de çeşitli sebeplerle ortaya çıkabilecek kaza ve benzeri sorunlar
karşısında gerekli önlemleri almak gibi bir misyona sahip olan UAEA ülkeler tarafından
kendi siyasi amaçlarına hizmet edecek bir kuruluş olarak görülmek istememektedir. Bu
sebeple ne ABD ya da benzer düşüncede olan ülkelerin İran'a baskı aracı olarak
kullanılmak, ne de İran'ın gizli emellerini saklamasına ve kendisini aklamasına yardımcı
olacak bir kurum durumunda olmak istememektedir. Ajans yalnız siyasi olarak değil etik
değerler açısından da bağımsız ve tarafsız yapısını sürdürmek ve bu amaçlar arasında bir
denge gözetmek durumundadır. Son dönemde büyük oranda ABD ve İran arasında
yaşanan kriz sırasında her iki tarafın da belli oranlarda UAEA'nın tutumundan şikayetçi
olmaları bir bakıma Ajansın bu hassas dengeyi kurmuş olduğunu göstermektedir.
Ajans denetçileri, İran'ın uzun süre saklamak suretiyle gerçekleştirdiği uranyum
zenginleştirme tesisleri kurması ve az miktarda uranyumu yüzde 3.5 oranında
zenginleştirmeyi başarması sonrasında bu ülkedeki tesisleri daha sık denetleme
talebinde bulundular. İranlı yetkililer bu taleplere çoğunlukla olumlu yaklaşmakla
beraber bu süreç kolay ve sorunsuz olmamıştır. İran sürekli olarak "zorunlu olmadığı bir
7
işbirliğine girmekten kendi çıkarının ne olacağını" sorgulamış ve esas olarak bu
tutumuyla Ajans Yönetim Kurulu içinde diplomatik savaş veren kadrolarına önemli
avantajlar sağlamıştır. Muhtemelen bu gibi avantajları iyi kullanarak İranlı diplomatlar ve
nükleer alandaki uzmanlar İran'ın uranyum zenginleştirme tesislerini gizlice kurmuş
olması sebebiyle "NPT hükümlerini açıkça ihlal etmiş bir devlet" olarak tanımlanmak
yerine "bu konudaki yükümlülüklerini yerine getirmekte hatalı davranmış ülke" olarak
tanımlanmak sonucunu sağlamışlardır.
UAEA açısından İran'ın o ya da bu şekilde halen denetlenebilir konumda olması çok
önem arz etmektedir. Aralık 2005'te nükleer yakıt konulacak ve Aralık 2006'da enerji
üretmeye başlayacak olan Buşehr'de kurulan nükleer reaktörlerden birincisinden başka
bu ülkenin ilki 2008 yılında çalışır konuma geleceğini açıkladığı 40 MWth çapında doğal
uranyumu yakıt olarak kullanacak olan ağır su reaktörleri projesi, laboratuar düzeyde de
olsa plutonyum ayrıştırma yeteneği, çok sayıda nükleer araştırma merkezi, uranyum
yakıtı dönüştürme ve zenginleştirme tesisleri ve bu alanda görev yapan binlerce uzman,
teknisyen ve bilim adamından oluşan bir teknolojik altyapısı ve insan gücü
bulunmaktadır. Böyle bir alt yapıya sahip bir ülkenin UAEA denetlemeleri dışında kalması
olasılığı UAEA yöneticilerini endişeye sevk etmektedir.
ABD arasında yaşanan kriz sebebiyle İranlı yöneticiler her fırsatta "eğer bütün iyi
niyetleri ve UAEA ile kapsamlı işbirliği yapıyor olmalarına rağmen Ajans Yönetim Kurulu
ABD'nin baskısı sebebiyle İran dosyasını BMGK'ne havale ederse Ajans ile ve
müzakereler yürüttükleri AB ile bu alandaki bütün ilişkilerini askıya alacaklarını"
açıklamışlardır. En son olarak 5-6 Mart 2005 tarihlerinde Tahran'da yapılan Nükleer
Teknolojiler ve Sürdürülebilir Kalkınma konulu konferansın açılışında konuşan Ayetollah
Hasan Ruhani bu görüşleri dile getirdikten başka daha ileri gidilebileceği ve NPT'yi
kastederek "İran'ın çıkarlarına hizmet etmeyen bir antlaşma ortamında kalmayı
sürdüremeyeceklerini" ifade ederek NPT'den çekilebilecekleri mesajını vermiştir. [13]
Böyle bir gelişme UAEA'nın bugün için tam anlamıyla tatminkar olmasa bile İran'ın
teknolojik olarak kat ettiği aşamaları takip edebilmesi bakımından sahip olduğu
imkanları ortadan kaldırabilir. Bu durumda İran'ın nükleer silah geliştirebileceği yeteneğe
sahip olup olmadığı konusunda Ajans'ın net bir görüş ortaya mümkün olmaz.
Ajans Genel Direktörü El Baradey tarafından 2003 yılı ortalarında İran'ın en geç 31 Ekim
2003 tarihine kadar imzalamasını istediği Ek Protokol'ü İran en başta "buna zorunlu
olmadığı" tezini öne sürerek reddetmiş olmasına karşın, hem gizlice uranyum
zenginleştirme tesisi kurmuş olması ve bu aşamalarda Pakistanlı bilim adamı Abdül Kadir
Han ile illegal ve Ajans'a bildirmediği bilgi ve malzeme alış verişine girişmiş olması, hem
de Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin devreye girmesi sonucu ustaca diplomatik manevralar
ile süreyi en iyi şekilde kullanmış ve en son anda ilgili dokümanı imzalayacağını
açıklamıştır. Nitekim Kasım 2003 içinde bu işlemi gerçekleştirecek adımları atmaya
başlamıştır. Ancak, her uluslararası antlaşma ve her ülke için geçerli olan prensibe göre
Ek Protokol'ün de İran'daki denetlemelerde tam olarak uygulanabilmesi için bu ülkenin
Meclis'i tarafından da onaylanması gerekmektedir. Yaşanan kriz ortamı ve gerek İranlı
siyaset adamları gerekse halkın büyük çoğunluğu baskılara boyun eğerek İran'ın Ek
Protokol'ü onaylamasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Yakın gelecekte böyle bir gelişme
beklenmemektedir.
İran yönetimi çeşitli ortamlarda Ek Protokol sanki yürürlükteymiş gibi davranacağını
beyan etmesine karşın Ajans'ın bazı talepleri karşısında bu sözünü tutuyor görünümde
değildir. Ek Protokol esas olarak ve öncelikle taraf olan ülkelerde nükleer alanla ilgili
tesisleri denetlemek ve uygun gördüğü yerlerden toprak, su ve hava örnekleri alarak
çeşitli analizlere tabi tutmak hakkına sahip olmasının yanı sıra, ülkedeki "herhangi bir
yere" de girmek ve inceleme ve denetleme yapmak hakkına sahiptir. Ek Protokol'ün 5.
Maddesi c. Fıkrası buna izin vermektedir. Bu sebeple taraf ülke konumunda olanlar Ajans
denetçilerine "şuradaki tesisin nükleer çalışmayla alakası yok oraya giremezsiniz" deme
hakkı esas itibarıyla yoktur.
Ancak, İran'ın gizlice nükleer başlık yapmaya çalıştığı tesis olduğu istihbarının bulunduğu
Tahran yakınlarındaki Parçin askeri üssüne Ajans denetçileri çok ısrarlı çabaları ve AB ile
yapılan görüşmelerde varılan bazı anlaşmalar sonucu kısıtlı olarak girebilmişlerdir. İranlı
yetkililerin askeri üs olması itibarıyla hassas bölge olarak gördükleri tesislerin Ajans'ın
istediği gibi dört tanesine değil sadece yine Ajans'ın tespit edeceği sadece bir tanesine
ve sadece bir kereye mahsus olarak girebilmesine izin vermiştir. Bu denetlemelerde
"İran'ın nükleer silah yaptığına dair bir kanıt bulunamadığı" Ajans Genel Direktörü
tarafından açıklanmıştır. Ajans diğer tesislerde de zaman zaman denetleme yapma
8
talebini ısrarlı bir şekilde gündemde tutmaktadır. İranlı yetkililer muhtemelen bunu da
diplomatik manevralarında önemli bir koz olarak kullanmak isteyecektir. Zamanla,
karşılığında İran açısından avantajlı kazanımlar elde etmek suretiyle bu tesislerin de
denetlenmeye açılması beklenmeyen bir gelişme olmaz. UAEA açısından siyasi şartlardan
bağımsız olarak İran'da denetlemelerin sürmesi ve işbirliğinin devam etmesi büyük
önem arz etmektedir.
Avrupa Birliği'nin Konumu
İran'ın bugün sahip olduğu ve geliştirmeye devam ettiği nükleer alandaki kazanımların
elde edilmesinde Avrupa Birliği'ni oluşturan ülkelerin direkt veya dolaylı olmak üzere
önemli payı bulunmaktadır. 1960lı ve 70li yıllarda İranlı öğrencileri ve teknisyenleri
kendi ülkelerine çekmek, onları çok sayıda nükleer tesiste, laboratuarda ve akademide
görev yapacak bilgi ve beceriyle donatmak ve bu yolla İran'ın çok istekli olduğu çok
sayıda nükleer reaktör kurma projesinden büyük pay kapmak için Almanya, Fransa ve
İngiltere adeta birbirleriyle yarıştılar. Bu dönemde yalnız Almanya'ya bu alanda eğitim
almak üzere giden İranlı gençlerin sayısı, Şubat 2005'te Berlin'deki bir konferans
ortamında bu konunun içinde bulunmuş Alman bilim adamı tarafından, "yüzlerce" olarak
ifade edilmiştir. Adı geçen diğer ülkelerde de benzer bir süreç yaşandığı tahmin edilebilir.
Bugün İran'ın bilimsel ve teknik alt yapısının büyük çoğunluğunu bu süreçten geçmiş
kişiler oluşturmaktadır.
AB'nin İran'ın nükleer programına bir başka katkısı, direkt olarak olmasa da, ABD
yönetimi tarafından 1993 yılında benimsenen bir politikayla Irak ile birlikte İran'a karşı
da çeşitli kısıtlamalar uygulamak ve nükleer silah geliştirmekte kullanabileceği gelirler
elde etmesini zorlaştıracak ticari yaptırımlar uygulamayı amaçlayan "çifte kıskaç"
politikasına fazla itibar etmemesi ve İran'la ticareti her geçen yıl daha da arttırması
şeklinde olmuştur. ABD yönetiminin büyük tepkisini çeken ve sürekli eleştirilerine hedef
olan AB ülkeleri, özellikle ABD'li firmaların kendi ülkeleri tarafından konulmuş
yaptırımlara rağmen paravan şirketler aracılığı ile İran ile ticaret yaptıkları açığa çıkınca
rahatlaşmışlardır. Bazı bilgilere göre 1997-99 yılları arasında İran'ın en büyük ikinci
ticaret ortağı (şirketler vasıtasıyla) ABD olmuştur. Bundan sonra zaten fiilen işe
yaramayan "çifte kıskaç" politikası önemini ve varlığını yitirmiştir.
İran'ın nükleer programını geliştirmesinde AB'nin bir diğer dolaylı katkısı son dönemde
bu ülke ile giriştiği müzakereler yoluyla olmaktadır. İran ile ABD arasında yaşanan krizin
kontrolden çıkarak kısıtlı da olsa askeri güç kullanımına gidebilecek yolun açılmasının
zaten son derece sorunlu bir bölge olan Orta Doğu'da durumun çok daha içinden
çıkılmaz bir hal almasından endişe eden AB ülkeleri, El Baradey tarafından İran'a Ek
Protokolü imzalaması için verilen sürenin dolmasına yakın bir zaman öncesinde bu ülke
ile diyalog geliştirme girişiminde bulunmuş ve AB-3 olarak tanımlanan İngiltere, Fransa
ve Almanya dışişleri bakanlarının Tahran'ı ziyareti sırasında İran yönetimi Ek Protokol'ü
imzalayacağını açıklamıştır. Bu yolla 31 Ekim 2003 tarihine gelindiğinde bir restleşme
sonucu yaşanabilecek ciddi bir kriz atlatılmış ya da ileri bir döneme atılmış oldu. Bu
çerçevede sürdürülen görüşmeler sonucu İran yönetimi uranyum zenginleştirme
tesislerinin geliştirilmesini ve çalıştırılmasını "zorunlu olmadığı halde gönüllü olarak ve
kısıtlı bir süre için askıya aldığını" açıklamıştır.
İran'ın halen sadece bir kaç yüz adet olan uranyum zenginleştirmekte kullanılan
santrifüjlerden binlercesini yerleştirebileceği tesisler kurması ve bunları çalıştırması
durumunda nükleer silah yapmak için çok önemli bir kazanım elde edeceğini düşünen
ABD yönetimi zenginleştirme işlemini askıya alma kararını gerekli ancak yetersiz bir
karar olarak değerlendirmekte ve İran'ın bu tesisleri kapatmasını ve uranyum
zenginleştirmekten vazgeçmesini istemektedir. Aksi takdirde ABD'nin başka alternatifleri
düşünebileceği ifade edilmek suretiyle askeri güç kullanabileceği ima edilmektedir.
ABD ile İran politikasında bir çok alanda görüş ayrılığı olan ve askeri güç kullanımı
olasılığını gündeme dahi almak düşüncesinde olmayan AB ülkelerinin bu ülke ile hemfikir
oldukları bir konu "İran'ın NPT Antlaşması'na taraf olması sebebiyle meşru ve hukuki
hakkı olmasına rağmen uranyum zenginleştirme işlemini askıya almakla kalmayıp
tümüyle ortadan kaldırmasını" talebidir. Bu noktada İran tarafından ABD'nin baskılarına
boyun eğmekle ve güvenilmez olmakla suçlanan AB, İran'ın bu yönde karar almasını
sağlamak amacıyla diplomatik ve ekonomik teşvik politikasını sürdürmekte kararlı
olduğunu ifade etmektedir. Ancak, AB'nin diplomatik ya da ekonomik teşvik yöntemi ile
9
arzu ettiği sonucu elde etmesi pek mümkün görülmemektedir. Bunun bazı sebepleri
bulunmaktadır.
Her şeyden önemlisi İran, devleti ve milletiyle tam bir bütünlük içinde nükleer güce
sahip olmakta kararlı görülmektedir. İran halkı ve onların siyasetteki temsilcileri, nükleer
alanda çalışan bilim adamları ve teknik kadro, bu konularla ilgili akademik ve bürokratik
kadrolar ve askeri çevreler İran'ın bu çapta nükleer alt yapı geliştirmiş olmasından sonra
bundan da ileriye giderek muhakkak nükleer silah sahibi devlet konumuna gelinmesi
fikrini desteklemektedirler. Bunu, her şeyden önce İran milliyetçiliğinin doğal bir
tezahürü olarak görmektedirler. Tarihte çok büyük medeniyet kurmuş olan Fars
imparatorluğunu bir nevi yâd etmek anlamına gelecek bu tutku halkın ve yöneticilerin
büyük bir kısmını sarmış görülmektedir. Bu düşüncelerini destekleyen bir husus da
içinde bulundukları coğrafyanın güvenlikleri açısından ciddi tehditleri beraberinde
getirdiğini ve "mutlak silah" olarak tanımlanan nükleer silahların sağlayacağı caydırıcılığa
ihtiyaçları olduğunu sıkça vurgulamaktadırlar. Bu sebeple İranlı yetkilileri bu yoldan
kesin dönüş anlamına gelecek uranyum zenginleştirme tesislerini kapatmaları kararını
almaya zorlamak sonuç vermeyecektir. İranlı yetkililer "böyle bir karar aldıkları takdirde
halktan ve devletin içinden o kadar büyük bir tepki gelir ki bizi yerimizden atıp başkaları
yerimize geçip nükleer konuda çalışmaya devam ederler, bu kaçınılmaz bir durumdur"
demektedirler.
İran'ın "nükleer silah üretebilecek kabiliyete sahip devlet konumunda olmak" arzusu ve
kararlılığının yanı sıra AB'nin bu ülkenin uranyum zenginleştirme tesislerini kapatmaya
zorlayabilecek bir siyaset oluşturabileceği görüş birliği sağlaması kendi yapısından
kaynaklanan sebeplerle pek mümkün görülmemektedir. Soğuk Savaş yılları sonrasında
önce iki Almanya'nın birleşmesi, daha sonra "Avrupa Topluluğu" olmaktan, genişlemek
suretiyle "Avrupa Birliği" olmaya doğru ilerleyen yapı içinde bir çok alanda bu
genişlemenin ve dönüşümün sancıları yaşanmaktadır. Ekonomik, siyasi ve toplumsal
açılardan ciddi zorlukların yaşandığı AB içinde kendi açısından "hayati" olarak
tanımlanacak konularda bile görüş birliğine varılması ya çok zor olmakta ya da mümkün
olmamaktadır.
Ortak görüşe varılması en zor alan ise uluslararası güvenlik ve dış politika konularını
kapsamaktadır. Son 15 yılda hemen yakınında cereyan eden ve kendisine direkt ya da
dolaylı etkileri olacak güvenlik sorunlarına dahi çok gecikmeli olarak reaksiyon verebilen
AB'nin net olarak tanımlanabilecek bir Ortak Dış ve Güvenlik Politikası henüz
oluşmamıştır. Uzun yıllardır tartışılan ve daha bir süre tartışılacağa benzeyen Avrupa
Anayasası da belirsizlikler içeren bir süreç yaratmaktadır. Ortaya çıkan Anayasal
Antlaşma benimsenmiş olmakla beraber Birliğe üye ülkelerde yapılacak referandumlar
sonrasında yürürlüğe girip girmeyeceği bugünden henüz kestirilememektedir. Yürürlüğe
girse dahi söz konusu Anayasal Antlaşma bünyesinde "kuvvet kullanımı" ile ilgili bir
düzenleme yoktur. Bu sebeple, İran'ın nükleer programı ile ilgili ortak bir siyasi karar
büyük zorluklardan sonra ortaya çıksa bile, bu kararın arkasına (zorlayıcı bir yöntem
olarak) gerektiği takdirde askeri güç koymak AB açışından bir dizi yeni sorunlar
yaratacaktır.
AB'nin olmayan dış ve güvenlik politikası bir yana bırakıldığı takdirde dahi, Birliği
oluşturan büyük devletlerin hemen hepsi askeri güç kullanma olasılığını dış
politikalarında en son (hatta mümkünse hiç bir zaman) olasılık olarak
değerlendirmektedirler. Kaldı ki, bir çok AB ülkesi "İran'ı askeri güç kullanımını
gerektirecek önlemler alınması gereken bir tehdit" olarak görmemektedirler. Askeri
imkan ve kabiliyetler ile niyetlerin kesiştiği ortamda oluşan tehdit kavramı bu şekilde
İran örneğinde değerlendirildiğinde bu ülkenin AB ülkelerini tek tek ya da Birliği topluca
tehdit edebilecek askeri imkan ve kabiliyetleri bulunmamaktadır. İran'ın sahip olduğu ve
1998 yılından buyana en az beş kez "başarıyla" denediği Şahab-3 balistik füzelerinin
menzili 1,350 km civarındadır. İran'a en yakın AB ülkesi olan Yunanistan'ın 2,500 km
(GKRY 1,650 km) mesafede olduğu dikkate alınırsa bu füzeler önemsenecek bir tehdit
teşkil etmemektedir. İran'ın menzilleri 2,000 ila 2,500 km olmasına çalıştığı Şahab-4
balistik füzelerini geliştirmesinin daha çok zaman alacağı öngörülmektedir. Bu gelişme
yakın zaman gerçekleşse bile olsa, tehdidinin oluşmasını sağlayan diğer faktör olan
niyetler bakımından AB İran'ın kendisine saldırmasını gerektirecek bir niyetini
görememektedir.
İran'ı kendine (ve İsrail'e) bir tehdit olarak gören ABD'nin aksine AB İran'ı tehdit olarak
görmemekte ancak bu ülkenin geliştirmekte olduğu imkan ve kabiliyetleri bölge ve
dünya güvenliği açısından potansiyel tehlike ve istikrarsızlık unsuru olarak
10
değerlendirmektedir. Bu sebeple, AB ülkeleri İran'ın nükleer alandaki kazanımlarının belli
bir seviyenin ilerisine geçmemesini sağlamak için bazı ekonomik teşvikler sunma
politikasını benimsemektedirler. Ancak AB'nin sağlayacağı ekonomik teşviklerin İran için
cazip olduğunu düşünmek pek mümkün değildir.
İran 70 milyonluk nüfusa sahip ve büyük çoğunluğu 30 yaşın altında olan potansiyel bir
tüketim toplumu durumundadır. İran ile ticaret yapmak İran kadar bu işbirliğine giren
veya girecek ülkelerin de yararına görülmektedir. Hali hazırda Fransız firmaları, başta
otomotiv sektörü ve elektrikli ev aletleri vs ürünler pazarında önemli pay kapmış
durumdadır. Alman otomotiv sektörü de İran pazarına girmek aşamasındadır.
Düşünülenin aksine, İranlı devlet adamları ekonomik imkan ve kabiliyetlerini
siyasetlerinde kaldıraç olarak kullanmakta ve AB ülkelerinin İran'ın çok büyük tepkisini
çekecek bir şekilde davranmalarını engellemektedir. İran kişi başına düşen 1,450 ABD
doları seviyesindeki milli gelir bakımından zayıf durumda gibi gözükse de son aylarda
hızla yükselen ve daha da yükselmesi beklenen petrol gelirleri ile dış alım ve tüketim
gücünü daha da arttırabilir. Bu sebeple İran'ın AB'ye muhtaç olduğu ve ekonomik bir
takım teşviklerle yola geleceği düşüncesinin aksine başta AB olmak üzere, ÇHC ve
Japonya gibi ülkelerin İran'ın ürettiği petrol ve doğal gaza ve bu ülkelerden yapacağı
ithalata muhtaç olduklarını düşünmek daha doğru bir yargı olabilir.
Bu değerlendirme sonrasında AB ile İran arasında 2003 yılı ortalarında başlayan ve önce
Kasım 2003'te İran'ın Ek Protokol'ü imzalamasına, bir yıl sonra da uranyum
zenginleştirme işlemini gönüllü olarak ve kısıtlı bir süre için askıya almasına yol açan
müzakereleri, varmış olduğu noktalar da dikkate alınarak, esas itibarıyla bir "ara çözüm"
ya da "çatışmayı önleyici tedbir" olarak görmek daha doğru olabilir. ABD'nin bastırdığı,
AB'nin de prensipte hemfikir olduğu ancak hangi araç ve yöntemler ile sağlanacağı
konusunda derin görüş ayrılıklarının bulunduğu öneri İran'ın nükleer enerji amaçlı olarak
kurduğunu ifade ettiği tesislerin yakıtını kendi sağlamak iddiasından vazgeçmesi
hakkında bir sonuca varmak şimdilik mümkün görülmemektedir. Ancak, böyle bir
sonucun sağlanamıyor olması sebebiyle hiç bir şey yapmamak ve sürecin sonunda bir
çatışma beklemek yerine AB nihai bir çözüm bulma umudunu da koruduğu girişimlerini
devam ettirmekte ve varılan "zenginleştirmenin askıya alınması," aşamasını bir ara
çözüm olarak değerlendirmektedir. Böylelikle, ABD yönetiminin "AB de hiç bir şey
yapamadı, İran'ı nükleer silah yapmaktan alıkoymanın tek yolu güç kullanmaktır" tezini
haklı kılmayarak girişimlerini bir nevi "çatışmayı önleyici tedbir" olarak görmektedir.
ABD'nin konumu
ABD daha ilk nükleer silahı Japonya'ya karşı kullandığı günden itibaren nükleer alanda
bilim ve teknolojinin yayılması konusunda oldukça ketum davranmaya çalışmış ve bu
alanda kananım elde etmek isteyen ülkelere şüpheyle yaklaşmıştır. Ancak, özellikle
Soğuk Savaş yılları sırasında Sovyetler Birliği'ne karşı uyguladığı "çevreleme politikası"
sebebiyle Pakistan'ın nükleer teknoloji transferi yapma girişimlerini, dönem dönem
kısıtlamalar ve engellemeler yaratmış olsa da, tümüyle engellememiştir. Aynı şekilde
ÇHC'ne karşı izlediği "tanımama" politikası çerçevesinde başlarda Hindistan'ın nükleer
teknoloji transferi girişimlerine de karşı çıkmamıştır. [14] 1970li yılların başında ABD-ÇHC
ilişkileri düzelmeye başlayınca bu tutumundan vazgeçmiş olmasına rağmen Hindistan
1974 yılında ilk "barışçıl" denemesini gerçekleştirmiş ve nükleer silah yapabilecek
kapasitesi olduğunu ispat etmiştir. Diğer taraftan ABD ile çok özel ilişkiler içinde olan
İsrail'in "hayati önemde" gördüğü "nükleer silaha sahip olmak yoluyla bölgesinde
kendisini yok etmek isteyen Arap devletlerine karşı caydırıcılığını sağlama" politikası
çerçevesinde bu ülkenin gizli projelerine ABD yönetimleri, bir ara Kennedy dönemi hariç,
karşı çıkmamıştır.
ABD'nin Orta Doğu politikasını belirleyen iki temel unsurdan bir petrol ve doğal gaz
kaynaklarının dünyaya kesintisiz olarak dağıtımının sağlanması ve İsrail devletinin
varlığını sürdürmesi olmuştur. Bu konulardan herhangi birine tehdit oluşturan ülke veya
ülkeler grubu ABD'nin çıkarlarına da tehdit oluşturmuş olarak kabul edilmektedir. Bu
perspektiften bakınca, İran'ın nükleer silahlar geliştirme yeteneğini kazanması, ABD
açısından hem Basra Körfezi üzerinde hakimiyet kurma girişimlerinde daha cesaretli
olması sonucunu getirebilecek, hem de özellikle İslam devriminden sonra ülkeyi yöneten
mollaların sık sık dile getirdiği "İsrail devletini yok etme" konusunda bu kez çok ciddiye
alınmasını gerektirecek imkan ve kabiliyetlere sahip olabileceği bir gelişme olarak
görülmektedir ve bu iki olasılık da ABD açısından "kabul edilemez" bulunmaktadır. Bu
sebeple İran'ın uluslararası antlaşmalardan doğan haklarını kullanmak yoluyla ve
uluslararası konjonktürel gelişmelerin sağladığı fırsatlardan yararlanarak nükleer silah
11
geliştirmek aşamasına çok yaklaşmış olduğunun görülmesi üzerine ABD bu gelişmeyi
önlemek düşüncesiyle bazı adımlar atmak niyetinde görülmektedir. Ancak, ABD'nin İran
konusunda atabileceği adımlar ve bunların İran'ın kısa veya orta/uzun vadede nükleer
silah sahibi olmasını engellemesi zor görünmektedir. Bu konuda ekonomik ve diplomatik
yolların kısıtlı ancak yetersiz olması, askeri yolların ise çok ciddi belirsizlikler içermesi ve
belki de daha büyük sorunları beraberinde getirecek olması sebebiyle, tüm tarafları
tümüyle tatmin edecek çözüm, beklentilerde indirime gidilmediği takdirde, bu aşamada
pek görülmemektedir.
ABD yönetiminin İran'ın nükleer silah geliştirebileceği imkan ve kabiliyetlere sahip
olmasını engellemek konusunda karşılaştığı sorunların başında Irak'ı işgali sonrasında
yaşadığı süreç ve bunun çok boyutlu etkileri gelmektedir. Irak savaşı ve ardından gelen
işgal ile ABD askerlerine yönelik saldırılar bu ülke kamuoyunda "askeri gücü dış
politikanın bir aracı olarak kullanmak" konusunda büyük görüş farklılıklarının oluşmasına
yol açmıştır. Bu konuda toplumun hemen her kesiminde derin görüş ayrılıkları
yaşanmaktadır. Siyasi görüşleriyle bugünkü ABD yönetimine yakın olan hatta yönetimde
bulunmuş veya konumları gereği ilişkide olmuş kişiler arasında dahi ABD'nin İran'a karşı
askeri güç kullanarak bu ülkeyi nükleer silah yapmaktan alıkoyması düşüncesine karşı
çıkanlar bulunmaktadır. Bu karşı çıkışın gerekçesi olarak dile getirilen sebeplerin başında
Irak'a saldırmanın ve işgal etmenin gerekçesi olarak gösterilen bu ülkenin kitle imha
silahları geliştirdiği yolundaki istihbaratın yanlış olduğunun hemen herkes tarafından
ifade edilmesi ve hakkında benzer iddialarda bulunulan İran konusunda da yanılgıya
düşebilecekleri olasılığı gelmektedir. ABD Senatosu İstihbarat Komitesi başkanı
Cumhuriyetçi Senatör Pat Robertson dahi "Irak konusunda yapılan affedilmez hatadan
sonra İran'la ilgili her türlü istihbari bilgiye büyük şüphe ile yaklaştığını" ve "bu konuda
yüzde yüz tatmin edici bilgi olmadığı takdirde bu ülkeye karşı güç kullanılmasına destek
vermeyeceğini" açıkça söylemiştir.
İran'a karşı kısıtlı da olsa askeri operasyon yapılamasına karşı çıkanların dile getirdiği
görüşlerden bir diğeri, bu ülkenin Irak ile hiç bir şekilde karşılaştırılmayacak özelliklere
sahip olduğudur. Irak'ın dört katı büyüklükte araziye, üç katı nüfusa ve çok daha güçlü
askeri imkan ve kabiliyetlere sahip olan İran'a karşı o ya da bu sebeple kısıtlı bir askeri
operasyon gerçekleştirilmesi durumunda dahi bu girişimin söz konusu ülke tarafından
açık düşmanca tavır olarak nitelenmesi ve sahip olduğu bütün imkanlarla ABD'ye karşılık
vermesi hakkının doğacağı ifade edilmektedir. Nitekim İranlı yetkililer özel konuşmalarda
"eğer ABD tesislerimize saldırırsa Allah bilir ne olur, o takdirde elimizdeki bütün imkan
ve kabiliyetlerimizle Afganistan'dan Lübnan'a, Körfez'den Akdeniz'e kadar ABD'nin
çıkarlarına en büyük zararı vermek için her şeyi yaparız" demektedirler. Bu ifadeler
içinde İran'ın bazı terör gruplarıyla olan ilişkilerini de devreye sokarak ABD'nin en hassas
olduğu terörizm silahı ile karşılık vermesi olasılığı da bulunmaktadır. Bu olasılık ABD'de
konu hakkında uzman olan ve yorum yapan kişiler tarafından da sıkça hatırlatılmaktadır.
Bu çerçevede ABD'nin Irak'ta bulunan 155 bin askerine yönelik saldırı olma ihtimali de
güç kazanmaktadır. [15]
ABD açısından İran'a yönelik bir askeri operasyon düzenlemek yoluyla nükleer silah elde
etmesini engelleme seçeneğinin sonuç vermesini zorlaştıran unsurlardan bir diğeri de
İran'ın bazı hassas nükleer tesislerini yakın çevresinde yerleşim merkezleri olan
bölgelerde kurmuş olması ve bunların sayısının ve niteliklerinin ABD tarafından tam
olarak bilinmemesidir. Bazı ABD kaynaklarına göre sayıları 17 kadar olan nükleer
tesislerin gerçekte "bir kaç kere 17 adet" olduğu, bir başka deyişle en az 40 ila 50 kadar
tesis olduğu ve bunların çoğunun yerinin tespit edilmesinin zor olduğu İranlı yetkililer
tarafından ifade edilmektedir. Bütün siyasi maliyeti bir kenara bırakılsa dahi, askeri
açıdan sonuç alabilecek bir saldırı planlamak, teknik bakımdan beklenenden az zaiyat
vermekle beraber, sivil insan kaybı bakımından yol açabileceği yüksek zayiat oranı
sebebiyle, çok büyük zorluklar ve belirsizlikler içermektedir. Böyle bir saldırı olduğu
takdirde, İran'ın nükleer alt yapısına "yeterli" zayiat verilemediği takdirde, ve hatta
verilse bile bu ülkenin uzun yıllar boyunca geliştirmiş olduğu bilimsel alt yapı ile belli bir
süre sonra kaldığı yerden yoluna devam etmesi, ancak bu kez dünya kamuoyunun
büyük bir kesiminde, maruz kaldığı saldırı sebebiyle "haklı" bulunacağı bir ortamda
nükleer silah geliştirmesi söz konusu olabilecektir. ABD saldırısının İran'daki nükleer
silah sahibi olunmasını açıkça isteyen çevrelerin elini güçlendirmesi olasılığı çok yüksek
olduğu ifade edilmektedir.
İran'ın nükleer silah geliştirmesinden en fazla rahatsızlık duyması ve bunu kendi
güvenliklerine yönelik potansiyel bir tehdit olarak görmesi gereken başta Körfez
ülkelerinin ve Arap devletlerinin bu konuda fazlaca karşı görüş dile getirmemeleri, aksine
12
daha ziyade halk tabanında ve yönetimlerin bazı kesimlerinde İran'a açık destek
verilmekte. Bu durum İran'a karşı bir askeri operasyon düşüncesinde olan ABD'nin
konumunu zorlaştıran bir diğer gelişme olmaktadır. Uluslararası ilişkilerin klasik
değerlendirmeleri açısından doğal olmayan bu sonucun iki sebebi bulunmaktadır. Bunlar
ABD karşıtlığının tüm dünyada varmış olduğu seviye ve İslam'ın bütünleştirici unsur
olarak görülmesidir.
Soğuk Savaş dönemi sonrası yaşanan Irak krizi ve Kuveyt topraklarında cereyan eden
savaş; Irak halkından, çoğunluğu çocuk, bir milyondan fazla insanın ABD tarafından
dayatıldığı düşünülen BM yaptırımları sebebiyle ölmesi; ABD askerlerinin Orta Doğu'da
bir çok yerde üsler kurması ve yerel değerlere önem vermez davranışta görünmeleri;
Doğu-Batı bloklaşmasın yarattığı suni engellerin kalkmasıyla eşzamanlı olarak iletişim
teknolojilerinde yaşanan olağanüstü gelişmeler sebebiyle hızla yaşanan küreselleşmenin
olumsuz etkilerinin daha ziyade az gelişmiş ülkelerde hissedilmesi; Filistin sorunu
konusunda ABD yönetimlerinin İsrail'e karşı Müslümanların beklediği ölçüde tavır
almaması; ve yakın zamanda Irak'ta yaşanan işkence skandalları, son dönemde son
derece hızlı bir şekilde ABD ve İsrail karşıtlığını arttıran faktörler olmuştur. Bu sebeple
ABD ve İsrail'i rahatsız eden hemen her şey bu ülkeleri sevmeyenleri memnun
etmektedir demek yanlış olmayacaktır. İran gibi bir devletin ABD gibi küresel güce sahip
bir ülkeye "kafa tutması" bir çokları tarafından "takdir" ile karşılanmakta ve "NPT veya
diğer uluslararası antlaşmalarda ne yazdığına bakmadan ve baskılara boyun eğmeden
İran'ın nükleer silah kapasitesini geliştirmesi" şiddetle tavsiye edilmektedir.
ABD'nin baskılarına ve askeri güç kullanma tehdidine karşı çok sayıda ülkenin ve daha
fazla sayıda bireyin İran'a açık destek vermelerinin ardında İslam'ın ortak payda olarak
görülmesi de söz konusudur. 11 Eylül 2001 saldırıları sonucu Batı dünyasında yapılan
açıklamalar, İslam'ın sıkça terör ile bağdaştırılması, ABD başkanı George Bush'un
konuşmalarında "haçlı seferi"nden söz etmesi, son dönemde çok fazla işlenen
"medeniyetler çatışması" kavramının yarattığı bir nevi yeni bloklaşma sebebiyle
"Müslümanların Hıristiyanlara ve özellikle Yahudilere karşı birlik içinde olması" temasının
işlenmesi sonucunu getirmiştir. NPT'ye taraf olmadığı için nükleer silahlar geliştirmemek
konusunda bağlayıcı bir taahhüt altına girmemiş olan İsrail'in nükleer silah yeteneğine
karşılık İran'ın nükleer silah geliştirmesi ve "İsraillilerin yüreğine korku salması"
Müslüman ülkelerde uluslararası hukuk açısından "hukuki" olmasa da "meşru" olan bir
hak olarak değerlendirilmektedir.
Bu sebeplerle, arkasında bu kadar geniş kesimlerin açık ya da gizli desteğine sahip bir
ülkeye karşı askeri operasyona girişmek ABD'ye karşı tepkilerin çok daha fazla artması
ve teröre zemin veren unsurların güç kazanmasına yol açabileceği endişesi de gözden
kaçırılmamaktadır. Bu desteğin farkında olan İranlı yöneticiler son dönemde, İslam
dünyasının yanı sıra "Üçüncü Dünya" ya da "Bağlantısızlar Hareketi" olarak bilinen ve
100'den fazla ülkenin taraf olduğu birliğe yönelik girişimlerini arttırmış görünmektedirler.
İran bu desteği ABD üzerinde baskı aracı olarak kullanarak askeri bir operasyona
girişmesini caydırmaya çalışmaktadır. Çünkü her şeye rağmen askeri bir operasyon
gerçekleştiği takdirde bundan İran'ın da önemli kayıpları olacaktır. Önemli bir prestij
kaynağı olan nükleer tesislerinin zarar görmesi en azından ciddi zaman ve ticari avantaj
kaybını beraberinde getirecektir. Böyle bir saldırı olduğu takdirde eğer yeterli karşılığı
veremezlerse İranlı yöneticiler halkın tepkisine yol açabileceklerdir. Ancak İran'ın
vereceği karşılığa ABD'nin daha fazla karşılık vermesi olasılığı da İranlı yöneticilerin
dikkate aldıkları olasılıklardan biridir. Bu sebeple İran açısından, ABD saldırısının
olmamasını sağlamak, olduğu takdirde karşılık vermekten çok daha tercih edilen bir
durum olmaktadır.
İran'ın Bağlantısızlar Hareketi'ne dahi ülkeler nezdinde yapmakta olduğu girişimlerin
karşılıklı olarak sıcak kabul görmesinin sebepleri bulunmaktadır. İran geliştirmiş olduğu
nükleer teknolojik altyapı ve bilimsel birikimini bu alanda "sağlayıcı" ülke konumuna
gelmek için de kullanmak istemektedir. Bu potansiyeli İran'ı Bağlantısız ülkeler grubu
nezdinde "cazip" kılan bir konuma yükseltmektedir. Malezya, Tayland, Endonezya,
Meksika gibi bir çok ülke nükleer teknoloji transfer etmek girişiminde bulunmuş ancak
her seferinde ABD'nin şüpheli yaklaşımı sonucu engelleyici girişimiyle karşılaşmıştır.
Örnek olarak Endonezya 1995-96 yıllarında 6 adet her biri 600 MWe gücünde nükleer
reaktör inşa etmek istemişse de bu sebeple başarılı olamamıştır. Ülkede yönetim
değişikliğine giden süreç yaşanmıştır.
İran önceleri transfer yoluyla, bilahare kendi içinde geliştirdiği nükleer altyapı ile bu gibi
ülkelere fazla soru sormadan nükleer teknoloji transfer edebilecek konuma gelmektedir.
13
Bu sebeple, söz konusu ülkeler, hem İran gibi kendilerine nükleer teknoloji
sağlayabilecek bir ülkenin bu yeteneğinin zarar görmesini istememektedirler. Hem de
baskılar karşısında İran'ın NPT'nin 4. Maddesi'nden kaynaklanan haklarından
vazgeçmesinin kendileri için de olumsuz örnek teşkil edeceğini düşünmektedirler. Bu
sebeplerle İran'ın yoluna devam etmesini istemektedirler. ABD'nin İran'a karşı askeri bir
operasyon düzenlemesini zorlaştıran bütün bu unsurlar İranlı yöneticiler ve akademik
dünyada bu konuda analiz yapan uzmanlar tarafından tespit edilmekte ve nükleer silah
geliştirme yolundaki çabalardan vazgeçilmesini gerektirecek bir endişe olmadığı
vurgulanmaktadır.
İsrail açısından durum
ABD yönetiminin, İran'ın nükleer silah sahibi olmasını sadece "sopa göstererek"
engelleme girişimlerinde karşısında tüm dünya halklarından ve kendi halkının büyük
kısmından kaynaklanan tepkiyi görmesinde, İsrail'in güvenliğini düşünerek ve İsrail'in
yönlendirmesiyle hareket ettiği düşüncesi önemli rol oynamaktadır. Benzer süreçten
geçen ve NPT'de olduğu süre zarfında gizlice nükleer silah üretme yeteneğini geliştiren
ve bilahare NPT'den ayrılarak nükleer silah sahibi olduğunu da açıklayan Kuzey Kore'ye
karşı adeta hiç bir şey yapmayan ya da yapamayan ABD'nin İran'a karşı çok daha
"uzlaşmaz" ve "katı" davranmasına gerekçe olarak İsrail'e tehdit oluşturması
gösterilmektedir. İsrail, her fırsatta kendisini yok etmekten söz eden mollaların yönettiği
bir ülkede topraklarına kadar ulaşabilecek balistik füzelerin bulunmasını ve bunların
üzerine nükleer silah konulması olasılığını hayati bir tehdit olarak değerlendirmekte ve
her ne pahasına olursa olsun İran'ın bu yeteneğini geliştirmesine engel olunması
gerektiğini ifade etmektedir. İsrailli yetkililer, bu konuda kendilerinin ya da ABD'nin
gerekli adımları atabileceğini ifade etmektedirler.
Irak'ın 1970li yıllarda nükleer silah geliştirme projesi olduğu iddiasıyla kritik aşamaya
geldiğini düşündüğü Osirak nükleer reaktörüne İsrail'in 1981 yılında bir hava saldırısı
düzenlemesini hatırlayan bir çok uzman, İran'a karşı da böyle bir olasılığın varlığından
söz etmektedirler. [16] ABD başkan yardımcısı Dick Cheney İsrail'in böyle bir niyeti
olabileceğine işaret etmiş, İsrailli yetkililer de "umarız ABD bu işi bize bırakmaz" şeklinde
görüş ortaya koymuşlardır. Ancak, kısıtlı ve belli hedeflere karşı nokta vuruşlu da olsa
İsrail'in İran'daki nükleer tesislere karşı hava saldırısı gerçekleştirmesinin önünde de
ABD için geçerli zorlukların bir kısmı bulunmaktadır. Bununla beraber önemli farklılıklar
da mevcuttur.
Farklı olan unsurlardan önemli bir tanesi bu konuda İsrail halkı içinde çok derin görüş
ayrılıkları yaşanmakta olmaması, ya da farklı görüşte olanların ağırlığının ABD'dekine
oranla daha zayıf kalmasıdır. Bürokrasi ve siyaset dünyasında da çok çatışmalı bir ortam
söz konusu olmamakta. Ayrıca, İran'a karşı böyle bir saldırıda bulunduğu takdirde kendi
ulusal güvenliğine fazla bir katkı olmayacağını, aksine terörü teşvik etmek suretiyle
zarar göreceğinin düşünen ABD halkı ve yöneticilerinin aksine, İsrail halkında ve
yöneticilerinde bu konuda terörle içiçe yaşamanın yarattığı bir kanıksamışlık
sezinlenmektedir. İran'a yapılacak bir saldırının zararları, yapılmaması durumunda bu
ülkenin nükleer silah sahibi olması sonrasında yaşanabilecek olası zararlardan daha az
olacağı değerlendirilmektedir. Bu durum, "eğer bir askeri operasyon yapılacaksa zaten
bu konuda sicili pek temiz olmayan İsrail tarafından yapılması" düşüncesini gündeme
getirebilir. Bu takdirde İran'daki tesislere karşı bir askeri operasyon olasılığı artabilir.
Askeri operasyon olasılığını azaltmak isteyen İranlı yöneticiler özellikle akademik dünya
içinde ortaya koydukları ve yayılmasına çalıştıkları görüşlerinde "eğer İran nükleer silaha
sahip olursa hemen İsrail'e karşı bir intihar saldırısında kullanacak kadar akılsız insanlar
tarafından yönetilmiyor" görüşünü sıkça vurgulamakta ve Soğuk Savaş döneminde ABD
ile Sovyetler Birliği arasında istikrarlı bir denge kurulmasını sağladığına inanılan "dehşet
dengesi" sürecinin İran ile İsrail arasında da sürdürülebileceğini vurgulamaktadır. Bu
yolla öncelikle İran, İsrail'in hayati tehdit algılamasına sebep olan endişelerin
giderilmesini, dolaylı olarak da İsrail'in güvenliği konusunda hassas olan ve bu sebeple
nükleer programına bu kadar kesin karşı çıktığına inandığı ABD'yi yumuşatmaya
çalışmaktadır. Ancak, bu mantığın kendi içinde anlaşılır bazı noktaları olmasına karşın
çok önemli zafiyetleri söz konusudur.
İran'ın NPT'den doğan haklarını kullanması suretiyle nükleer silah yapabilecek altyapıyı
geliştirmesi ve bir süre sonra Antlaşma'dan ayrılarak nükleer silah geliştirdiğini ilan
etmesi durumunda bölgedeki başka ülkeler de bu yola gitmek isteyebilir. Her fırsatta
14
"Orta Doğu'da İsrail'den başka bir ülke daha nükleer silah sahibi olursa biz de derhal
aynı yola gideriz" diyen Mısırlı yöneticiler ve uzmanlar, hali hazırda sahip oldukları
altyapıyı daha da geliştirmek isteyebilirler. Nitekim 2005 yılı başında Mısır'ın bazı
girişimleri UAEA Genel Direktörü tarafından NPT yükümlülükleriyle bağdaşmayan
davranışlar olarak kayda geçirildi. Suudi Arabistan'ın da Pakistan ile bu ülkenin nükleer
silahlarının Suud topraklarına yerleştirilmesi konusunda bir anlaşmaya gitmesi
olasılığından söz edilmeye başlanmış durumdadır.
Dolayısıyla, bölgedeki nükleer silahlanma sadece İran'ın nükleer silah sahibi olması ile
kalmaz. Halklarının büyük çoğunluğu hiç bir hal ve şartta İsrail'in varlığını kabul etmeye
yanşamayan topluluklardan oluşan ülkelerin de nükleer silah sahibi olmasına yol
açabilecek bu durum İsrailli yöneticilerin kabul edemeyeceği bir gelişme olacaktır.
Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi rejiminin belkemiğini teşkil eden NPT'nin fiilen
geçersiz kalması ve belki de hukuken de ortadan kalkması olasılığı bu gibi gelişmelerle
ciddiye alınması gereken boyutlara ulaşabilir. Nükleer silah yapımında bilimsel ve
teknolojik bakımdan çok fazla sır kalmaması, ülkelerin bu yola gitmelerini engelleyen
hukuki düzenlemelerin zayıflaması sebebiyle ciddi bir kaos yaşanabilir ve kısa süre sonra
Orta Doğu bölgesinde hatırı sayılır miktarda nükleer silah birikimine sahip ülke sayısı
hızla artabilir. Bu gibi olası gelişmeler dikkate alındığında İran'ın "nükleer silah sahibi
olursam aramızda denge kurulur ve sana saldırmam" şeklinde bir yaklaşımla İsrail'i ikna
etmesi zor görünmektedir. Çünkü, İran bölgede İsrail'in tehdit algıladığı tek ülke
değildir.
ABD-Sovyet nükleer denklemini İran-İsrail ilişkilerine uyarlamak isteyenlerin
unutmaması gereken bir diğer husus da iki süpergüç arasında yaşanan "dehşet dengesi"
koşullarının çok özel şartlar içerdiğidir. Her iki ülke de nükleer silah alt yapıları ve genel
silah teknolojileri ile (o dönemde) oldukça ileri seviyede imkan ve kabiliyetlere sahipti ve
uzun yıllar üzerinde gelişen bir "güvenlik kültürü" oluşmuştu. Söz konusu dengenin
varlığını ve sürdürülmesini sağlayan önemli bir diğer unsur da her iki ülke arasındaki
coğrafi mesafe idi. Herhangi bir sebeple bir taraftan ateşlenecek bir balistik füzenin
hedefine varması yaklaşık 30 dakikalık bir süre almaktaydı. Bu süre zarfında, daha
öncesindeki girişimler sonuç vermemiş olsa dahi artık savaşın bir ihtimal olmaktan çıkıp
gerçeğe dönüştüğü daha iyi anlaşıldıktan sonra dahi füzeleri havada imha ederek
nükleer bir felaketten geri dönülebilecek kadar süre kalmaktaydı. Oysa İran ile İsrail
arasında yaşanabilecek bir krizin savaşa dönüşmesi durumunda ateşlenecek füzelerin
uçuş süresi sadece bir kaç dakika ile sınırlıdır. Kaldı ki her iki toplumda da silahların
kontrolü konusunda bilimsel ve kültürel altyapının yeterli olduğunu, bu yolla bazı
krizlerin yönetilebileceğini iddia etmek, ya da her iki ülkenin de silah teknolojilerinde
emniyet ve bakım konularında ileri seviyelerde olduklarına güvenerek nükleer başlık
taşıyan füzelerinde teknik sebeplerle kazara ateşleme olmayacağını düşünmek iyimserlik
olur.
ABD'nin Sovyetler Birliği ile giriştiği nükleer yarış sürecinde varılan "dehşet dengesi"nin
sürdürülebilmesi için yaklaşık 40 yıl boyunca yapmış olduğu askeri harcamanın 5.5
trilyon dolar mertebesinde olduğunu Bill Clinton'un Ulusal Güvenlik başdanışmanı James
Goodby 1997 yılında Monterey, California'da ifade etmişti. Böylesine yüksek oranda bir
harcamayı da beraberinde getirmesi gerektiği düşünülürse, İran ile İsrail'in, diğer bütün
koşulların sabit kaldığı düşünülse bile, hiç bir hata yapmayacaklarını ve bunun "yanlış
anlamaya dayalı" veya "kazara" nükleer silahların ateşlenmesi sonucuna
götürmeyeceğini iddia etmek mümkün değildir. Kaldı ki bu iddianın kazananı
olmayacaktır. Çünkü çok yoğun nüfusun ve zengin enerji kaynaklarının bulunduğu bir
coğrafyada kazara dahi olsa nükleer silahların patlatılması durumunda insanlığa ve
çevreye geri dönülemeyecek zararlar verilmiş olacaktır. Bu durum salt iki ülkenin ulusal
çıkarlarını koruması veya ulusal onurlarını tatmin etmeleri çerçevesinde bir "güç dengesi
politikası" olarak görülemez.
Türkiye'nin Konumu
İran'ın nükleer silahlar üretecek kapasiteyi geliştirmesi Türkiye'yi bir çok bakımdan
olumsuz etkileyen bir gelişme olacağı kesindir. [17] 1639 tarihli Kasr-ı Şirin
Antlaşması'ndan günümüze açık bir savaşa girişmeyen Türkler ve İranlılar arasında
zaman zaman çekişme ve rekabet ortamı gelişmiş olsa da ilişkiler genel olarak barışçıl
olarak nitelenebilir. Bu durumun sağlanmasında en önemli etkenlerin başında her iki
gücün de birbirlerine bir çok bakımlardan denk olmaları ve olası bir çatışmadan net
avantaj elde edecek tarafın öngörülmemesidir. Yakın tarihte ve günümüzde de İran ve
Türkiye, gerek askeri, gerekse coğrafi ve demografik açılardan birbirlerine denk bir
15
görüntü ortaya koymaktadırlar. Ancak, nükleer silah kapasitesine sahip olması
durumunda günümüzdeki denklik İran'ın lehine bozulabilir. İran ile Türkiye arasında
gerek İslami ideolojinin yayılması konularında, gerekse Kafkaslar ve Orta Asya'da etkin
olma girişimlerinde sorunlar yaşaması olasılığı artar. Çünkü, askeri açıdan belli bir
üstünlüğe sahip olduğu düşüncesine kapılabilecek İranlı yöneticiler Türkiye ve Türk
dünyasına yönelik tutum ve davranışlarını değiştirebilirler.
İran'ın nükleer silah kapasitesi geliştirmesinin Türkiye açısından bir başka olumsuz etkisi
de Türkiye’nin bir dış politika prensibi olarak benimsediği uluslararası anlaşmalardan
doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesi konusunda hemen yanı başında olumsuz bir
örneğin yaşanması olacaktır. Nükleer silahların (ve diğer kitle imha silahlarının)
yayılmasının önlenmesi rejimlerin güçlendirilmesine destek veren ve bu konuda üzerine
düşenleri dikkatle ve özenle yerine getiren Türkiye'nin söz konusu rejimler vasıtasıyla
uluslararası barış ve istikrarın korunabileceği konusundaki güveni sarsılabilir. Ülkede bir
çok kişi, kurum ve kuruluş uluslararası hukuk ve onun araçlarının bu yönde ne derece
etkin oldukları konusunu güçlü bir şekilde tartışmaya açabilirler.
Son dönemde NATO'un sağladığı düşünülen güvenlik şemsiyesinin ne kadar etkin olduğu
konusunda, özellikle Irak'ın ABD tarafından işgali öncesinde Kuzey Atlantik Konseyi
bünyesinde Türkiye ile ilgili yapılan tartışmalar sebebiyle Türk kamuoyunda ve
güvenlikle ilgili çevrelerde endişelerin doğmasına sebep olmuştur. ABD ile Mart 2003'te
yaşanan "tezkere" krizi sebebiyle ilişkilerin kötüleşmesi, ardından Temmuz 2003'te
Irak'ın Süleymaniye kentinde Türk askerlerinin ABD'li askerlerce tutuklanması ve bu
durumun yarattığı infial duygusu, uluslararası alanda "güç"ün önemini Türk toplumunun
hemen her kesiminde bir kez daha gündeme getirmiştir.
Bu gibi gelişmeler ve tartışmalar sonrasında Türkiye'de nükleer silahlara bakış açısı
değişme yönünde eğilim gösterebilir. Nükleer silahlara sahip olunması ya da en azında
bu yönde bir alt yapının geliştirilmesi gibi görüşlerin belli bir zemin kazanması söz
konusu olabilir. Son derece hassas bir konu olan nükleer enerji ve bu enerjiden sivil (ya
da askeri) amaçlarla faydalanılması konuları yanlış platformlarda tartışmaya açılabilir. Bu
gibi tartışmaların Türkiye'nin ve Türk halkının yüksek çıkarlarına hizmet etmesini
sağlamak ve bu süreci yönetmek ciddi zorluklar ve sorunlar içerebilir. [18]
Türkiye'nin İran'ın nükleer kapasite geliştirmesine bakışında etkili olan unsurlar,
öncelikle iyi komşuluk ilişkilerini sürdürmek ve bölgenin yeni bir istikrarsızlığa
sürüklenmesini önlemek kaygılarıdır demek yanlış olamayacaktır. Türkiye kendisinin de
taraf olduğu ve nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasına imkan veren NPT'den
doğan haklarını İran'ın kullanması konusunda olumsuz bir tutum içinde bulunması doğal
olarak beklenemez. Türkiye'nin de son kırk yıl içinde bir çok kez giriştiği ancak
sonuçlanamayan nükleer enerji üretme planları bulunmaktadır. [19] Ancak, İran'ın
haklarını kullanmasının yanı sıra sorumluluklarını da tam olarak yerine getirmesi
konusunda Türkiye bazı telkinlerde bulunmaktadır. Çünkü bu sağlanamaz ve süreç
ABD'nin (İsrail ile birlikte veya tek olarak) askeri bir girişimde bulunmasına yol açarsa
bu durumdan en büyük zararı görecek ülkelerden biri Türkiye olacaktır. Hem bölgede
istikrarsızlık daha da genişleyecek, hem de olası bir asker harekat konusunda Türkiye,
ABD'nin ve buna karşı İran'ın güçlü talepleri ile karşı karşıya kalabilecektir.
SONUÇ: İRAN'IN NİYETLERİ VE BUNDAN SONRASI
İranlı yetkililer "nükleer bir düzenek patlatabilecek yeteneğe sahip olduklarını" ancak "bu
yeteneklerini silaha dönüştürmek konusunda henüz kesin bir karara varılmadığını"
vurgulamaktadırlar. Nükleer bir başlık geliştirmek için henüz süreye gereksinim
duyduklarını, "bu süre için bazı İranlı bilim adamlarının 6 ay bazılarının da 2 ila 3 sene
öngördüklerini" belirtmektedirler. Nükleer silah geliştirmek için gerekli olan "uranyum
zenginleştirme teknolojisini elde etmelerinde ve bunu kendi imkanlarıyla da
geliştirmelerinde Pakistanlı bilim adamı Abdül Kadir Han'ın İranlı bilim adamlarına basit
fakat hayati öneme haiz bilgiler verdiğini" ve bunu yapmasının sebebinin de "Han'ın
İslam dünyasında nükleer silaha sahip ülke sayısının artmasını istemesi olduğunu" ayrıca
"İranlı bilim adamlarına büyük sempati duyduğunu" İranlı yetkililer ifade etmektedirler.
İran'ın "nükleer silah geliştirmek için gerekli bilimsel ve teknolojik altyapıya sahip
olmasının hemen nükleer silahların üretileceği anlamına gelmemesi gerektiği" ve "bu
yönde bir karar alınması için öncelikle AB ülkeleriyle sürdürülen görüşmelerin ne sonuç
vereceğinin beklenmesi" ancak "esas olarak ABD'nin İran'a karşı nasıl bir tavır içinde
16
olacağına, ilişkileri normalleştirmeyi kabul edip etmeyeceğine bakılması gerektiği"
vurgulanmaktadır. Bu açıdan konuya yaklaşan İranlı yetkililerin "İsrail ile ilişkilerin
aslında çok büyük sorun teşkil etmediğini, eğer ABD İran'ın isteklerini doğru anlar ve
taleplerini takdir ederse İsrail'in İran açısından bir konu olmaktan çıkacağını" da ifade
etmektedirler. İran'ın "iyi eğitilmiş ve akılcı düşünebilen insanlar tarafından yönetildiği"
de bu kapsamda dile getirilmektedir.
Bundan bir süre önce "İran gizli servisleri ve devletin ilgili kuruluşlarının son derece gizli
bir toplantısında Natanz'da inşa edilmiş olan uranyum dönüştürme ve zenginleştirme
tesisleri hakkında dünya kamuoyuna bilgi sızdırılması kararının alındığını" belirten
yetkililer bunun iki sebeple yapıldığını, "bir yandan dünyanın İran'ın ulaşmış olduğu
seviyeyi öğrenmesini istediklerini ancak NPT yükümlükleri sebebiyle bunu resmen
kendilerinin yapmasının mümkün olmadığını bu sebeple bilgi sızdırılmasına izin
verildiğini", diğer yandan "bu yöntemle İran içinden kimlerin bilgi sızdırılması konusunda
rolü olduğunu tespit etmek imkanını bulduklarını" ifade etmişlerdir. Bu yolla "İran'ın
aslında uluslararası alanda prestijinin ve pazarlık gücünün arttığı düşündüklerini" de
vurgulamışlardır.
İran'ın "nükleer silah sahibi olması durumunda çok daha büyük zorluklarla karşı karşıya
kalacağının bilincinde olduklarını", ancak "özellikle ulusal onur meselesi olarak konuya
yaklaşan halkın büyük çoğunluğundan ve bilim dünyasından ve bürokrasiden gelen
baskılara direnmenin güç olduğu", bu noktada "AB'nin ve ABD'nin bugünkü İran
yönetiminin taleplerine karşı daha mantıklı tavır takınması gerektiği" açıkca ortaya
konulmaktadır.
AB ile yapılan müzakereleri yöneten Hüseyin Musavyan "İranlı yöneticilerin (mollaların)
kendilerine 'AB'den ne aldınız ki karşılığında uranyum zenginleştirmeyi askıya almayı
kabul ettiniz' şeklinde soru yönelttiklerini, hem bu seviyeden hem de halktan gelen
yoğun baskılara direnebilmeleri için AB'nin İran'ın taleplerini karşılaması gerektiği, ancak
şu ana kadar ellerinin boş olduğunu, bunun da sebebinin AB'nin ABD'nin baskılarına
boyun eğmesi ve bağımsız hareket edememesi olduğunu" belirtmektedir.
İranlı bir çok yetkili de "hiç bir İranlı yöneticinin kabul edemeyeceği uranyum
zenginleştirmekten vazgeçilmesi yönündeki taleplerinde ısrar etmekle bir yere
varılamayacağını, böyle bir talebi bugünkü yöneticiler kabul etse dahi yerlerinde bir gün
dahi kalmalarına halkın ve devletin diğer birimlerinin müsaade etmeyeceğini, ve onların
yerine gelecek olanların da derhal nükleer silahları geliştirme yoluna gideceklerini"
hatırlatılmaktadır.
Bu çerçevede nükleer konunun İran içinde çeşitli guruplar arasında süren güç
mücadelesinin de bir parçası olduğu, ve her gurubun nükleer alanda kaydedilen
aşamaların primini kendisinin kullanmak istediğine de işaret edilmiştir. Bu tespiti
doğrulayan bir gelişme Tahran'da Mart ayında gerçekleştirilen uluslararası katılımlı
Nükleer Teknolojiler ve Sürdürülebilir Kalkınma konulu konferansın kapanışında yeniden
İran Devlet Başkanı olmaya aday Haşimi Rafsancani'nin nükleer teknolojiyi bütün
zorluklara ve engellemelere rağmen ülkeye getirmek için nasıl çaba sarf ettiğini onlarca
televizyon kamerası önünde anlatmasıydı.
İran'daki rejimden memnun olmayan özellikle genç kesimden bazı kişiler "bu yönetimin
yaptığı tek güzel şey ülkeye nükleer gücü getirmesi oldu, nükleer silah sahibi olunmasını
sağlayacak kişileri sonuna kadar destekliyoruz" şeklinde görüş ifade etmektedirler. Yine
genç kesimden rejim karşıtı konumunda olanlar da "İran'ın nükleer silaha sahip olmasını
kesinlikle istediklerini ancak bu silahların mollaların değil kendilerinin kontrolünde
olmasını arzuladıklarını" belirtmektedirler.
İran'daki nükleer tesislere ABD ve/veya İsrail'in askeri operasyon düzenlemesi
durumunda "bu ülkelerin çıkarlarına zarar vermek için ellerindeki bütün imkan ve
kabiliyetleri kullanmakta kesinlikle tereddüt etmeyeceklerini" ve bunun "her türlü araç
ve yöntemi kapsayabileceğini" her fırsatta ifade eden İranlı yetkililer, bir saldırı ile
tesislerin zarar görmesi durumunda bile, "nasılsa bu bilim ve teknolojiyi artık sadece
İranlı bilim adamlarıyla ve teknik altyapısıyla gerçekleştirebildiklerini, bugüne kadar
yirmi yıl beklediklerini, İranlıların sabırlı insanlar olduğunu ve bir yirmi yıl daha
bekleyebileceklerini" ifade etmektedirler. Bu konuda İran Dışişleri Bakanı Kemal Harazzi
1-2 Mart 2005 tarihlerinde Tahran'da düzenlenen Fars Körfezi Güvenliği konulu
toplantının açılışında yaptığı konuşmada "ABDli yöneticilerin Irak'ta yaşananlardan
17
dersler çıkartacak kadar akıllı olduklarına inandığını, ABD Başkanı Bush'un da Irak'tan
faklı olduğunu kabul ettiği İran gibi bir ülkeye saldırmayı düşüneceğine inanmadığını"
dile getirmiştir.
İran'ın ekonomik teşvik ya da güç kullanımı tehdidi ile nükleer alanda bugüne kadar
ulaşmış olduğu seviyeden geri adım atacağını beklemek pek mümkün görünmemektedir.
Ancak, İran'ın geliştirmiş olduğu kapasitenin askeri amaçlarla kullanılmasını engellemek
için kendisinin önermiş olduğu "objektif garantiler" sağlama önerisini dikkate alınarak,
ancak bunlarla yetinmeyerek Ek Protokol'ü İran Meclisinde onaylanması sağlamak ve
Parçin'deki askeri tesislerin tüm bölümlerini ve gerektiği takdirde ülkedeki her tesisin
denetlemesini temin etmek suretiyle belli bir programa bağlı olarak her yıl belli
miktarlarda (yakıt ihtiyacı kadar) uranyum zenginleştirmesine izin vermek soruna kalıcı
olmayan fakat rahatlatıcı bir çözüm olabilir. Esas olan, uzun olmayan bir zaman dilimi
içinde İran'ın niyetleri konusunda kalıcı ve bağlayıcı düzeyde açıklık ve güven telkin
edecek adımlar atmasını sağlamak gerekmektedir. 07 Aralık 2005
* Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi ( kibar@bilkent.edu.tr )
[1] Bkz. Harald Muller, ed., A European Non-Proliferation Policy: Prospects and Problems
(Oxford: Clarendon Press, 1987), ss. 71-97
[2] Bkz. Akbar Etemad, "Iran," Harald Muller, ed., A European Non-Proliferation Policy ,
ss. 203-227. Akbar Etemad, Şah döneminde İran Atom Enerji Ajansı'nın kurucu
başkanlığını yapmıştır.
[3] Bkz, Haleh Vaziri, "Iran's Nuclear Quest: Motivations and Consequences," Raju G. C.
Thomas, ed., The Nuclear Non-Proliferation Regime (Princeton, N. J.: Princeton
University Press, 1986), s. 311.
[4] ABD_İran ilişkilerinin bozulmasından salt İslam Devriminin gerçekleştirilmesini
sorumlu tutmak pek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Üzerindeki gizlilik kaydı kaldırılan
Amerikan resmi dokümanlarında İslam Devrimi takip eden günlerde Amerikan başkenti
ile Tahran Büyükelçiliği arasındaki yazışmalarda Devrim yaparak yönetime gelen kadro
ile ABD arasında iyi ilişkilerin kurulması ve sürdürülmesi yönünde telkinler açıkca
görülmektedir. Bu konuda bkz. "The Evolution of the US-Iranian Relationship: A Survey
of US-Iranian Relations, 1941-1979," Top Secret, Report State, Digital National Security
Archives (Item Number IR03556), Washington D.C., 29 Ocak 1980. İlişkilerin
kötüleşmesine sebep olan en önemli gelişmelerden biri Tahran'daki ABD
Büyükelçiliği'nde 444 gün süren rehine krizi olmuştur. Bu olay halen tamir edilemeyen
büyük bir güven bunalımı yarattı ve karşılıklı olarak nefret duyguları özellikle basın
yoluyla ve akademik dergilerde çıkan yazılarla körüklendi. Ayrıca, İsrail'in Lübnan'daki
Sabra ve Şatilla'da kurulu Filistinli mültecilerin kaldığı kamplarda 1982 yılında büyük bir
katliama girişmesi sonrasında İran'daki mollalar günlük konuşmalarında ve fetvalarında
Müslümanlara ait toprakları işgal etmiş Yahudi devleti olarak gördüğü İsrail düşmanlığını
her fırsatta gündeme getirdiler. Bu gelişme de İran-İsrail ilişkilerinde gerilimli bir sürecin
yaşanmasına sebep olmuştur.
[5] Anlaşma metni için bkz. Michael Eisenstadt, Iranian Military Power: Capabilities and
Intentions , (Washington, D.C.: The Washington Institute for Near East Policy, 1996),
ss. 106-107.
[6] Bkz. John M. Shields ve William C. Potter, Dismantling the Cold War: U.S. and NIS
Perspectives on the Nunn-Lugar Cooperative Threat Reduction Program (Cambridge,
MA: MIT Press, 1997).
[7] Bkz. Oana C. Diaconu ve Michael T. Maloney, Russian Commercial Nuclear Initiatives
and US Nuclear Nonproliferation Interests, The Nonproliferation Review (Bahar 2003),
Cilt. 10, Sayı. 1, ss. 97-112.
18
[8] Bkz. Mustafa Kibaroğlu, "Kitle İmha Silahlarının Yayılması Sorunu ve Japonya'nın
Güvenliği," Avrasya Dosyası (Yaz 1999), Cilt. 5, Sayı. 2, s: 23 - 39.
[9] Bkz. Theodore Hirsch, "The IAEA Additional Protocol: What It Is and Why It Matters,"
The Nonproliferation Review (Güz-Kış 2004), Cilt. 11, Sayı. 3, ss. 140-166.
[10] Bkz. Mustafa Kibaroğlu, "Is Iran Going Nuclear ?" Foreign Policy (Aralık 1996), Cilt.
20, Sayı. 3/4, ss: 35-55.
[11] Bkz. Mustafa Kibaroğlu, "İran Nükleer Bir Güç mü Olmak İstiyor ?" Avrasya Dosyası -
İran Özel (Güz 1999), Cilt. 5, Sayı. 3, ss. 271-282.
[12] Bkz. Mustafa Kibaroğlu, The Nuclear Non-proliferation Regime at the Crossroads:
Strengthening or Uncertainty (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Bilkent Üniversitesi, 1996.
[13] Bkz. Hassan Rohani," National Interest (Kış 2005), Cilt. 1, Sayı. 1, ss. 5-21.
[14] ABD Başkanı Ronald Reagan döneminde Hinidstan ve Pakistan konularından
sorunmlu Dışişleri Bakan Yardımcısı görevini yürütmüş olan Stephen Cohen'in 1997
yılında Monterey'de ifade ettiği üzere ABD 1960lı yıllarda "Hindistan'ı nükleer silah
geliştirmeye teşvik etmiştir".
[15] ABD Başkanlarından Bill Clinton döneminde Savunma Bakan yardımcısı konumunda
bulunmuş olan Harvard Profesörü Ashton Carter, "1994 yılında Kuzey Kore ile yaşanan
benzer bir kriz durumunda bu ülkeye karşı kısıtlı askeri güç kullanımı ihtimalini de
hesaba kattıklarını" ancak "böyle bir saldırıya Kuzey Kore'nin Yarımada'daki askerden
arındırılmış bölge ile Güney Kore arasında bulunan 25 bin Amerikan askerine karşı
saldırıda bulunması olasılığını dikkate alarak bundan vazgeçtiklerini" 30 Eylül 2004
tarihinde Fletcher School'da yapılan bir toplantı sırasında dile getirdi. İran'a yapılacak bir
saldırı durumunda bu kez bu ülkenin kolaylıkla karşılık verebileceği mesafede ve
konumda 155 bin Amerikan askeri bulunmakta. ABD yönetimi ya da halkının bunu
dikkate almaması mümkün görünmemektedir. Benzer bir görüşü, ABD'de askeri
operasyonların planlanması ve uygulanması konularında fiilen en etkili konumda bulunan
Merkezi Kuvvetler Komutanlığı'ndan emekli olan General Anthony Zinni de 8 Aralık 2004
tarihinde Harvard Üniversitesi'nde yaptığı konuşması sonrası İran'a karşı bir askeri
operasyon hazırlığı yapması Başkan tarafından istendiği takdirde nasıl bir planlama
yapardı şeklindeki bir soruma "bu yapılabilecek en büyük aptallık olur böyle bir emri
uygulamazdım" şeklinde cevap vermiştir.
[16] Bkz. Sholomo Nakdimon, First Strike: The Exclusive Story of How Israel Foiled Iraq's
Attempt to Get the Bomb (New York: Summit Books, 1987).
[17] İran'ın nükleer silah kapasitesi geliştirmesinin Türkiye açısından bir değerlendirmesi
için bkz. Mustafa Kibaroğlu, "Iran's Nuclear Program May Trigger the Young Turks to
Think Nuclear" ( www.ceip.org ) Aralık 2004.
[18] Bu konuda bkz. Mustafa Kibaroğlu, "Nükleer Silahlar ve Türkiye,", Görüş
(Haziran/Temmuz 2004), ss. 24-31;
[19] Bkz. Mustafa Kibaroğlu, " Turkey 's Quest for Peaceful Nuclear Power," The
Nonproliferation Review ( Bahar/Yaz 1997), Cilt. 4, Sayı. 3, ss. 33-44.
19

Konular