17. YÜZYIL ANADOLU SAHASI TÜRK SAZ ŞAİRLERİNİN ŞİİRLERİNDE HİKAYE KAHRAMANLARI*

17. YÜZYIL ANADOLU SAHASI TÜRK SAZ ŞAİRLERİNİN
ŞİİRLERİNDE HİKAYE KAHRAMANLARI*
Selçuk PEKER**
ÖZET
17. yüzyıl, Türk saz şiirinin en parlak yüzyıllarından birisidir. Karaca Oğlan’dan Ercişli
Emrah’a, Gevherî’den Aşık Ömer’e pek çok büyük saz şairi bu yüzyılda yaşamış ve şiirlerini bu
yüzyılda yazmışlar, söylemişlerdir.
Halk hikâyeleri, Türk edebiyatının iddialı eserlerindendir. Hikâyelerin bir kısmı Arap ve Fars
edebiyatlarından bizim edebiyatımıza girmişken bir kısmı ise dış etkilerden uzak olarak millî
bünyede doğmuş ve gelişmişlerdir. Arap ve Fars edebiyatlarından giren hikâyeler hem klasik
edebiyatta hem de halk edebiyatında ayrı ayrı şekillenmişler bu sebeple aynı hikâyenin hem klasik
şekli hem de halk edebiyatındaki şekli gelişmiştir.
İster klasik edebiyattaki isterse halk edebiyatındaki şekliyle olsun bazı hikâye kahramanları 17.
yüzyıl Türk saz şairlerinin şiirlerinde kendilerine yer bulmuşlardır. Bu çalışmada 17. yüzyıl Türk
saz şairlerinin şiirlerinde geçen hikâye kahramanları (Leylâ ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile
Züleyha, Emrah ile Selvi, Kerem ile Aslı, Mihr ü Vefa, Köroğlu - Ayvaz) konu edilmektedir.
Anahtar Kelimeler: 17. yüzyıl, Türk saz şiiri, âşık edebiyatı, halk hikâyesi
ABSTRACT
The 17th century is one of the most succesful centuries of the Turkish saz poetry. Many great
saz poets, ranging from Karaca Oğlan to Ercişli Emrah and from Gevheri to Aşık Ömer, lived,
wrote and read their poems in this century.
Folk tales occupy a significant place in Turkish literature. While some of the stories have
come to our literature from Arabic and Persian literatures, some of them have been produced
and developed in our own culture without any outer effects. The stories coming from Arabic and
Persian literatures have formed differently in “classical” and “folk literature”, and therefore both
the classical and “folkloric” versions have developed.
Whether in the classical or folkloric form some heroes have found themselves place in the
poems of the 17th century Turkish saz poets. The focus of this study is the heroes (Leylâ ve
Mecnun, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha, Emrah ile Selvi, Kerem ile Aslı, Mihr ü Vefa,
Köroğlu - Ayvaz) of the stories in the poems of the 17th century Turkish saz poets.
Keywords: 17th century, Turkish saz poetry, poet literature, folk tales
17. YÜZYIL TÜRK SAZ ŞAİRLERİ
17. yüzyıl saz şiiri, 16. yüzyıldan itibaren takip etmekte olduğumuz Türk saz
şiiri tarihinin en parlak yüzyılı olarak kabul edilebilir. Bu yüzyılda saz şiiri altın
çağını yaşamış, Osmanlı Devletinin sınırlarının genişliği ile paralel olarak hemen
her bölgede kendisini sazı veya sözü ile dinleten yüzlerce âşık yetişmiştir. Bu
âşıklardan çoğunun adları şairnamelerde, Seyahatname’de, bazı mecmua ve
belgelerde yer almasına rağmen ancak belli sayıdakilerin şiirlerine ulaşmak

* Bu çalışma, 17. Yüzyıl Türk Saz Şiirinde Konu adlı doktora tezinden bir bölümü ihtiva
etmektedir.
** Dr., Aksaray Üniversitesi Mühendislik Fakültesi
Selçuk PEKER
452
mümkün olmuştur. Osmanlı Devletinin 17. yüzyıldan sonra yaşadığı siyasî ve
sosyal olaylar, şairlerin bir kısmının savaşçı olması ve savaşlarda saz şairlerinin
yanı sıra şiir defterlerinin de içerisinde bulunduğu maddî materyalin yitip gitmesi
gibi sebepler yüzünden pek çok âşığın şiiri elimize ulaşmamıştır.
17. yüzyıl saz şairleriyle ilgili olarak Sakaoğlu’nun yazmış olduğu 16 seri
makalede (Sakaoğlu1991a, 1991b, 1992a, 1992b, 1992c, 1993a, 1993b, 1993c,
1993ç, 1994a, 1994b, 1994c, 1994ç, 1995a, 1995b,1995c) tanıttığı 26 âşık ile
bunlara bizim sonradan ilave ettiğimiz 4 âşığın (Aşık Ömer, Karaca Oğlan,
Kâtibî, Tameşvarlı Aşık Gazi Hasan) şiirleri bu çalışmamızda incelenmiş; 17.
yüzyılda yaşadığından şüphe duyulan, elimizdeki şiir sayıları yetersiz olan veya
haklarında yeterli araştırma yapılmamış az sayıda âşığın şiirleri çalışmaya dahil
edilmemiştir.
Doktora çalışmamıza konu olan 30 âşık ile incelenen 2888 şiirin dağılımı
şöyledir: Aşık, (41); Aşık İbrahim, (6); Aşık Nev’î, (1); Aşık Ömer, (721);
Aşık Yusuf, (1); Benli Ali, (58); Berberoğlu, (13); Bursalı Halil, (14); Ercişli
Emrah, (150); Gevherî, (945); Haliloğlu, (1); Kâmilî, (15); Karaca Oğlan,
(462); Kâtibî, (69); Kâtip Osman, (65); Kayıkçı Kul Mustafa, (89); Keşfî, (7);
Kırımî, (1); Koroğlu, (20); Kul Mehmed, (24); Kuloğlu, (78); Kul Süleyman,
(3); Mahmudoğlu, (2); Öksüz Aşık, (34); Sun’î, (1); Şahinoğlu, (34);
Tameşvarlı Gazi Aşık Hasan, (6); Tasbaz Ali, (5); Üsküdârî, (11); Yazıcı,
(11).
Bu makaleye konu olan hikâye kahramanlarının adına ise 30 âşıktan 19’unun
şiirlerinde rastlanmıştır. Şiirlerinde hikâye kahramanlarının adı geçen âşıklar
şunlardır: Aşık, Aşık Ömer, Benli Ali, Berberoğlu, Bursalı Halil, Ercişli
Emrah, Gevherî, Kâmilî, Karaca Oğlan, Kâtibî, Kâtip Osman, Kayıkçı Kul
Mustafa, Koroğlu, Kul Mehmed, Kuloğlu, Kul Süleyman, Öksüz Aşık,
Şahinoğlu, Üsküdârî.
ŞİİRLERDE YER ALAN HİKAYELER VE KAHRAMANLARI
Kendileri zamanında büyük aşklar yaşamış veya büyük kahramanlıklar
göstermiş kişilerin hayat hikâyeleri zamanla halk arasında söylene söylene belli
kalıplara girmiş ve bu şekilde günümüze onlarca halk hikâyesi gelebilmiştir. Bir
kısmı Arap ve İran kökenli olan bu hikâyelerin bazıları da millî kökenlidir. 17.
yüzyıl Türk saz şairlerinin çoğu Leylâ ve Mecnun’u, Ferhat ile Şirin’i, Yusuf
ile Züleyha’yı mısralarına taşımış; kullanım sıklığı onlar kadar olmasa da
Emrah ile Selvi, Kerem ile Aslı, Mihr ü Vefa, Köroğlu - Ayvaz gibi hikâye
kahramanları da şiirlerde kendilerine yer bulmuşlardır.
17. yüzyıl saz şairlerinin çalışmamızda kullanılan mısralarının baş taraflarında
hangi saz şairinden alındıkları belirtilmiştir. Her mısraın başında yer alan âşık
adları yukarıdaki adlarla aynı olup sadece Kayıkçı Kul Mustafa ile Bursalı Aşık
Halil’in adları uzun olduğu için çalışmada yararlanılan mısralarının baş
taraflarında Kul Mustafa ve Bursalı Halil olarak anılmışlardır. Çalışmada kullanılan
mısraların sonunda ise şiirlerin hangi kaynaktan, hangi sayfanın kaçıncı
bendinden, kaçıncı mısradan alındıkları yer almaktadır. Formülle ifade etmek
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
453
gerekirse çalışmamızda yer alan mısraların düzeni şu şekildedir: Şairin adı + ilgili
mısra + eserin künyesi + sayfa numarası + bent numarası + mısra numarası.
Çalışmada ele alacağımız hikâye kahramanlarından önce, onların hikâyeleri
kısaca özetlenmiş, bu özetlerde mısralardaki konularla ilgili bilgilerin ön plana
çıkarılmasına özen gösterilmiştir. Verilen özet bilginin ardından kahramanların
adlarının geçtiği mısralar ele alınmıştır.

Leyla ve Mecnun
Kays ile Leyla henüz çocukken birbirlerini severler. Gençlik dönemlerinde
haklarındaki dedikoduların çoğalması üzerine annesi Leyla’yı çadıra hapseder,
Kays’la görüşmesine engel olur. Leyla’yı göremeyince aklı başından giden Kays
çöllere düşer. Babası onu Kâbe’ye götürür ve iyileşmesi için dua etmesini ister.
Ancak o derdinin daha da artması için niyazda bulunur, duası kabul olunur.
Kays çöllerde hayvanlara konuşup acıklı aşk şiirleri yazarken Nevfel adlı bir
bey onun acıklı hâline dayanamayıp Leyla’yı tekrar Kays’a ister, alamayınca da
Leyla’nın kabilesine savaş açar. Leyla’yı çok seven ve ona zarar gelmesini hayal
bile etmeyen Kays, Nevfel’in kaybetmesi için dua eder, savaşın sonunda Nevfel
yenilir.
Leyla, İbn Selam adlı biriyle evlendirilse de uydurduğu bir cin masalı
sayesinde kocasını kendisinden uzak tutmayı başarır. Bir müddet sonra Kays’ın
intizarları sonucunda İbn Selam ölür ve Leyla, Kays’ı aramaya çıkar. Bu esnada
Kays’ın adı mecnuna (cinli, deli) çıkmıştır. Leyla çölde Mecnun’u bulur ama
Mecnun kendisini tanımaz çünkü ilahî aşka ermiş ve gerçek sevgiliyi bulmuştur.
Leylâ üzgün bir şekilde geri döner ve acı içerisinde ölür. Mecnun da onun ölüm
haberini aldıktan sonra canını alması için Allah’tan niyazda bulunur ve son
nefesinde Leylâ! diyerek ebedi âleme göçer (Pala 1999, 245-247).
Arap ve Fars edebiyatlarında hatırı sayılır bir yere sahip olan bu hikâye Türk
edebiyatında da pek çok şaire konu olmuş, özellikle Ali Şir Nevaî ve Fuzulî’nin
mesnevileri hikâyeye yeni bir ruh kazandırmıştır.
Çeşitli dillere çevrilen hikâye, halk hikâyeciliğinde de yerini bulmuş, yalın bir
dille taş baskısı olarak basılmıştır. Hikâyenin 1979 yılında Meddah Behçet
Mahir’den alınan şekli ile yukarıda verdiğimiz klasik şekli büyük oranda
örtüşmekte, bazı ayrıntılarda farklılıklar görülmektedir (Alptekin 1997: 273-
274). Behçet Mahir’in yirmi sayfa hâlinde anlattığı Leyla ile Mecnun hikâyesinde
klasik şeklinden farklı olarak Türk zevkinden bazı unsurlar göze çarpmaktadır
(Sakaoğlu, vd. 1999: 134-154).
Leyla:
17. yüzyıl saz şairlerinin şiirlerinde Leyla’nın hatırı sayılır genişlikte bir yeri
vardır.
Şairler, şiirlerinde işledikleri konular içerisinde pek çok yerde Leyla’nın adına
(Mecnun’la birlikte) yer vermişlerdir:
Şahinoğlu/ Mecnun Leylâ ile bile gelmiştir (Tansel 1968: 286 5/2)
Ercişli Emrah/ Mecnun Leyli’sine nail olmadı (Saraçoğlu 1999: 219 2/2)
Selçuk PEKER
454
Saz şairleri kimi zaman sevgiliyi Leyla gibi tanımlamışlardır:
Aşık/ Ben Mecnun olayım yavrum sen Leyli (Ergun 1933a: 29 2/3)
Bursalı Halil/ Ben Mecnun’um aldırmışım Leylâ’mı (Sakaoğlu 1989: 138 2/3)
Gevherî/ Sen Leylâ’ya Mecnun olalı zâhir (Elçin 1998: 46 7/3)
Karaca Oğlan/ Sen bir Leylâ ben de Mecnun karşına (Karaer 1973: 193 5/3)
Bazen şairler, sevgilinin saçını nadiren de kakülünü leylâ olarak
tanımlamışlar, sevgiliye saçı leylî olarak seslenmişlerdir. Bu benzetmede leyl
kelimesinin gece anlamına gelmesinin de etkisi olmuştur:
Benli Alî/ Aklımı aldı sacı Leylâ ol kemân kaşlar benüm (Elçin 1988a: 99 1/4)
Aşık Ömer/ Ol saçı Leylâ’nın Mecnun’uyum ben (Ergun 1936: 72 10/3)
Gevherî/ Bir leylî kâkülün Mecnûn’u oldum (Elçin 1998: 35 3/3)
Kimi zaman da sevgilinin sıfatı, cemali veya bakışları leylâ kelimesiyle
tanımlanmıştır:
Kâtip Osman/ Şol Leylâ sıfâta olalı Mecnûn (Elçin 1986: 90 2/4)
Ercişli Emrah/ Güneştir cemalin Leyli (Saraçoğlu 1999: 131 1/2)
Ercişli Emrah/ Üsküfün eğdirmiş Leyla bakışlım (Saraçoğlu 1999: 273 2/2)
Mecnun:
Saz şairleri sevgiliye hitap eden şiirlerinde sevgiliyi Leylâ, kendilerini de
Mecnun olarak tanımlarlar:
Bursalı Halil/ Ben Mecnun’um aldırmışım Leylâ’mı (Sakaoğlu 1989: 138 2/3)
Şahinoğlu/ Mecnun’um Leylâ’yı severim candan (Elçin 1972: 1259 2/1)
Karaca Oğlan/ Sen bir Leylâ ben de Mecnun karşına (Karaer 1973: 193 5/3)
Mecnun’un, Leyla’nın aşkından çöllere düşmesi bizim şairlerimize de ilham
kaynağı olmuştur. Şairlerimiz, sevgiliye olan aşkları yüzünden kimi zaman
dağlara, kimi zaman çöllere, kimi zaman da yabana düştüklerini anlatan mısralar
yazmışlardır:
Öksüz Aşık/ Mecnun âşıkın yeridir dağlar (Eren 1952: 8 3/4)
Kul Süleyman/ Yârin mecnunuyum gezdim dağlarda (Aslanoğlu 1986: 7 4/1)
Kul Mehmed/ Ya Mecnun gibi dağlara düşürür (Eren 1952: 54 4/3)
Aşık Ömer/ Garib Mecnun gibi çöllerde kaldım (Ergun 1936: 40 6/2)
Kâtip Osman/ Gâhî Mecnûn olup yabana düşer (Elçin 1986: 72 3/4)
Mecnun’un hikâyesi Türk halkını derinden etkilemiş, aşırı derecede sevmek
anlamında mecnuna dönmek, mecnun eylemek, mecnun olmak gibi deyimler kullanılır
olmuştur:
Aşık/ Dönmüşem Mecnun’a başdan aklımı zâyeyledin (Banarlı 1937: 144 4/1)
Kâmilî/ Aklım alub beni mecnûn eyleyen (Tansel 1967: 653 9/3)
Gevherî/ Sen Leylâ’ya Mecnun olalı zâhir (Elçin 1998: 46 7/3)
Her ne kadar Mecnun, Leyla’yı bulamasa da onun gerçek Leyla’yı
bulmasından hareketle sevgiliye seslenen âşıklarımız, karşılık görememeleri
hâlinde Mecnun’u örnek göstermek suretiyle sevgiliyi üstü kapalı olarak tehdit
etmişlerdir:
Kâtibî/ Kabul etmez isen bir yar buluruz
Mecnun Leylâ’sını bula gelmiştir (Ergun 1933b: 33 6/3-4)
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
455
Saz şairlerimizden kimisi aşk ehline en iyi arkadaşın Mecnun olabileceğinden
söz ederken kimisi de kendi aşklarını Mecnun’un aşkından kat kat üstün
görmüşler ve Mecnun’u samimi bir âşık olarak görmediklerini ifade etmişlerdir:
Koroğlu/ Ehl-i aşka Mecnun gibi eş olmaz (Öztelli 1974a: 129 5/2)
Kâtip Osman/ Nice kabil Mecnun bana eş ola (Elçin 1986: 68 6/1)
Aşığın, aşk konusunda kendisini Mecnun’dan ileride görmesi yüzyıllar
boyunca sık sık karşımıza çıkan unsurlardandır. Henüz 16. yüzyılda Fuzulî bu
hususu,
Bende Mecnun’dan füzun âşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık menem, Mecnûn’un ancak adı var
mısralarıyla dile getirirken günümüz şairlerinden A. Öztemiz Hacıtahiroğlu,
Mecnun’dan daha ileride olma konusunu şiirinde:
Söz götürmez sevgiler yurdunda ilk öndeliğim
Gerçi yanlışlıkla hep Mecnûn’u örnek sundular (Hacıtahiroğlu 1990: 35)
mısraları ile işlemiştir.
Fuzulî’nin saz ve divan şairleri üzerindeki etkisi tartışılmaz. Bu büyük şair,
17. yüzyıl saz şairleri üzerinde de derin tesirler bırakmıştır. Nitekim onun maz mı
redifli şiiri ile Benli Ali’nin aşağıdaki şiiri birbirine oldukça benzemektedir:
Benli Alî/ Sorun ol saçı Leylâ’ya beni Mecnun sanmaz mı (Elçin 1988a: 65 5/2)
17. yüzyıl saz şairleri çoğunlukla Mecnun adını kullanmalarına rağmen bazı
şiirlerinde Kays adına da yer vermişlerdir. Kays, Leyla için dağlara, sahralara
düşen âşıktır:
Kuloğlu/ Kays, Leylâ gibi dağlara düşerim (Öztelli 1974b: 295 4/3)
Gevherî/ Gâhî kühsâr-ı Kays oldu penâhım (Elçin 1998: 80 3/1)
Aşık Ömer/ Kays veş sahrâdayım bâg u gülistân istemem (Ergun 1936: 378 3/2)
Kays adı, aşk yüzünden Mecnun’a dönmüş, Mecnun’un şiddetli aşkı
yüzünden Leyla bile dillere düşmüştür:
Kâtibî/ Kays adın Mecnun koyup Leylâ’yı ifşa eyleyen (Ergun 1933b: 76 3/1)
Ferhat ile Şirin
İran edebiyatının klasik hikâyelerinden olan Ferhat ile Şirin’in klasik
edebiyattaki kısa özeti şu şekildedir: Ermen hükümdarı Mehin Banu, Şirin
adındaki kız kardeşi için bir köşk yaptırır. Köşkün resimlerini Behzat adlı bir
ressam yapmaktadır. Mehin Bânu, Behzat’ın oğlu Ferhat’a âşık olur, Ferhat ise
Şirin’e âşıktır. Ferhat’la Şirin gizli gizli buluşurlar. Şirin bir gün Ferhat’tan aşkını
ispatlaması için şehir dışındaki pınardan köşke su getirmesini ister, ancak su
yolu üzerinde bir de aşılması çok zor olan Bîsütun dağı vardır. Ferhat büyük
külüngüyle dağı delmeye başlar. Mehin Banu Şirin’i seven Ferhat’ı hapse attırsa
da gördüğü bir rüya üzerine onu tekrar serbest bırakır. Ferhat, dağda bir mağara
açıp içerisine Şirin’in resimlerini yapar ve orada yaşamaya başlar.
Bu arada Ürmüz’ün oğlu Hüsrev de Şirin’e âşık olup yataklara düşer.
Yeniden çalışmaya başlayan Ferhat dağı delme işlemini tamamlayacağı sırada
Hüsrev’in dadısı gelip Şirin’in öldüğünü, boşa uğraşmamasını söyler. Şirin’in
öldüğüne inanan Ferhat, bir ah çekip külüngü kafasına fırlatır ve orada ölür.
Şirin de Ferhat’ın haberini alınca canına kıyar (Pala 1999: 139).
Selçuk PEKER
456
Hikâyenin Hüsrev ü Şirin ismiyle anlatılan bir varyantı daha vardır: Aslında
hikâye oldukça dallanıp budaklanmış ve içerisine efsanevî, masalımsı pek çok
unsur girmiştir. Hüsrev ü Şirin hikâyesinde Hüsrev’in Şirin için yaptırdığı kasra
Kasr-ı Şirin adı verilir. Bu hikâyede Şirin ölmez, Hüsrev’e kavuşur (Pala 1999:
196-197).
Klasik şiirin konusu Ferhat ile Şirin hikâyesi halk edebiyatına da geçmiş ve
klasik halk hikâyeleri içerisinde yerini almıştır. Ünlü meddah Behçet Mahir’den
alınan Ferhat ile Şirin hikâyesinin kısa özeti şöyledir:
Horasan ülkesinin Reba adlı kadın sultanı, Şirin isimli kardeşi için bir köşk
yaptırmak ister. İnşaat planını gören mimarlar bu işten kaçarlar. Mimar Besat,
inşaat bitene kadar kimsenin binanın olduğu yere gelmemesi şartıyla yapım işini
üstlenir. Besat, oğlu Ferhat’la birlikte inşaatı sürdürürken Reba ve Şirin sarayı
ziyaret ederler, burada Şirin, Ferhat’a âşık olur. İki sevgili buluşmaya başlayınca
inşaat aksak yürümeye başlar, sonunda anahtarlar Reba’ya verilir. Bu arada
Ferhat aşkından yatağa düşmüştür. Babası Besat, Şirin’e dünür olur ve Horasan
dağlarındaki suyu şehre getirmesi karşılığında evlilik için söz alır.
Ferhat; üçler, beşler, yediler ve kırkların da yardımıyla suyu şehre getirir. Bir
cadı, Reba’yı kandırır ve Reba, Şirin’i Ferhat’a vermekten vazgeçer. Bunun
üzerine halk da ikiye ayrılır ve taraflar arasında savaş başlar. Ferhat’ın gücü
karşısında yenilmek üzere olan Reba, cadısının şiddetli bir yağmur yağdırması
üzerine Ferhat taraftarlarının kafalarını karıştırıp savaşın kaderini değiştirir.
Şehir meclisi kan dökülmesini önlemek için Reba ile Şirin’den şehri terk
etmelerini ister. Cadıyı da alıp Hindistan’a giderler. Ferhat, onların izini bulur ve
Hint kuvvetleriyle aralarında savaşlar olur. Sonunda Hintliler Şirin’i Ferhat’a
vermeye razı olurlar. Bu sırada cadı pencereden uçar, Ferhat’ın dönüş yoluna
kurduğu tuzaklar ve daha pek çok maceralarla hikâye devam eder. En sonunda
cadının sihirlerine üstün gelen Ferhat, onu öldürüp Şirin’le evlenir (Alptekin
1997: 266-268).
Görüldüğü üzere hikâyenin halk ağzında anlatılan şekli, klasik şekilden
oldukça farklı kısımlar içermektedir.
Ferhat:
Saz şairleri, şiirlerinde Ferhat’ı en çok dağları delmesi yönüyle ele
almışlardır:
Şahinoğlu/ Ferhâd, Şirin için dağlar delmiştir (Tansel 1968: 286 5/1)
Bursalı Halil/ Dağları delmekti Ferhad’ın demi (Sakaoğlu 1989: 138 2/1)
Karaca Oğlan/ Ferhad derler şu dağları delene (Karaer 1973: 236 1/1)
Aşıklarımız, sevgiliye hitap ederken kendilerinin de Ferhat gibi dağ delmeye
çoktan hazır olduklarını dile getirirler:
Kâtip Osman/ Ferhâd-misâl dağlar delüp yolunda çekdim emek (Elçin 1988b: 188
9/2)
Gevherî/ Ferhad gibi yol eyledim dağları (Elçin 1998: 82 2/1)
Berberoğlu/ Ferhâd gibi kestim kaya (Elçin 1988b: 254 3/1)
Şairler, sevgili uğrunda dağ delme işinde kendilerine arkadaş olarak Ferhat’ı
gösterirlerken bazıları Ferhat’ı bile gölgede bırakan ifadeler kullanmışlardır:
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
457
Gevherî/ Ayakdaşım ben Ferhâd ile (Elçin 1998: 50 1/4)
Kul Mustafa/ Dağ delmede Ferhat bana eş oldu (Eren 1952: 90 3/4)
Aşık Ömer/ Ayakdaş olamaz yanımca Ferhâd (Ergun 1936: 341 1/2)
Bazı şairler sevgilinin âşığa ezası ile Şirin’in Ferhat’a eziyeti arasında bağ
kurmuş, gördükleri eziyet yüzünden kendilerinin de Ferhat’a benzediklerini dile
getirmişlerdir:
Kâtip Osman/ Ferhâd eyleyüptür dü çeşmin beni (Elçin 1986: 105 3/1)
Kâtibî/ Mecnûn’a Ferhâd’a benzeten beni (Ergun 1933b: 31 1/1)
Şirin:
17. yüzyıl saz şiirinde Şirin, en çok Ferhat’a ettiği işkence ile anılır. Hem
klasik edebiyattaki hikâye, hem de halk arasında yaşayan halk hikâyesi
hatırlanacak olursa iki âşığın maceraları sırasında atak olan, gayret gösteren taraf
hep Ferhat olmuş, Şirin kendi adına söz söyleme yetkisini âdeta başka şahıslara
devretmiştir. Bu durum, hâliyle Ferhat’ın acılarının daha da artmasına sebep
olmuştur.
Bursalı Halil/ Şirin’i gördükçe artardı gamı (Sakaoğlu 1989: 138 2/2)
Aşık Ömer/ Ne çekti dest-i Şîrinden, Ömer, Ferhâd’ı söyletsen (Ergun 1936: 109
12/2)
Saz şairleri olaya bazen de Şirin’in tarafından bakıp onu, dertlerden aynı
oranda pay alan bir şahsiyet olarak dile getirmişlerdir:
Kul Mehmed/ Ya şol Ferhat gibi Şirin de n’eyler (Eren 1952: 54 4/4)
Şairlerimiz kendilerini Ferhat olarak nitelendirdikleri şiirlerinde sevgiliyi de
Şirin olarak tanımlarlar:
Kâtip Osman/ Sana Şîrîn bana Ferhâd disünler (Elçin 1986: 89 8/4)
Şirin kelimesinin tatlı anlamından yola çıkan şairlerimizin dudak ile Şirin
arasında ilişki kurdukları da olmuştur. Sevgili konuştukça onun şirin
dudaklarından bal dökülür:
Aşık/ Bir lebi Şirin içün ustadın oldum ben senin (Banarlı 1937: 144 3/1)
Yusuf ile Zeliha
Yusuf peygamber, Hazreti Yakup’un on iki oğlundan biridir. Yusuf bir gün
rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görür ve bu rüyayı
babasına anlatır. Babası rüyayı, Yusuf’un, on bir kardeşine üstün kılındığı
şeklinde yorumlayıp kimselere anlatmamasını söyler. Babalarının Yusuf’a ilgisini
kıskanan kardeşleri onu bir kuyuya atarlar, babalarına ise Yusuf’u kurtların
yediğini söylerler.
Yusuf’u kuyudan bir kervancı kurtarır ve onu Mısır azizine satar. “Aziz’in
sûretâ karısı Zeliha”, Yusuf’a âşık olur ve elde edemeyince onu zindana attırır.
Yusuf zindanda bulunduğu sırada hükümdarın gördüğü rüyayı doğru tabir ettiği
için maliye bakanlığına getirilir. Hükümdarın gördüğü rüyadan hareketle yedi
yıllık bereket döneminde yedi yıllık kıtlık dönemi için gerekli tedbirleri alıp
ülkeyi en iyi şekilde yönetir. Bu arada Yusuf, yirmi bir yıldır ayrı olduğu
babasına kardeşleri vasıtasıyla gömleğini gönderir. Babasının bu gömleği
Selçuk PEKER
458
gözlerine sürüp görmeye başlamasından sonra ailesinin bütün fertlerini Mısır’a
getirir. Kocasını kaybeden Zeliha’ya acıyıp onu nikahına alır (Pala 1999: 419).
Yusuf peygamberin kıssası yüzyıllar boyunca edipleri meşgul etmiş ve pek
çok kalem sahibi, bu kıssayı eserlerinde işlemiştir. 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar
geçen yedi yüz yılda pek çok Yusuf ve Zeliha mesnevisi yazılmıştır. Bunlardan
en ünlüsü 6241 beyitlik mesnevi olup 1503’te ölen Hamdullah Hamdî’ye aittir
(Pala 1999: 420).
Hikâye zamanla halk hikâyeleri arasına da girmiştir. Behçet Mahir’in anlattığı
hikâyenin çok kısa özeti şöyledir: Kenan Elinin peygamberi Yakup’un beş
oğlundan en küçüğü Yusuf’tur. Dört kardeş, babalarını kıskanıp Yusuf’u bir
kuyuya atarlar. Kuyunun başından ayrılmayan sadık köpek, Yusuf’u besler.
Kuyu başında konaklayan bir kervan Yusuf’u kuyudan çıkarıp Mısır’a götürür.
Mısır sultanına satılan Yusuf’a sultanın kızı Züleyha âşık olur ve bu aşkı herkes
kısa sürede duyar.
Bu arada sultan bir rüya görmüştür. Rüyayı Yusuf yorumlar. Yoruma uygun
olarak sultan ölür ve yeni sultanın seçilmesi için uçurulan kuş her seferinde
Yusuf’un başına konar. Onun sultan olduğunu duyan Züleyha’nın gözleri
sevinçten kör olur. Hızır, Züleyha’nın gözlerinin açılmasını sağlar, ona Yusuf’un
aşkına üç bade içirir ve onu Müslüman eder.
Hızır’ın elinden üç bade içip Müslüman olan Züleyha saraya gelip Yusuf’la
evlenir. Genç evliler üç gün sonra Hızır’ı rüyada görürler. Hızır onlara Mısır’da
kıtlık yaşanacağını ama dua ederlerse kıtlığın başka bir ülkeye geçeceğini söyler.
Gençler dua ederler ve Mısır’da olması gereken kıtlık Kenan Eline geçer. Kıtlık
sebebiyle Hazreti Yakup, oğullarını Mısır’a buğday getirmeleri için gönderir.
Yusuf, kendisini tanımayan kardeşleri için bir kervan hazırlatıp Kenan Eline
yollar. Yusuf’tan gelen nameyi alan babası, onu kokusundan tanır. Hikâyenin
devamında Yusuf’un ailesi Mısır’a, saraya gelir. Babasını ayağına çağıran Yusuf,
hata etmiştir, hatasını anlayıp Züleyha ile birlikte Kenan Eline döner ve
ömrünün sonuna kadar orada yaşar (Alptekin 1997: 275-277).
Yusuf peygamberin hayatı, Kur’an-ı Kerim’deki kıssaların en tafsilatlısı olup
Ahsenü’l Kassas olarak anılır.
Yusuf:
17. yüz yıl saz şiirinde Yusuf kelimesinin benzetme amacı güdülmeksizin
peygamberin kendisi için kullanıldığı mısralar vardır:
Aşık/ Yusuf Züleyha’yı sevdi (Banarlı 1937: 145 8/3)
Benli Alî/ Mısr elinde Hazret-i Yûsuf-ı ra’nâ yatur (Elçin 1988a: 63 6/2)
Yusuf peygamber 17. yüzyıl saz şiirinde hemen hemen bütün şairlerin
mısralarında yer almıştır. Şairler onun adı ile sevgilinin güzelliği arasında bağlantı
kurarlar:
Kâtibî/ Bir Yûsuf cenâba oldum âşinâ (Ergun 1933b: 12 4/1)
Kâtip Osman/ Olmuş heves-i la’line Yûsuf gibi mahbub (Elçin 1988b: 184 7/1)
Koroğlu/ Hazret-i Yusuf’un sîmâsı sende (Öztelli 1974a: 128 7/3)
Karaca Oğlan/ Yusuf-i Ken’an’ın belinden misin (Karaer 1973: 209 2/4)
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
459
Yusuf peygamberin sultan olduktan sonra kullandığı taht ile sultanların tahtı
arasında da bağlantı kurulmuştur:
Üsküdârî/ Zeynettiler tahtı Yusuf Kenanı (Tansel 1936: 121 5/4)
Saz şiirinde Yusuf’un kervancılara satılmasından zindan köşelerinde büyük
bir sabır örneği sergileyerek kurtuluşunu beklemesine kadar pek çok ayrıntı yer
alır:
Koroğlu/ Yusuf gibi mezat olup satıldım (Öztelli 1974a: 136 4/2)
Kul Mustafa/ Sabredersen Yûsuf misâli derde (Köprülü 1930: 57 4/4)
Sevgili, emsalsiz güzelliğinden dolayı çoğu zaman ikinci Yusuf anlamına gelen
Yusuf-ı sânî olarak tabir edilir. Bunun dışında, her devrin güzeline de Yusuf-ı
zaman adı verilir:
Öksüz Aşık/ Mısır sultanı Yusufu sanisin (Öztelli 1965: 3943 6/2)
Kul Mehmed/ Sensin Yusuf-i sani (Eren 1952: 44 2/2)
Kuloğlu/ Kul olmazdım her Yusuf-ı zamana (Öztelli 1974b: 295 1/3)
Kenan, Filistin ülkesinin diğer adıdır. Yusuf peygamber, Yusuf-ı Kenan olarak
da bilinir. Onun bir lâkabı da Mâh-ı Kenandır. Pirehen kelimesi ise gömlek
anlamına gelmekte olup şiirimizde âşığın bedenindeki yaralar ve âşığın kendi
teni için bu kelime kullanılır. Kelimenin aslı pîrâhen olup Hazreti Yusuf’un
vücudu, gül pirehen olarak nitelendirilmiştir.
Kâtibî/ Mısr içinde Yûsuf-i Ken’ân’a benzettim seni (Ergun 1933b: 63 3/2)
Gevherî/ Yûsüf-i sânisin mâh-ı Ken’an’sın (Elçin 1998: 260 5/3)
Aşık Ömer/ Dinle pendim elhazer ey Yûsuf-ı gülpîrehen (Ergun 1936: 296 1/1)
Zeliha:
Zeliha adının Züleyha şeklindeki söylenişinin dışında Zilha şekli de vardır. Bu
kelime halk ağzında bozularak özellikle Orta Anadolu’da Zalha ve Zala
şekilleriyle bayanlara ad olmuştur.
17. yüzyıl saz şairlerinden üçünün şiirlerinde tespit ettiğimiz Zeliha kelimesi
sadece Aşık’ta Zeliha’nın şahsı için kullanılmış, diğer iki âşıkta sevgilinin
güzelliği Zeliha’ya benzetilmiştir.
Aşık/ Yusuf Züleyha’yı sevdi (Banarlı 1937: 145 8/3)
Gevherî/ Zirâ bu güzellik Zilhâ’ya sığmaz (Elçin 1998: 443 2/4)
Aşık Ömer/ Yûsuf-ı Mısr-ı melâhat yâ Zelîhâ der gören (Ergun 1936: 186 3/3)
Emrah ile Selvi
Emrah ile Selvi, halk hikâyelerinin en güzel örneklerinden olmasına rağmen
bilim âlemi tarafından en geç tanınanlarındandır. Henüz yüzyılın başında
Erzurumlu ve Ercişli Emrahların tek şahsiyet zannedilmesi, hikâyenin başka
bazı sebeplerin de etkisiyle Erzurumlu Emrah’a bağlanması, hem hikâyenin hem
de Ercişli Emrah gerçeğinin çok geç ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Hikâyenin tespiti ve üzerinde yapılan çalışmaların çok yeni olması, hikâyeye
eski kaynaklarda rastlamamızı imkansız kılar. Haliyle 17. yüzyılda yaşanmış olan
bir olayın o yüzyılın âşıkları tarafından mısralara dökülmesi de beklenemez. 17.
yüzyılda Emrah’tan ve Selvi’den söz eden tek âşık, aynı zamanda hikâyenin de
kahramanı olan Ercişli Emrah’tır. Hikâye, sonraki 350-400 yılda âdeta
Selçuk PEKER
460
demlenmeye bırakılmış ve tarihî süreçteki yolculuğunu tamamlayarak günümüze
ulaşmıştır.
Biz, Emrah’ın mısralarında geçen Emrah ve Selvi adlarına eğilmeden önce
hikâyenin kısa bir özetini vermek istiyoruz:
Kahramanımız Emrah’ın babası Aşık Ahmet, gördüğü rüyayı hanımına
anlatır. Hanımı bu rüyayı, kendisine padişahtan bir kapı açılacağı ancak bu
kapıdan yararlanamadan sürgüne gönderileceği şeklinde yorumlar. Bu sırada
İsfahan Şahı Abbas’ın sarayındaki kırk âşık, Gence hanı Kara Vezir’in kapısına
gelip karşılarına çıkarması için hasım isterler. Kara vezir, bunların karşısına
Aşık Ahmet’in çıkmasını emreder.
Aşığın kapısı çalınıp kendisi davet edilir, mecliste âşıklara mat olduğu için
sürgüne yollanır. Ahmet, altı yaşındaki oğlu ile hanımını da alarak Türkiye
sınırları içindeki Erdiç (Erciş) köyüne gelir ve köy ağası Miroğlu Ahmet Bey’e
sığınır.
Emrah bir gün babasının sazını çalmak isterken tellerini koparınca babası
tarafından dövülür. Burnunun kanını yıkayıp abdest alarak mezarlığa gider ve
iki rekat namaz kılıp dua eder, uykuya dalar. Uykusunda yanına gelen pir ona
birincisi Allah’ın, ikincisi pirlerin, üçüncüsü ağa kızı Selvi’nin hatırına üç bade
içirir. Uykusunda, saz çalma kabiliyeti de kendisine verilen Emrah babasını ilk
karşılaşmada mat eder, Miroğlu onu sarayına alır. Bu sırada aynı pirden bade
içen Selvi de onun için yanıp tutuşmaktadır.
Gün olur, şah oğlu Şah Abbas ordularıyla Van’a gelip bir kaleyi kuşatır. Bir
takım hilelere aldanıp kaleyi alamaz. Bu sırada askerleri talana başlamış ve iki
asker de Miroğlu’nun kızı Selvi ile cariye Nazlı’yı kaçırmıştır. Abbas, bu iki
askeri öldürtür, Selvi’ye de bir görüşte âşık olur.
Şahoğlu, İsfahan’a geldikten sonra çeşitli yollar denese de Selvi’yi almayı
başaramaz. Sonunda Selvi’nin istekleri kabul edilir. Şah Abbas, Selvi Bağları
denilen bir bağ dikecek ve bağ üzüm verince Selvi kendisiyle evlenecektir. Bu
arada Emrah da İran topraklarında Selvi’sini aramaktadır.
Aradan yedi yıl geçip bağ üzüm vermeye başlayınca düğün hazırlıklarına
başlanır. Düğünün 39. günü Emrah saz çalınan meydana gelip Şah Abbas’ı mat
eder. Şah Abbas’ın huzurunda Selvi’nin duvardaki resmine methiye düzünce
Abbas, Emrah’ın Selvi’yi sevdiğini anlar. Bu sırada zehir içerek Abbas’ın elinden
kurtulmayı düşünen Selvi’nin elindeki bardak Allah’ın hikmetiyle yere düşüp
kırılır. Selvi’ye Emrah’ın geldiği haber verilir ve iki âşık hasretle kucaklaşır.
Bazı olaylardan sonra Emrah ile Selvi’nin düğün hazırlıkları başlar, düğün
Erciş’te yapılacaktır. Selvi’yi Emrah’a vermek istemeyen ağabeyler onu ve
Nazlı’yı kaçırırlar, Emrah babasıyla birlikte peşlerine düşse de onları bulamaz.
Bu sırada Gence’de bulunan Selvi’ye Kara Vezir’in oğlu âşık olur. Selvi, yedi yıl
boyunca halı dokuması ve kendisinin iki tasvirinin yapılması karşılığında Kara
Vezir’in oğlu Ali ile evlenmeyi kabul eder. Bu arada babası ile birlikte Selvi’yi
arayan Emrah’ın başından bir de Selâtin Peri macerası geçse de Emrah müsaade
alıp Selvi’yi aramaya devam eder.
Baba oğul bir gün Selvi’nin bahçesine gelirler. Emrah burada Selvi’ye
kavuşur. Bu arada Kara Vezir’e verilen yedi yıllık süre dolmuştur. Nişanlısının
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
461
yanına gelen Ali onu başka biriyle yatakta görünce Emrah’ı öldürmeye kalkar.
Emrah, Şah Abbas’tan aldığı fermanı göstererek ölümden kurtulur ama zindana
düşmekten kurtulamaz.
Hikâyenin sonunda suçlular Şah Abbas tarafından cezalandırılır ve önce
Selvi ile evlenen Emrah bir hafta sonra da Selâtin Peri ile dünya evine girer
(Alptekin 1997: 226-231).
Hikâyede adı geçen şahıslar ve yer adları hakkında doktora tezimizin ilgili
konu başlıklarında bilgi verilmiştir. Biz burada sadece içerisinde Emrah ile Selvi
adlarının geçtiği mısralardan bazı örnekleri inceleyeceğiz:
Emrah:
Halk hikâyesi kahramanı Emrah’ı şiirlerine taşıyan kişi Aşık Emrah olunca
haliyle onun adına her şiirin son dörtlüğünde rastlanacaktır. Emrah’ın, kendi
mahlâsını tapşırdığı mısralarda genellikle söze kendi ağzından başlamadığı Sefil
Emrah diyer ki türünden söyleyişleri tercih ettiği görülür. Mahlâs mısralarında
Emrah, Aşık Emrah, Han Emrah adlarını da kullanan kahramanımızın şiirlerinde
Selvi’nin derin aşkının izleri sürekli olarak kendini gösterir.
Ercişli Emrah/ Emrah’ı yollara salan (Saraçoğlu 1999: 132 4/3)
Ercişli Emrah/ Aşık Emrah söyler dosta (Saraçoğlu 1999: 146 4/1)
Ercişli Emrah/ Han Emrah’ın ahvalinden (Saraçoğlu 1999: 118 4/3)
Emrah’ın dertlerine çare bulacak yegane insan Selvi’dir. Bazen şairimizin
Selvi’nin dizlerinde ölmeyi bile arzuladığı görülür. O, sevgiliye gelecek dertlere
göğüs germeyi ve onun belalarını üstlenmeyi peşinen kabul eder:
Ercişli Emrah/ Emrah’ım bulunmaz çare
Selvihan yaramı sara (Saraçoğlu 1999: 140 4/3-4)
Ercişli Emrah/ Sefil Emrah düşe hasta
Dizinde kala Selbi’nin (Saraçoğlu 1999: 151 3/3-4)
Ercişli Emrah/ Emrah der ki selbi gelsin yanıma
Ona gelen kada benim canıma (Saraçoğlu 1999: 197 4/1-2)
Emrah’ın uzun ve yorucu aşk macerası, Selvi’nin ardından diyar diyar
dolaşması, şiirlerinde de sık karşımıza çıkan hadiselerdendir:
Ercişli Emrah/ Emrah gam olmuş şazımız (Saraçoğlu 1999: 135 5/3)
Ercişli Emrah/ Dediler Selbihan göçtü
Emrah halın yaman olmuş (Saraçoğlu 1999: 171 3/2-3)
Emrah, Selvi’yi anlattığı şiirlerinde onu adını bazen hanlar hanı tabiriyle anar:
Ercişli Emrah/ Emrah’ın sevdiği hanlar hanıdır
Al yeşil giymiştir canlar canıdır (Saraçoğlu 1999: 180 3/1-2)
Selvi:
Emrah’ın şiirlerinde Selvi, âşığımızın kendisine sonsuz ve kuvvetli bir sevgi
ile bağlandığı sevgili olarak karşımıza çıkar. Emrah, seher yeliyle konuştuğu
şiirinde ondan, Selvi’si uykudaysa uyandırmamasını isteyecek kadar sevdiğinin
üzerine titreyen bir aşk sergiler:
Ercişli Emrah/ Selbi’m uykudaysa uyatma sakın
Sağında solunda gez seher yeli (Saraçoğlu 1999: 201 3/3-4)
Selçuk PEKER
462
Aşığımız Selvi’yi tasvir ettiği mısralarda onun güzelliğini, şuhluğunu ön plana
çıkarır, saçının telini dünyalara değişmez:
Ercişli Emrah/ Kalem oynar Han Selbi’nin kaşında (Saraçoğlu 1999: 215 3/2)
Ercişli Emrah/ Selbihan bağ arasında
Gezer cilveli cilveli (Saraçoğlu 1999: 130 1/1-2)
Ercişli Emrah/ Güzeller içinde nazik Selvinaz
Bir teline dünya malı versem az (Saraçoğlu 1999: 179 2/1-2)
Emrah’ın şiirlerinde, onun Selvi’nin peşinde yıllarca bıkmadan usanmadan
nasıl koştuğunun, zindanlara düşmeyi, ölümle burun buruna gelmeyi göze alarak
nasıl diyar diyar gezdiğinin izlerini görmek mümkündür. Karaca Oğlan’ın Bir kız
bana emmi dedi neyleyim mısralarını da hatırlatan şiirinde Emrah, Selvi’yi
konuşturmuş ve kendi yorgunluğunu Selvi’sinin ağzından anlatmıştır:
Ercişli Emrah/ Selbi meni gördü dedi vah cuvan
Kızlar Emrah bu kocalmış da gelir (Saraçoğlu 1999: 263 3/3-4)
Emrah, İran şahına seslendiği şiirinde şahla resmen restleşmekte, Selvi’si için
ölümü göze aldığını açıkça haykırmaktadır:
Ercişli Emrah/ Kapına gelmişim ey İran şahı
Ya ver Han Selbi’mi ya vur başımı (Saraçoğlu 1999: 193 1/1-2)
Aşağıya tamamını aldığımız dörtlükteki mısralarda halk hikâyesinin izleri her
yönüyle görülmekte, Selvi’sini arayan Emrah, onun yabancılarla birlikte
olduğunun şüphelerini açıkça dışa vurmaktadır. Dörtlük, Selvi adının redif
olarak her mısrada tekrar edilmesiyle ayrı bir güzellik kazanmıştır:
Ercişli Emrah/ Ezelden Emrah’a ad olan Selbi
Muhabbeti kalkmış yad olan Selbi
Beni gemgin koyup şad olan Selbi
Ecep eller ile gülüşür m’ola (Saraçoğlu 1999: 177 3/1-2-3-4)
Emrah’ın şiirlerinin birinde yer alan değişken mısrada Selvi, Emin kızı olarak
gösterilmektedir. Oysa halk hikâyesinde Selvi, Miroğlu Ahmet Bey’in kızı olarak
karşımıza çıkar:
Ercişli Emrah/ Emin kızı Selvi-nazı (Saraçoğlu 1999: 118 2/3)
Şairimizin Selvi’ye Selbi, Selbihan, Han Selbi, Selvinaz adlarıyla hitap ettiği
mısralar yukarıdaki örnekler içerisinde verilmiştir. Onun, Selbi’ye Selvican adıyla
seslendiği örnek, aşağıdadır:
Ercişli Emrah/ Sinemde açıldı yara Selvican (Saraçoğlu 1999: 227 1/2)
Kerem ile Aslı
Türk halk edebiyatının kendi bağrından çıkan hikâyelerden birisi de Kerem ile
Aslı’dır. Hikâye, millî kaynaklardan beslenmesi ve büyük oranda Anadolu
coğrafyasında geçmesi gibi yönleriyle Emrah ile Selvi hikâyesine benzer. Ali
Duymaz’ın mukayeseli olarak çalıştığı (Duymaz 2001) bu hikâyenin kısa özeti şu
şekildedir:
İsfahan şehrinin Adil Şah adlı veziri ile Keşiş adlı bir hazinedarı vardır.
Bunların ikisinin de çocukları olmaz. Çıktıkları seyahatte bir ihtiyarla
karşılaşırlar. İhtiyar bunlara birer elma verir ve hanımlarıyla birlikte yemelerini
ister. Söylenenleri yapan kahramanlarımızın birer çocukları olur. Şahın oğluna
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
463
Ahmet Mirza, Keşiş’in kızına da Kara Sultan adını verirler. Bu andan itibaren
Keşiş’in kafasını din farkı kemirmeye başlar ve kısa süre sonra ihtiyarlığını sebep
göstererek Zengi’ye taşınır.
Bir gün Ahmet Mirza, arkadaşı Sofu ile avdan dönerken uykuya dalar.
Uykusunda pir elinden bade içer. Yine bir av sırasında Mirza’nın şahini bir
bahçeye girer, peşinden gelen Mirza burada pir elinden bade içtiği sırada
kendisine gösterilen sevgilisini görür. Hasret gideren gençler birbirlerine Kerem
ve Aslı adlarını verirler. Kerem bu görüşmeden sonra yemeden içmeden kesilir,
hekimler derdine derman bulamaz. Sonunda Kerem’in derdi anlaşılır ve
Keşiş’in kızı, Adil Şah’ın oğluna istenir.
Düğün alayı Zengi’ye geldiğinde Keşiş çoktan kaçmıştır. Sevgilisinin
kaçtığını duyan Kerem ağlayıp sızlamaya, yanık türküler söylemeye başlar.
Kerem, yanına Sofu’yu da alıp Aslı’nın izine düşer. Hoy’dan Tiflis’e, Van’dan
Erzincan’a onlarca mekâna uğrayan Kerem sonunda Kayseri’ye ulaşır.
Kayseri’de diş çektirmek bahanesiyle Keşiş’in evine giren Kerem, başını
Aslı’nın dizine koyup bütün dişlerini çektirir. Vaktiyle Aslı’dan aldığı mendille
ağzının kanını silmek isteyince Aslı onu tanır ve evden çıkarmak ister. Kerem
burada Allah’a, aşkının üçte birini de Aslı’ya vermesi ve Aslı’nın, kendisinin ne
çektiğini anlaması için dua eder. Dua kabul olur ve iki sevgili gece kaçmaya
karar verirler ancak işler planladıkları gibi gitmez.
Keşiş’in tekrar kaçması üzerine Kerem yeniden takibe koyulduğu sevgilisinin
izlerini Halep’te bulur. Bin türlü maceradan sonra onunla evlenmeye hak
kazanır. Keşiş, düğün gecesi için bir elbise diktirir ve kızına elbisenin
düğmelerini Kerem’e açtırmasını, yoksa babalık hakkını helal etmeyeceğini
söyler. Düğün gecesi Kerem elbisenin düğmelerini ne elleriyle ne de sözü ve
sazı ile açabilir. Sabaha kadar uğraşır, derin bir ah çeker ve ağzından çıkan alevle
yanıp kül olur. Kerem’in küllerini saçıyla toplamak isteyen Aslı da tutuşup kül
olur (Alptekin 1997: 232-235).
Hikâyenin ünlü meddah Behçet Mahir anlatması da buna benzer. Aynı
okulda okuyan Şah oğlu Kerem ile Keşiş kızı Aslı çok geçmeden birbirlerine
âşık olurlar. Şah, Keşiş’e dünür olduğunda Kerem, şart olarak ileri sürülen Aslı
için dikilmiş elbisenin düğmelerini çözemez ve Keşiş kızını alarak başka
diyarlara göçer. Aslı’yı takip eden Kerem yolda karşılaştığı Sofu’yla birlikte
Niğde’ye gelir. Kerem burada Aslı’ya benzeyen birine şiir söyleyince Sofu ile
birlikte kırk gün hapse atılırlar. Hapisten çıktıktan sonra Amasya’ya gelen
Kerem, orada dişlerini Aslı’nın diş hekimi annesine çektirir. Son dişini
çektirirken derin bir of çekince ağzından çıkan alev kendisini yakıp kül eder.
Kerem’in küllerini saçlarıyla toplamak isteyen Aslı da tutuşup yanınca Sofu, iki
âşığın küllerini toplayıp suya atar (Sakaoğlu, vd. 1999: 2, XIV-XV).
Saz şiirimizin 17. yüzyılına ait şiirlerinde sonucunda Kerem adına
rastlanamamış, Aslı adına ise sadece Karaca Oğlan’ın bir mısraında tesadüf
edilmiştir. Bu durum karşısında şu hükme varabiliriz.
Hikâye yukarıda da bahsettiğimiz gibi millî kökenli olup 17. yüzyılda henüz
oluşma devresini tamamlamamıştır. Bu sebeple halkın içinde yaşayan gezgin âşık
Karaca Oğlan dışındaki şairler bu kahramanlardan habersizdir.
Selçuk PEKER
464
Aslı’nın adını şiirde işleyen Karaca Oğlan’dan hareketle hikâyenin o yıllarda
halk arasında yaşamakta olduğunu görülmektedir.
Aslı:
Karaca Oğlan, sevgiliyi anlattığı bir şiirinde her dörtlüğün son mısraını Nazlı
sunam han Aslı’ya benzersin sözleriyle bitirmektedir. Bu mısralarda sözü edilen
Aslı, Kerem’in, uğruna yanıp kül olduğu Aslı olmalıdır:
Karaca Oğlan/ Nazlı sunam Han Aslı’ya benzersin (Karaer 1973: 225 2/4)
Mihr-ü Vefa
İran ve Türk edebiyatlarının klasik mesnevi konusu olan bu hikâyenin kısa
özeti şöyledir: Philip isimli kral ölmeden önce hazinedeki üç küpün oğullarına
paylaştırılmasını ve layık görülen oğlunun yurdu yönetmesini vasiyet eder.
Devlet ricali, toprak dolu küpü büyük çocuğa, kemik dolu olanı ortanca çocuğa,
altınla dolu olanı da küçük çocuğa verirler. Böylece büyük oğul toprağın ifade
ettiği tahta oturur; ortanca oğul, hayvancılığın hakimi olur; küçük oğul da
zenginliğe kavuşur.
Altınlarını kısa sürede fakirlere dağıtıp beş parasız kalan Vefâ ülkeyi terkeder.
Bir falcının yol göstermesiyle kırk oda dolusu hazinenin bulunduğu Mihr’in
sarayına gelir. Mihr, Hızır’ın emri ile yıllardır beklediği âşığını tanır. Birlikte
mutlu olurlar, hazine odalarını gezerler. Mihr, kırkıncı odayı açmaz ve içeride
değersiz şeyler olduğunu söyler. Vefa bir gün gizlice kırkıncı odanın kapısını
açtığında içerideki olağanüstü özelliklere sahip ağaçları görür. Ağaçlardan birinin
meyvesi olan gömleklerden bir tanesi kapının rüzgarının etkisiyle kopup mağrip
ülkesine doğru uçar. Mağrip ülkesi padişahı, gömleği bulur ve sahibine âşık olur.
Padişahın cadısı bir küpe binerek Mihr’in sarayına gelir, Vefa’yı kandırıp içeri
girer ve iki sevgiliyi uyutarak önce Vefa’nın boğazını keser, sonra da Mihr’i
kaçırır.
Mihr, mağrip padişahından yas tutmak için bir yıl izin ister. Bu arada
Vefa’nın ortanca kardeşi hayvanların yardımıyla onu bulur ve Hızır’a yalvararak
kendi ömrünün yarısı karşılığında Vefâ’nın diriltilmesini sağlar. Vefa gidip
Mihr’i kurtarır, cadı peşlerine düşünce Zengi ülkesine sığınırlar. Zengi padişahı
Mihr’e âşık olur ve Vefa, Mihr’i kaçırır. Hikâyenin devamında Mihr ve Vefa’nın
başına daha pek çok olay gelir. Mihr sonunda bir şehre padişah olur ve kadın
olduğunu saklayıp tahta çıkar. Kadın yüzüyle bir resmini yaptırıp kale duvarına
astırır, resmi görünce bayılacak kişilerin huzuruna getirilmesini ister. Sırayla
mağrip sultanı, Zengi padişahı ve seyis gelir. Mihr bunları hapse attırır. Vefa
geldiğinde ise tahtını Vefa’ya verir, âşıklarını hapisten çıkarıp memleketlerine
yollar, birlikte mutlu bir hayat yaşarlar (Pala 1999: 282-283).
Türk Edebiyatında beş şair klasik Mihr ü Vefa mesnevisi yazmıştır. Mihr ü
Vefa’nın Hikâyat-ı Kıssa-i Mihr ü Vefa adlı halk hikâyesi şekli, büyük oranda
klasik şekle benzer. Bu anlatmada Rumeli, Tuna gibi yer isimlerinin görülmesi,
hikâyenin kısmen de olsa millî coğrafyaya oturtulduğunu gösterir (Alptekin
1997: 283-285).
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
465
Mihr ve Vefa adlarına yüzyılın saz şiirlerinden Aşık Ömer ve Gevherî’de
rastlanmıştır. Ömer’in mısralarının yer aldığı dörtlükte şair, sevgiliye
seslenmekte ve ona zevk ile ve safanın baki olmadığını hatırlatmaktadır. Burada
Mihr ve Vefa’nın saltanatları süresince rahatlık içerisinde yaşamış olmalarının
hatırlatılmasından başka bu iki kahramanın sıkıntılı geçen kavuşma macerasının
gözler önüne serilmesi amaçlanmıştır. Gevherî’de ise âşık olan insanlar Mihr ve
Vefa’ya benzetilmişlerdir:
Aşık Ömer/ Şîrin’e Leylâ’ya bak Mihr ü Vefâdan ibret al
Kasr-ı hüsnün eşk-i çeşmimde sakın tûfân olur (Ergun 1936: 342 7/2-4)
Gevherî/ Kimi Ferhad kimi Mihr ile Vefâ (Elçin 1998: 405 2/3)
Köroğlu Ayvaz
Alptekin’in, Behçet Mahir anlatmasından özetlediğine göre Köroğlu bir gün
Beyler Yaylasına gider. Saz tamir ettirmek maksadıyla çadırın önüne gelen
Köroğlu’nu kovmak isteyen ev sahibi, onun Köroğlu olduğunu anlayınca bu
fikrinden vazgeçer. Köroğlu ev sahibinden kızını isteyince ihtiyar, kızını
vermeye razı olmaz ve ona Ermeni kasap Antik’in oğlu Ayvaz’dan bahseder.
Köroğlu Antik’in yanına gelir ve Ayvaz’ı hile ile kaçırır. Bunun üzerine Antik,
Sultan Murat’a Köroğlu’nu şikâyet eder. Köroğlu’na daha önce verilmiş
fermanın geri alınma işine Köse Kenan memur edilir. Köroğlu, Köse Kenan’ı
kandırıp elini ayaklarını bağlar ve Çamlıbel’e döner. Sultan Murat’ın ordusu,
Köse’yi eli ayağı bağlı görünce İstanbul’a döner (Alptekin 1997: 129).
Köroğlu hikâyesi, çok sayıda kolu ile Türk halk edebiyatının temel
taşlarından biridir. 17. yüzyıl saz şairlerinden Kuloğlu’nda Köroğlu; Gevherî’de
ise Köroğlu ve Ayvaz adlarına rastlanmıştır.
Gevherî’nin söz konusu iki mısraında Köroğlu ve Ayvaz isimleri hikâye
kahramanları olarak kullanılmıştır. Bu adların Gevherî tarafından kullanılması,
Köroğlu hikâyelerinin 17. yüzyılda bilinmekte olduğunu göstermesi bakımından
önemlidir:
Gevherî/ Dilerim Köroğlu Ayvaz’ı dinle (Elçin 1998: 232 2/2)
Gevherî/ Ayvaz’ın yitirmiş Köroğlu gibi
Leylasın aldıran dağlara gelsin (Elçin 1998: 258 1/3-4)
Kul Mustafa’nın şiirinde Köroğlu’nun adı, âdeta Ayvaz hikâyesine uygun
olarak anılır. Kul Mustafa, son dörtlüğünde Hüseyin adlı birini kaçırmaktan
bahsettiği şiirinde şu ifadeyi kullanmaktadır:
Kul Mustafa/ Hüseyin şahımı alıp kaçmağa
Köroğlu gezdiği dağlar olaydı (Eren 1952: 81 2/3-4)
Aşık Ömer de Şairnamesinde Köroğlu ve Ayvaz adlarından hikâyenin ruhuna
paralel bir şekilde bahseder:
Aşık Ömer/ Gezdi İvaz ile bir nice demler
Köroğlu’nun dağlar oldu mekânı (Elçin 1988b: 324 7/3)
17. yüzyıl saz şiirinde adı geçen yedi halk hikâyesinin ve bu halk hikâyelerinin
kahramanlarının ağırlıklı olarak aşk ve sevgili teması ile ilgili olarak mısralarda
yer aldıkları görülmektedir. Bu da saz şiirinin ruhuna uygun bir durumdur. Zira
saz şiirinde konu ağırlıklı olarak aşktır, sevgilidir. Vatan savunmasında ya da
Selçuk PEKER
466
fetihlerde görevli asker şairler bile sadece epik şiir yazmamışlar, yeri geldikçe
lirik konulara girmişlerdir. Köroğlu hikâyesi kısmen bir kenarda tutulacak olursa
çalışmamızda yer alan diğer hikâyelerin tamamının konusunun aşk olması, saz
şairlerimizin bu hikâyeleri aşk konulu şiirlerinde zikretmeleri sonucunu
doğurmuştur. Aşıklarımız bazen doğrudan, bazen de telmih yoluyla hikâye
kahramanlarını şiirlerinde anmışlardır.
Hikâye kahramanlarının adlarının anlamları, saz şairlerinin de anlam üzerine
eğilmelerinin önünü açmıştır. Söz gelimi Leyla adı ile kara saç, kaş, talih;
Mecnun adı ile âşığın nâmı, görünümü; Şirin adı ile de dudaklar
ilişkilendirilmiştir.
17. yüzyıl saz şairlerinin şiirlerinde tespit ettiğimiz halk hikâyesi kahramanları
bunlardır. Bizim, çalışmanın hacmini gözetmek adına sadece birer ikişer mısraını
vermekle yetindiğimiz şiirlerin künyelerinden daha detaylı bilgilere ulaşılabilir.
Kaynaklar
Ali Berat Alptekin (1997), Halk Hikâyelerinin Motif Yapısı, Ankara.
İbrahim Aslanoğlu (1986), “Mecmua-i Saz u Söz ve Bilinmeyen Şiirler”,
Türk Folkloru, 8 (89), Aralık, 3-8.
Nihat Sami Banarlı (1937), “Halk Şiirinde Girit Savaşı ve Şair Aşık Hakkında
Notlar”, Ülkü, 10 (56), Birinciteşrin, 137-146.
Ali Duymaz (2001), Kerem ile Aslı Hikâyesi Üzerinde Mukayeseli Bir
Araştırma, Ankara.
Şükrü Elçin (1972), “Şahinoğlu ve Bilinmeyen Şiirleri”, Türk Kültürü, 10
(120), Ekim, 1252-1259.
Şükrü Elçin (1986), “Aşık Osman, Hayatı ve Şiirleri”, İÜ Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. 24-25, 1980-1986, 64-108.
Şükrü Elçin (1988a), Akdeniz’de ve Cezâyir’de Türk Halk Şâirleri,
Ankara.
Şükrü Elçin (1988b), Halk Edebiyatı Araştırmaları I, Ankara.
Şükrü Elçin (1998), Gevherî Divânı, İnceleme-Metin-DizinBibliyografya,
Ankara.
Hasan Eren (1952), Türk Saz Şairleri Hakkında Araştırmalar I, Ankara.
Sadettin Nüzhet Ergun (1933a), XVII nci Asır Sazşairlerinden Aşık,
İstanbul.
Sadettin Nüzhet Ergun (1933b), XVII nci Asır Sazşairlerinden Kâtibî,
İstanbul.
Sadettin Nüzhet Ergun (1936), Aşık Ömer / Hayatı ve Şiirleri, İstanbul.
A. Öztemiz Hacıtahiroğlu (1990), “Sungu”, (şiir), Millî Kültür, 70, Mart,
35.
M. Necari Karaer [1973], Karacaoğlan, [İstanbul].
Fuat Köprülü (1930), XVII nci Asır Saz Şairlerinden Kayıkçı Kul
Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi, İstanbul.
Cahit Öztelli (1965), “Öksüz Aşık, Sehvî, Hadikî”, Türk Folklor
Araştırmaları, 9 (197), Aralık, 3943-3944.
17. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Saz Şairlerinin Şiirlerinde Hikâye Kahramanları
467
Cahit Öztelli (1974a), “Osmanlı Tarihine Adı Karışan Saz Şairi: Koroğlu”,
Türkoloji, 6, 121-136.
Cahit Öztelli (1974b), Üç Kahraman Şair / Köroğlu - Dadaloğlu -
Kuloğlu, İstanbul.
İskender Pala (1999), Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, İstanbul.
Selçuk Peker (2003), 17. Yüzyıl Türk Saz Şiirinde Konu, Konya. (Selçuk
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2 C., 15+1140s., basılmamış doktora
tezi)
Saim Sakaoğlu (1989), “Türk Saz Şiiri”, Türk Dili, (Türk Şiiri Özel Sayısı III
/ Halk Şiiri), 57 (445-450), Ocak-Haziran, 105-251.
Saim Sakaoğlu (1991a), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 1”,
Türk Dili, 2 (477), Eylül, 166-172.
Saim Sakaoğlu (1991b), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 2,
Kayıkçı Kul Mustafa”, Türk Dili, 2 (478), Ekim, 274-285.
Saim Sakaoğlu (1992a), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 3,
Yazıcı”, Türk Dili, 2 (483), Mart, 822-823.
Saim Sakaoğlu (1992b), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 4, Benli
Ali”, Türk Dili, 2 (490), Ekim, 285-287.
Saim Sakaoğlu (1992c), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 5, Ercişli
Emrah”, Türk Dili, 2 (491), Kasım, 380-386.
Saim Sakaoğlu (1993a), "17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 6, Aşık
İbrahim ve Aşık Nev'î", Türk Dili, 493, Ocak, 50-53.
Saim Sakaoğlu (1993b), "17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 7, Bursalı
Halil", Türk Dili, 496, Nisan, 255-262.
Saim Sakaoğlu (1993c), "17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 8,
Berberoğlu, Haliloğlu, Mahmutoğlu", Türk Dili, 500, Ağustos, 317-320.
Saim Sakaoğlu (1993ç), "17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 9, Kâmilî
ve Kâtip Osman", Türk Dili, 501, Eylül, 393-397.
Saim Sakaoğlu (1994a), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 10, Keşfî
- Kırımî” Türk Dili, 506, Şubat, 138-141.
Saim Sakaoğlu (1994b), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 11, Kul
Mehmet ve Kul Süleyman”, Türk Dili, 509, Mayıs, 384-389.
Saim Sakaoğlu (1994c), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 12,
Koroğlu (Kuroğlu)”, Türk Dili, 511, Temmuz, 65-73.
Saim Sakaoğlu (1994ç), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 13,
Kuloğlu,” Türk Dili, 513, Eylül, 228-234.
Saim Sakaoğlu (1995a), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 14,
Şahinoğlu - Tasbaz Ali - Sun’î”, Türk Dili, 522, Haziran, 678 -684.
Saim Sakaoğlu (1995b), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar:15,
Üsküdarî - Öksüz Aşık - Aşık Yusuf”, Türk Dili, 526, Ekim, 1129-1138.
Saim Sakaoğlu (1995c), “17. Yüzyıl Aşık Edebiyatı Üzerine Notlar: 16,
Gevherî”, Türk Dili, 528, Aralık, 1330-1344.
Saim Sakaoğlu - A. Berat Alptekin – Yurdanur Sakaoğlu- Esma Şimşek
(1999), Meddah Behçet Mahir’in Bütün Hikâyeleri I-II, Ankara.
Ali Saraçoğlu (1999), Ercişli Emrah, Ankara.
Selçuk PEKER
468
Fevziye Abdullah Tansel (1936), “XVII nci Asır Sazşairlerinden Üsküdarî”,
Ülkü, 8 (44), Ekim, 119-122.
Fevziye Abdullah Tansel (1967), “Kırım Hanı Mehmed Giray IV.’ın Kâmilî
Takma Adı ile Yazmış Olduğu Koşma ve Türküler”, Türk Tarih Kurumu
Belleten, 31 (124), Ekim, 647-656.
Fevziye Abdullah Tansel (1968), “XVII. Asır Sazşâirleri Hakkında Notlar /
I- Bursalı Halil ve Bilinmeyen Bir Şiiri; II- Şâhin’in Bilinmeyen Bir Şiiri; IIIBilinmeyen
İki Sazşâirimiz Safâi ve Köçek”, Türk Kültürü, 65, Mart, 281-288.

Konular