İRAN TÜRKLERİ ARASINDA YAYGIN BİR İNANÇ: EHL-İ HAK VE KUTSAL KİTAPLARI BAYRAK KUŞÇUOĞLU’NUN KELÂMLARI

İRAN TÜRKLERİ ARASINDA YAYGIN BİR İNANÇ: EHL-İ HAK VE KUTSAL KİTAPLARI BAYRAK
KUŞÇUOĞLU’NUN KELÂMLARI
İsrafil BABACAN
ÖZET
Kültürel coğrafyalar siyasî coğrafyaların çok ötesine uzanır.
İnanç, meslek ve mezhepler açısından zengin bir geçmişe
sahip olan Anadolumuzdaki inançların farklı versiyonlarını ve
yorumlarını komşu coğrafyalarda ve kardeş topluluklar
arasında görmek mümkündür. Bizce, bunlardan en önemlisi
İran’ın orta ve batısında, özellikle İran Türkleri arasında
yayılmış senkretik sayılabilecek bir inanç olan Ehl-i Hak’tır.
Bu inancın temelini don-be-don denilen ve tenasühü andıran,
ancak felsefesiyle ondan tamamen farklı olan bir anlayış teşkil
eder. Bu inancın en önemli eserlerinden biri 16 yy.da yaşamış
olduğu sanılan Bayrak Kuşçuoğlu’nun Kelâmlâr adlı eseridir.
Bu eser, Ehl-i Hak inancının felsefesi, itikadı ve törenlerini
anlatmaktadır. Ayrıca içerdiği zengin Eski Anadolu Türkçesi
ve lokal arkaizm özellikleri ile dil araştırmacıları için
nadir bir kaynaktır. Bunun yanında üslûbu ile Yunus Emre ve
Karacaoğlan’ı hatırlatan bu eser, Tekke-Tasavvûf ve Halk
edebiyatı çalışmacıları için de ilgi çekici olabilir.
ABSTRACT
Culturalgeographies extend far away from political geographies. It is possible to see the
different versions and interpretations on neighbor geographiesand brother societies of the religions in
our Anatolia, which has a rich past in connection with religion, profession, and sects. According to us,
most important one of these is the Ehl-i Hak, which can be deemed as a syncretic belief, which spread
especially among Iranian Turks, in central and westwrn Iran. Base this belief is composed of an
understanding, semms to tenâsüh but fully different from tenâsüh with its philosophy and referred as
“don-be-don” one of the most important Works of art of this belief is the “Kelâmlar” named book of
Bayrak Kuşçuoğlu, thought to have lived during 16 th century. This book is describing the Ehl-i Hak
belief’s, philosophy, creed and ceremonies. It is also a rare source for linguistic researchers with its
rich Old Anatolian Turkısh Language and regional archaism features. Besides, this book, which
remembers us Yunus Emre and Karacaoğlan with its style, can also be interesting for dervish lodge,
Islamic mysticism and folk literature researchers
Anahtar Kelimeler: Ehl-i Hak, İran Türkleri, Bayrak Kuşçuoğlu, Eski Anadolu Türkçesi, Arkaizm.
Key Words: Ehl-i Hak, Iranian Turks, Bayrak Kuşçuoğlu, Old Anatolian Turkish Language,
Archaism.
Kültürel coğrafyalar, siyasî coğrafyalar gibi kesin çizgilerle belirlenemez. İnsanın manevî
dünyasına ve ruh hayatına hitap eden inanç coğrafyası, siyasî sınırların çok ötesindedir. Birçok inanç
ve bunların sayısız yorumlarına beşiklik etmiş Anadolu’nun inanç sınırları, sanılanın çok ötesindedir.
Anadolu’daki inanç ve yorumların birçok versiyonuna siyasî sınırlarımızın çok ötesinde rastlamak
mümkündür. Bilhassa, bize kültür ve coğrafya bakımından yakınlık arz eden İran’da, ülkemizde tarih
boyunca önemli bir yere sahip senkretik, batınî ve tasavvûfî anlayışların farklı yorumlarına rastlamak
mümkündür.
Bunlardan en önemlisi, ilk bakışta Alevî-Bektaşî inançlarıyla benzerlik gösteren, ancak dikkatle
incelendiğinde çok temel farklılıkları olan, daha da önemlisi bunlarla aynı kaynak ve felsefeden
beslendiği anlaşılan Ehl-i Hak inancıdır. Ehl-i Hak, kelime anlamı olarak hak ehli, hak topluluğu
demektedir. Mutasavvıflarca marifet sahipleri, arifler, gönül ehli, Allah adamları şeklinde
açıklanmıştır. Ehl-i Hak tabiri ilk İslâmî kaynaklarda az da olsa yer bulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de
müminlerin hakka tâbi oldukları ifade edilmekle beraber (Muhammed 47/2, 3) Ehl-i Hak tabiri
geçmez. Allah’ın İslâm ümmetini, bâtıl ehlinin hak ehline galip gelmesi gibi acı bir tecelliden
koruduğunu belirten hadis (Ebu Dâvûd, fiten, 1) dışında hadis kaynaklarına da Ehl-i Hak terkibinin
mevcudiyeti tespit edilememiştir. Bu tabiri ilk kullanan kişinin Fazl b. Şâzân olduğu iddia edilmiş ve bu
tabirle Şîa’nın kastedildiği söylenmiştir. Bazı kaynaklar ise Ehl-i Hakk’ın hurufîliğe yakınlığına dikkat
çekerek sekizinci hicrî asırda Azerbaycan Hurufîlerinin kendilerini böyle adlandırdıklarını belirtmiştir.
Daha sonra da görüleceği gibi bu gurubun kapalı yapısı nedeniyle tam bir tanım ve tarifi yapılamamış,
bu yüzden de kendisine değişik isnatlarda bulunulmuştur.
Kimilerince Ehl-i Hak, Nusayrîlerin ve Aliyullahlar’ın kendilerine verdikleri addır. Kimilerine
göre ise dinî ayinleri İslâm, eski İran dinleri (Zerdüştî ve Manevî), Yahudilik ve Hristiyanlıkla karışmış
inançlarında aşırıya gitmiş bir fırkadır. Bu açıklamalarda da görüldüğü gibi Ehl-i Hak birbirine oldukça
uzak inançlar ve senkretizm içeren bir sistem olarak anlaşılmıştır. A. Yaşar Ocak da bu inancın
senkretik yapısına dikkat çekmiş ve Ehl-i Hak’ın bu özelliğini Kalenderîlikten aldığını belirterek onu,
Kalenderîliğin mistik bir kolu saymıştır. Buna göre Ehl-i Hak, öteki adıyla Ali-İlâhîlik, halen günümüzde
özellikle İran’ın batısında varlığını koruyan, mistik mahiyette ve aşırı Şîî eğilimli bir mezhebin adıdır.
Ehl-i Hak kaynakları hakkında en geniş araştırmayı yapan batılı müşteşrik Jean During de bu inanç
içinde Nusayrî ve Ali İlahîliğe ait bir takım unsurların ve hatta eski Asya ve İran inanç usullerinin
izlerine de rastlanmasına rağmen onun orijinal bir yapısı olan taşkın bir Şiî gurubu olduğunu
söylemiştir.
Peki Ehl-i Hak kimdir? Neye inanırlar ve nerede yaşarlar? Konunun uzmanı During, şöyle
demektedir:
“Ehl-i Hak’lar, Tayefesân, Yâresân, Ali İlahi, Kâkâ’î (Irak’ta kullanılır) gibi tanımlamalar ya da
isimlerle anılmaktadır. Şeytanperest ve Davudî ise, Ehl-i Hak olmayan kişilerin yakıştırdığı yaftalardır.
Ehl-i Hakk’a mensup olanlar, inançlarına din ya da mezhep, meslek ya da râh (yol), reşte (kol), fırka
(cemaat), â’in (ayin) adını vermekte, dolayısıyla kendilerini tanımlamaları, ayrı bir dinden İslâmî bir
yola ya da İslâm’ın bir koluna kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.”
Kuşçuoğlu’nun Kelâmlarını yayımlayan İranlı Türk kökenli araştırmacı M. H. Sıddîk ise Ehl-i
Hak’ı şöyle tanımlamaktadır:
“Ehl-i Hak ismini, irfan takipçisi büyük dağınık derviş guruplarına vermişlerdir ve bunlar sûfî
değildirler. Vusûle inanan sûfîlerin tersine sülûka inanmışlardır.”
Ehl-i Hak mesleğinin ya da inancının kurucusu olarak Sultan Sohak ya da Baba İshak olarak
adlandırılan kişi gösterilmiştir. Sultan Sohâk olarak bilinen kişinin Anadolu’da Babaî ayaklanmasını
çıkaran Baba İshak olduğu düşünülmüştür. Ancak eldeki kanıtlarla yapılan kabaca bir değerlendirme,
böyle bir aynîleştirmenin Baba İshak’ın manevî ve senkretik iktidarından faydalanmak amacıyla
üretildiğini göstermektedir. Çünkü Sultan Sohak’ın türbesi Ehl-i Hak mensuplarınca en önemli yer
olarak kabul edilen İran’da Kürt nüfusun yoğunlukla yaşadığı Perdiver yakınlarında bulunmaktadır.
Ayrıca doğum yeri ya da faaliyet sahası olarak gösterilen alan Zagros ile Sirvan Nehri arasındaki
kısımdır. Sohak’ın tahmini ölüm tarihi de 1506’dır. Ehl-i Haklarca kutsal sayılan Göran Şehri ise İran’ın
Kirmanşâh eyaletinde Kürt bölgesi olarak bilinmesine rağmen aslında Zaza kökenli insanların yaşadığı
bir bölgedir. Kutbnâme adlı bir Türk ilahisine göre Sultan İshâk, Gurânî dilini konuşmakta idi. Bu dil
muhtemelen Zazaca’nın bir lehçesi olmalıdır. Ancak son zamanlarda Ehl-i Hak hakkında yazılan en
önemli kaynak olan Burhanu’l-Hakîka ve Gencîne-i Yârî adlı eserlere baktığımızda Sultan Sohâk’ın
bir bölgede kalmayıp özellikle İran’da, Güney Azerbaycan’da gezdiğini ve gittiği her bölgede
müritlerinin bölgesel dil ve lehçeleriyle konuştuğu görülmektedir.
Bu fırkanın inancı, ruhun geri dönüşü ve tenasühtür. İnsanın amelleri makbul olursa ve sıdkın
başlangıcından rica ederlerse bu kimselerin ruhlarının dünyaya tekrar gönderileceği inancına
sahiptirler. Ehl-i Hak’ın inanç usulünün ağırlık merkezi, Hak’ın tam ve tamam olan sıfat ve fiillerde
yedi tecellîsine dayanır. Bu tecellîlere don-be-don derler. Don kelimesi; elbise, mazhar, zahir, gömlek,
ceset, kafes ve bunun gibi anlamlara gelen Türkçe bir kelimedir. Tecellînin her defasında dört ya da
beş melek eşliğinde geldiğine inanılır ve şu şekilde bir tablo halinde gösterilebilir:
I
II III IV V
Hâvendigâr Cebrâil Mikâil İsrafil Azrail ?
Murtazâ Alî Salmân Kanber Hazret-i
Muhammed
Nusayr Fatima
Şâh Hoşîn Baba Buzurg Kâkâ Redâ
(Rızâ)
Kore-Fakî Baba Tahir Mâmâ Celâla
Sultan Sohâk Bünyâmin Dâvûd Pîr-i Mûsî Mustafa
Doudan
Hatun Dayira
Kırmızı (Şâh Kamerîcân Yâricân Yâr Ali Şâhsever Aga Razbâr
Vays Kulu
Mamad Beg Cemşîd Beg Elmas Beg Abdal Beg ? Perî Hân-ı
Şart
Hân Ateş Hân Cemşîd Hân Elmas Hân Abdal ? Dûstî Hanım
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi bu inançta dikkat çeken birkaç husus vardır:
Öncelikle inancın temeli uluhiyetin sürekli olarak yedi beden içinde tecellî ettiği esasına
dayanmaktadır. İlk önceleri bir inci içinde gizli olan Hâvendigâr yani yaratıcı uluhiyet cevheri, ondan
sonra Hazret-i Ali’de cisimlenmiştir. Her tecellî zinciri bir büyük melekle başlar. İşte Cebrâil ile
başlayan zincirde altıncı ve yedinci bedenler, Abdal Beg ve Hân Abdal adlarını taşır. Daha ilgi çekici
olanı, Azrâil ile başlayan zincirin üçüncü halkasında X-XI yy.ın ünlü Kalenderî Şeyhi Baba Tâhir-i
Üryân’ın bizzat yer almış bulunmasıdır. Ehl-i Hakların inancına göre, bu dördüncü zincirin üçüncü
halkasında Allah, Baba Tâhir’in vücudunda ortaya çıkmıştır. Bu da Kalenderîliğin Ehl-i Hak inançlarına
ne derece kuvvetli bir damga vurduğunu göstermektedir. Ayrıca beşinci halkanın son iki zincirindeki
Hak tecellîlerinin kadın vücudunda oluşması da inanç içindeki hoşgörüye bir işaret olarak algılanabilir.
Üçüncü halkadan itibaren oluşan tecellîler Ehl-i Hakk’a mahsus bir hal alır. Melekler ulûhiyetin
sudûrlarıdır.
İlah cisme bürünmek suretiyle zuhur ve tecellî edince insanlar arasında da tenâsühün cereyan
etmesi buna uygun düşmektedir. Bu bakımdan insan ruhlarının tenâsühü Ehl-i Hakk’ın inançları
arasındadır. Gayesi ruhun tasviyesi olan ve aşırı Şîa’da görülen tenâsüh, bin bir don değiştirme
şeklinde ele alınır. Ancak Ehl-i Haklar bu sudûrun Hindularda da görülen tenâsüh inancıyla
karıştırılmaması gerektiğini söylerler. Öncelikle klasik tenâsühteki gibi insan ruhu her varlığın kalıbına
girmez. Değişim sadece insan kalıbı ile sınırlıdır. Ayrıca geriye dönüş mutlak bir zorunluluk değil,
Hâvendigâr’a yaklaşma ölçüsündedir. Ehl-i Hakk’ın temel kaynaklarından Gencîne-i Yârî’de bu husus
şöyle açıklanır: “Dondan dona geçmek ya da elbiseden elbiseye atlamak semboliktir. Hazret-i Sultân
Sohâk döneminde bu durum dostlar için açıklanmıştır. Elbette bu hal Hint’te de görülen ruhların
intikali ve tenâsüh şeklinde değildir; bir ruhun farklı kalıplarda gelip gitmesidir.” Bu kalıp
değiştirmelerde dikkat çeken önemli bir husus da ruhun gelip gidişlerinde gerçek bir tarih anlayışının
bulunmamasıdır. During’e göre kutsal tarih, kronoloji ile uğraşmaz; fakat ne kadar tuhaftır ki, Hacı
Bektaş, Sultan’dan (Sultan Sohâk ki ölüm tarihi büyük olasılıkla 1506) iki yüzyıldan fazla bir zaman
önce yaşamış olmasına rağmen, kutsal tarihin bütün çeşitlemelerinde, Sohâk’tan sonra gelmektedir.
Bu anakronizm, Hacı Bektaş’ın üç yüz yıl yaşadığı şeklindeki bazı rivayetlerle çözümlenmiş olmaktadır.
Bu da Bektâşîlerin tarihte Ehl-i Hak’tan önce gelmelerine rağmen Ehl-i Hakk’ın, Bektaşîler’den
haberdar olmasına, buna mukabil Bektaşîlerin Ehl-i Hak’tan habersiz olması sonucunu doğurmuştur.
Bize göre bu anakronizmin diğer bir sonucu da Ehl-i Hak kaynakları içindeki birçok tarihî şahsiyetin ne
zaman yaşadığının tespit edilememesidir.
Bu inançlara bağlı olarak Ehl-i Hak içinde birçok ayin ve ibadet yer alır. Ancak bunun ayrıntıları
yazımızın konusu değildir. Gerekli kaynaklarda bu ayin ve ibadetlerin ayrıntıları verilmiştir. Ancak şu
kadarına değinmek istiyoruz ki bu inanç, Anadolu’daki Alevîlik ve Bektaşîlik ile bazı benzerlikler ve
farklılıklar içerir. Öncelikle doğrudan ya da dolaylı yollarla Alevîlik ve Bektaşîlikte Hazret-i Ali ve Ehl-i
Beyt bu inançların asıl mihverini oluşturur. Oysa Ehl-i Hak için Hazret-i Ali Hâvendigârın tecellîsinde
sadece bir vasıtadır. Ehl-i Beyt’in Alevî-Bektaşî inancındaki önemine karşılık Ehl-i Hak’ta Ehl-i Beyt’ten
ya hiç söz edilmez ya da sembolik vurgulamalarla yetinilir. Bunun yanında Ehl-i Hak’taki don-be-don
anlayışı ilk bakışta Alevî-Bektaşî öğretisindeki devr inancıyla aynı olduğu kanısını uyandırır. Devr
inancında, bu âlemde bulunan bir varlık, önce madde, sonra da sırasıyla bitki, hayvan ve en sonunda
insan olarak görünür. Eğer yükselmeye devam ederse kâmil insan haline gelir ve Hakk’a ulaşır. Ehl-i
Hak inancındaki don-be-don akidesinde, bitki ve hayvan kademelerine hiç rastlanmaz. Ayrıca insan-ı
kâmil olmak gibi bir amaç da yoktur. Esas olan ulûhiyetin tecellîsidir. Normal insanların tecellîsi ise,
Hâvendigâr’a yakınlıkları ve Hâvendigâr’ın lütfu ölçüsündedir.
Ehl-i Hak’lar Ramazan ayında oruç tutmazlar ama Alevîler gibi kendilerine ait üç günlük
oruçları vardır. Namaz kılmazlar ama kendilerine ait niyazları vardır. Camiye gitmezler ancak haftada
bir kez ceme giderler. Bunları da cemhâne dedikleri ibadet mekânlarında saz ve söz eşliğinde törenler
düzenleyerek yaparlar. Ayrıca Ehl-i Hak’lar arasında da bazı Alevî-Bektaşî guruplarında olduğu gibi
bıyık uzatmak oldukça önemlidir. Hatta bıyıkları olmayanlar hiçbir ayin, ibadet ya da törene
katılamazlar, ciddiye dahi alınmazlar ve mürit için bıyık kesmek büyük cezalar gerektirir. Ehl-i Hak
Karakoyunlu Türkmenlerinin otağında (ev) Hz. Ali’nin kaplanmış (çerçevelenmiş) resimleri
bulunmaktadır. Bu uygulama Anadolu Alevîleri arasında da çok yaygındır. During, yaptığı araştırmada
son söz olarak Ehl-i Hak ve Alevîler arasında genel bir karşılaştırmaya giderek şöyle der: “Ehl-i Hak’lar,
Alevîlerin aksine, hiçbir zaman otoriteye karşı isyan etmemiştir. Ehl-i Hak’lar günümüz İran’ında,
Alevîler’in Türkiye’de sergiledikleri gibi bir siyasî tavır takınmamıştır.”
Sosyal bakımdan daha çok köylüler, göçebeler, fakir ahali ve dervişler arasında yayılmış
bulunan Ehl-i Hak inancının günümüzde en mühim merkezi İran’da Türk ve Kürt nüfusun yoğunlukla
yaşadığı Bahteran (Kirmanşâh), Kasrışîrin, Serpül ve Kerend’dir. Gurân kavminin hepsi, Kürt
aşiretlerinden Sencâbîler’in bir kısmı Ehl-i Hak’tandır. Lûristan ahalisinin çoğunluğu, bilhassa Hüleylân
ve Puştkûh bölgelerindeki halkın hemen hepsi bu fırkaya mensuptur. Azerbaycan’da Tebriz, Meraga,
Urmiye, Maku ve bu şehirlere yakın olan bazı köylerde, Tahran, Verâmin, Kazvin, Reşd ve Şiraz gibi
şehirlerde dağınık ve küçük Ehl-i Hak toplulukları vardır. 1971 yılında bütün İran’da Ehl-i Hak nüfusu
150. 000 olarak tahmin ediliyordu (Ancak 2004 yılında, İran’dayken ilişki içinde bulunduğumuz Ehl-i
Haklar İran’ın siyasî politikası yüzünden bu rakamın o dönem için en az 10 kat küçültülerek tahmin
edildiğini belirtmişlerdir). Irak’taki Ehl-i Hak’lar Süleymâniye, Kerkük, Musul ve Hanikîn’de
bulunmaktadır. Ermenistan ile Azerbaycan sınırlarında bulunan Karakalpaklar da Ehl-i Hakk’a
mensuptur.
Kalafat’ın Gulam Hüseyin Saidî’ye dayanarak verdiği bilgilere göre Ehl-i Hakk’a mensup
Türkler, İran’da daha çok Ilhıcı şehrinde yaşamaktadır. Bunlar arasında Karakoyunlu Türkleri
ağırlıktadır. Kelime anlamı at bakıcısı olan Ilhıcı, Doğu Azerbaycan’da Tebriz’e bağlı bir sûfi şehridir.
Komşuları; Meraga, Azerşehr ve Urmiye gölüdür. Ehl-i Hak Karakoyunlu Türkmenleri kendilerine
Göran derler. Ancak bu adın kendilerine savatsız (bilgisiz) kimselerce verildiğini ve kendilerinin
Kürtlerdeki Goren aşireti ile karıştırılmamaları gerektiğini belirtirler. Bu kelimeyi göran/gören kelimesi
ile izah ederler. Kalafat’a göre Goren Kürt aşireti ile ilişkili olunmasından da bu derece kaçınmaya
gerek yoktur. Çünkü Kürt aşireti olarak bilinen toplulukların büyük çoğunluğu soyca ve tamamı da
kültürce Türk’tür.
Ehl-i Hak Karakoyunlu Türkleri hakkında dikkat çeken diğer bir husus da geniş bir halk takvimi
bilgilerinin olmasıdır. Güney’den gelen yelin adı Ağyel’dir ve Şubat ayının sonunda eser. Kuzey’den
gelen yelin adı Mehyel’dir ve sıcak yaz aylarında eser. Doğu’dan esen Meraga yelidir. Türk yön
biliminde Kuzey, karadır. Soğuktur. Güney aktır, sıcaktır. Zaten Ehl-i Hak’taki don-be don inancını eski
Türklerdeki iptidaî tenasühe bağlayan İranlı Türk araştırmacı Sıddîk, Türkler arasında yayılan Ehl-i Hak
ekolünün büyük oranda eski Türk inançları tesirinde kaldığını düşünür. Eski Türkler arasında daha çok
hayvan donuna girme şeklinde görülen bu düşüncenin birçok Türk destanında yer alması Sıddîk’in
düşünceleri üzerinde kapsamlı bir çalışmayı gerektirir. Son olarak şunu belirtmekte fayda vardır ki,
bugün İran devletinin siyasî sebeplerden dolayı On İki İmam Şîiliği dışında özellikle yerel
tasavvufî eğilim ve akımları illegal olarak tanımlamasından dolayı Ehl-i Hak’ların ne inançsal ne de
sosyokültürel yapıları hakkında sağlıklı bir araştırma yapmak mümkün görünmemektedir. Ayrıca buna
bağlı olarak Ehl-i Hakk’ın bütün tarihî süreç içinde gizli bir yapılanmaya giden tavrı XIX yy.a kadar Ehl-i
Hak hakkında bütün akademik çalışmaları gayrı mümkün kılmıştır.
During’in verdiği bilgilere göre Ehl-i Hakk’ın temel kaynaklarına Kelam Hazâne ya da Defter-i
Perdiverî de denilen Serencâm adı verilir. Ehl-i Hak büyüklerinin itikadî ve amelî konulardaki söz ve
emirlerini ihtiva eden manzum kelamlar XIX yy.a kadar şifahî olarak nakledilmekte, bu konularda
yetkin olan ve kelamhân denilen kimseler de nakillerde fazlalık veya noksanlık bulunmamasına özen
göstermekteydi. Fakat daha sonra kelamların yazılmasına başlanmış, son otuz-kırk yıldan bu yana da
bunların basılması yoluna gidilmiştir. Elde bulunan en eski kelâm 250 yıldan biraz öncesine, diğerleri
ise daha geç devirlere aittir. İlk kelâmlar Guranî dili ile yazılmıştır. Bu koleksiyondaki en önemli kitap,
Sultan Sohâk ve Selefleri Şâh Hoşin(X. yy.) ve Baba Nâ’us dönemleriyle ilgili eski metinleri içeren
Kelâm-Serencâmdır. Seyyid H., başka birçok kitapçığın da Serencâm’ın bir parçası olarak kabul
edilebileceğini, çünkü, bunların da aynı döneme ait hikayeler aktardığını söylemiştir. Bu metinler,
daha sonraları, aynı kişilerin yeniden zuhur etmiş halleri olan ya da o zamanlara manevî olarak
erişebilen ve neler söylendiğini ya da neler olduğunu anlatabildikleri farz edilen evliyalar tarafından
yazılmış olabilirmiş. Bunun tipik bir örneği Kuşçuoğlu’dur. Ancak Kuşçuoğlu’nun Kelâmları hakkında
en önemli yayını yapan H. M. Sıddîk, bu metnin Türkler arasındaki Ehl-i Hak inancına mensubu kişiler
tarafından mukaddes bir vahiy geleneğinin ürünü olarak görüldüğünü söyler. Ehl-i Hak Türkleri’nin
inancına göre bu kelamlar, yirmi dört kelâmcı (gûyende) aracılığı ile nazil olmuştur. Bu kelâm
deyicilerin makamı peygamberler ve enbiyalar gibidir, her kelamdan dikkate değer bir irfânî divan
kalmıştır. Ancak bazı sebeplerden dolayı bu değerli eserlerin birçoğu tahrife ve yanlış yorumlara
maruz kalmıştır. Yani Kuşçuoğlu’nun metni orijinaldir. Ayrıca İran’da karşılaştığımız bu inanca sahip
Türkler kendileri için mukaddes dilin sadece Türkçe olduğunu söyleyerek bu düşünceyi tekit
etmişlerdir.
Kuşçuoğlu’nun hayatı daha önce de değindiğimiz gibi Ehl-i Hakk’ın kapalı yapısından dolayı
tamamen sis perdesi arkasında kalmıştır. Sıddîk, Kuşçuoğlu’nu 24 söyleyiciden ilki olarak sayar. Onun
İran Azerbaycan’ında karış karış dolaştığını belirtir. Bağdat’a da yolculuk yapmıştır. Ayrıca şiirlerinden,
dil ve şive özelliklerinden Nesîmî’den önce Moğol hükümeti zamanında yaşamakta olduğu sonucuna
ulaşır. Babasının adı ise Yakup’tur. Ancak Kuşçuoğlu’nun hayatı hakkında elde bulunan tek yazılı eser
Burhanu’l-Hakîka, onun on beşinci miladî asrın sonu ile on altıncı miladî asrın ilk yarısında yaşadığına
işaret etmektedir. Bu esere göre Kuşçuoğlu ve ailesi hakkında bildiklerimiz yalnız şu menkıbeden
ibarettir:
Kuşçuoğlu’nun adı Bayrak’tır. Kuşçuoğlu ise mahlasıdır. Eskiden sultanların sarayında av için
kullanılan kuşları besleyen kişiler bulunmakta idi. Kuşçuoğlu’nun babası Yakup da bâzbân ünvanıyla
Sultan II. Selim’in sarayında bulunmakta idi. Bir gün av sırasında, Yakup tarafından beslenen padişahın
gözdesi bir şahin, başka bir şahin tarafından korkutularak kaçırılır. Bunu duyduğunda çok sinirlenen
padişah, Yakup’a öfkelenir ve kuşu bulmadığı takdirde ölümle tehdit eder. Yakup, padişaha başka bir
şahin sunsa da özrü kabul edilmez. Araya padişahın annesini elçi koyan Yakup’un özrü yine kabul
edilmez. Bunun üzerine Yakup, padişahtan kırk gün mühlet ister. Padişah bunu kabul eder ve
mühletin sonunda hiçbir bahaneyi kabul etmeyeceğini söyler. Evine kederli bir şekilde dönen
Yakup’un arkadaşları bu duruma çok üzülürler. Dostlarından birisi Bağdat’ta Şah İbrahim adında
Hakk’ın mazharına kavuşmuş bir insan olduğunu, kerametleriyle meşhur olduğunu, eğer hemen
yanına giderse derdine çare bulabileceğini anlatır.
Bunu duyan Yakup hemen yola düşer. Bağdat’ta şeyhin tekkesine geldiğinde daha derdini
anlatmadan kendisine aradığı şahin verilir. Yakup hemen İstanbul’a doğru yola çıkar. Ancak yolda
kendisine şahini veren kişinin Şah İbrahim değil kapıcısı olduğunu anlar ve mutlaka Şâh İbrahim’i
görmek amacıyla geri döner. Döndüğünde kapıcıya kendisinin muradının bir şahin olduğunu nasıl
anladığını sorar. Kapıcı, Şah İbrahim’in kendisine bir hafta önce bir şahin verdiğini ve bunu almak için
uzaklardan Yakup Kuşçu adında bir zatın geleceğini ve bunu ona vermesini buyurduklarını söyler.
Buna çok şaşıran Yakup, hemen şeyhin huzuruna çıkarak arz-ı edeb eyler. Şeyh, Yakup’un gönlünü
alarak onu geri gönderir. Dönüşte hemen Sultan Selim’in huzuruna çıkan Yakup, bu olayı hikâye eder
ve artık bu diyarda yaşayamayacağını belirterek ailesiyle birlikte Bağdat’a gideceğini belirtir. Padişah
ne kadar kalması için ısrar ettiyse de kabul etmez ve bu hareketiyle zalim, kan dökücü bu padişaha bir
darbe vurmuş olur.
Bağdat’a ailesiyle ulaşan Yakup’un Bayrak adındaki oğlu, doğuştan görme ve duyma
yeteneğinden mahrumdu. Bu sebepten çocuklarından utanan aile onu Şah İbrahim’in huzuruna
çıkarmazlar. Ancak bunu gayb gözüyle gören İbrahim, Yakup’tan çocuklarından birini neden
getirmediğini söyler. O da görme ve duyma yeteneğinden mahrum bu çocuğun Hazret’ten istifade
edemeyeceğini belirtir. Buna rağmen Şeyh, bütün maksadının bu çocuğu görmek olduğunu
söyleyerek çocuğu görmek ister. Şeyh’in huzuruna gelen çocuk, birden onun lütfuyla dile gelir ve
şöyle der:
Kuşçuoğlu adın di Bayrak
Geldi Şah İbrâhim geldi
Yârenler Kirdâr eylemek gerek
Geldi Şâh İbrâhim geldi
Bundan sonra dile gelen Bayrak hislerini şöyle anlatır:
Ey yârenler men ne idüm indi neye gelmişem
Ezelden öyle idüm indi böyle gelmişem
Men bir kurı ağac idüm indi gögerdüm
Dürlü dürlü yemişüm pişuban ceme gelmişem
O dem ki men lâl idüm öz hâlime melâl idüm
Şâh İbrâhim söyle didi indi söyleye gelmişem
Daha sonra Hazret-i Şâh İbrahim’e şart veren Kuşçuoğlu, Gurânî diliyle söylenen bütün Kelâm-
ı Serencâmı Türkçe olarak söylemeye başlar.
Bu menkıbede dikkat çeken birkaç husus vardır. Birincisi, Sultan II. Selim’in huzurunda bir
saray görevlisi bu derece pervasız olamayacağına göre, bu hikâyenin o dönemde Osmanlı sahasından
İran-Safevî Türk sahasına göçen şairlerin durumunu anlatmak için temsilen kurgulandığı düşünülebilir.
Hikâyede II. Selim’e biçilen kişilik de o dönem Şîa-Kızılbaş bakış açısına uygundur. İkinci nokta ise her
ne kadar elimizdeki eserin dil özellikleri şairin daha erken dönemlerde yaşamış olabileceğini
gösteriyorsa da o dönemde çocuk ya da gençliğini yaşayan Kuşçuoğlu, on beşinci asrın son çeyreği ile
on altıncı asrın ilk yarısında yaşamış olmalıdır. Ayrıca menkıbedeki sağır ve dilsiz olma durumu, bizce
mecazî mânâda, kalbin ve gönlün kapalı olması olarak algılanmalıdır.
Bundan sonra Kuşçuoğlu hakkındaki tüm bilgilerimiz kendi şiirlerinden ibarettir. Bu şiirlerden
anlaşıldığına göre sık sık Bağdat’a şeyhini görmeye gitmesine rağmen genellikle İran’ın batısında
Urmiye ve Zencan çevresinde yaşamıştır ve muhtemelen burada ölmüştür. Evlenip evlenmediği ya da
çocuk sahibi olup olmadığı hakkında da herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Şiirlerinde Tebriz, Zencan,
Sultaniye, Perdiver ve Ehl-i Hak’larca kutsal sayılan Göran şehri söz konusu edilmektedir:
Bâğdad’dan Tebriz’e vardum Hakk’ı sermâyede buldum
Ağır bâzergânlar kimi talep iyle kârbârum yoh (13)
Kuşçıoğlu vatandan ayru düşmüş
Vatanı sahrâ-yı Bâğdâd olupdur (23)
Sultânlar kırgını Sultâniyede
Zencânda ulu divân olacakdur (28)
Perdiverin çıhar bir tek atlısı
Cihân tozdan pür-gubâr olacakdur (26)
Erenler sâhib-nazar münkir olan yoldan azar
Mührün Türkistân’da gezer zâhir Göran içindesün (90)
Kuşçuoğlu da daha önce lâl olduğunu belirtir:
Dur ey ne yatıpsan Kuşçınun oğlı
Lâl iken söyleden devlet senindür (27)
Yine Ģiirlerinden anlaĢıldığına göre O, Ehl-i Hak’tır ve Ģiirlerini Kelâm olarak nitelendirir:
Cem içinde mene derler Ehl-i Hak
Burada kârı şerî’at edebilmem (70)
Kuşçınun hadîsidür işidün cân kulagından
Yazılıpdur kelâm üste yâr yâra ha dayak olsun (93)
Kuşçuoğlu, bilmediğimiz bazı nedenlerden ötürü devrin yönetiminden şikâyetçidir. Ayrıca
sanırız Türkçeyi kullanmasından ve inançlarını yaymasından dolayı kendisine bir takım kınamalar
yapılmış olmalıdır ki Türkçeyi kendi seçimiyle isteyerek kullandığını belirtir:
Cefâ ile ayırdılar meni gül üzlü yârdan
Zâlim şâhlar zamânında mene çoh zor oldı zor (39)
Üstümüze yürütdiler töhmet ilen siyâseti
Bizden özge âşık olsa kopartırdı kıyâmeti
Bize deyip dolaşmayun biz o Sultân kullarıyak
Bize deyip dolaşanın tez bağlanur beşâreti
Eger Türkî söyler olsam düşer erenler beynine
Niçün size acı gelür datlu sözün halâveti
Münkir nedür Kuşçuoğlına diye mücevvet söyleme
Meger diyebilmerem men Türkî mücevveti (111)
Yine bazı şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla oldukça kanaatkâr ve mütevâzı bir kişiliğe sahiptir.
Bayrak Kuşçuoğlu’nun Kelâmlarına ait birçok yazma nüsha bugün İran’da Azerbaycan
bölgesinde, Türk asıllı müritlerin elinde dolaşmaktadır. Ancak H. M. Sıddîk’in de belirttiği gibi
bunlardan birçoğu eksik, yanlış ya da tahrif edilmiştir. Tahran’daki bazı nüshaların ise imlâsı günümüz
İran Türkçesine uyarlanmış ve sonradan ilaveler yapılmıştır. Bu sebepten Kuşçuoğlu’nun Kelâmları’nın
tenkitli bir metnini hazırlamak çok güçtür. Fakat 1990 yılında Prof. Dr. H. M. Sıddîk, merhum Sâdık
Gülzârî’ye ait olan eski bir nüsha ve üç adet yayınlanan seçmelere dayanarak Kelâmlâr adı altında
Kuşçuoğlu’nun 111 şiirini yayımlamıştır. Ancak bu yayında çeşitli nedenlerden dolayı yazmanın imlâ
özellikleri dikkate alınmamıştır. Biz bu yazmadan, ele geçirdiğimiz diğer bir yazmadan ve Sıddîk’in
neşrinden yola çıkarak bu şiirlerin dil ve edebî özelliklerini ortaya koymaya çalıştık.
Eserin en dikkat çeken tarafı on altınca asırda yazılmış olmasına rağmen dil özellikleri
açısından tam bir Eski Anadolu Türkçesi özellikleri gösteriyor olmasıdır. Ayrıca Güney Azerbaycan
Türkçesinin lokal hususiyetlerini de bünyesinde barındırır. Bu lokal özelliklerin bir kısmı bu gün bile
canlıdır. Gerçi Azerbaycan Türkçe’sinin, bilhassa Güney Azerbaycan Türkçesinin Eski Anadolu
Türkçesinin devamı olduğu düşünüldüğünde bu özellikler çok da yadırganmamalıdır. Lokal
özelliklerden bir kısmında Doğu Türkçesi hususiyetlerinin de görülüyor olması oldukça ilginçtir.
Kelâmların dil özelliklerini şöyle sınıflandırmak mümkündür:
1. Bugün ağızlarda d şeklinde olan t’ler ve t şeklinde olan d’ler ağızlara uygun olarak birbirinin
yerine geçmiştir. Bu özellik b/p ve k/g için de böyledir. Daş, tikan, könül, kölge, kögüs, palçık vb.
2. Ortada ses değişimleri ve başa ses eklenmesi: Görsetdi, ohlar, hörülmek (örülmek) vb.
3. Fiillerin alışılmışın dışında lokal kullanımlarına yer verilmesi: Yoğurlanmak (yoğrulmak),
coşlanmak(coşmak), gurşanmak(kuşanmak) vb.
4. Hem ek hem kelime kadrosu açısından Eski Anadolu Türkçesi özelliklerinin yer alması:
Danlamak, banlamak, tek (gibi), uyuk (uyanık), ötmek (geçmek), karanku (karanlık), yarak (alet),
carlamak (nara atmak, haykırmak), puç (boş, saçma), kırak (kenar, kıyı), öküş, gözgü, sınık, yazı (ova,
sahra, kır), baru (sur), aytmak, sancmak (saplamak), tor (ağ, şebeke), uş, bilig, çiğin (omuz), cilaz
(kurnaz), vergil, olmagıl, etmegil, kesgilen, halivi, başuva Şama sarı (Şama doğru), mencileyn.
5. Güney Azerbaycan Türkçe’sine dayanan arkaizm ve lokal özellikler: Bir niçe (çok
anlamında), para (kerpiçin yarısı), girve (sarp yol), yiyev (sahip), yahşı, yaman, yeddi, aparmak, haçak
(vesile, malzeme), bere (yol), miçe (pay, hisse), engin (çene, yanak), dostak (hapis), göy (gök), baygu
(baykuş), hamısı (hepsi), sovzu (sebze), sabı (söz), cilop (yular), keçik (küçük), iğlemek (koklamak),
bulak (çeşme), saz tutmak (düz tutmak), karışka (karınca).
6. Farsça ve Arapça kelimelerin halk arasındaki telaffuza uygun imlalandırılması:
Parasından/pâresinden, hâyâr/hâvâr, Kirdâr/Kirdgâr, habar/haber, barga/bârgâh, astana/âsitâne vb.
Kelâmlar nazım birimi açısından dörtlük ve ikilik şeklindedir. Dörtlükler klasik koşma, ikilikler
ise gazel şeklinde kafiyelenmiştir. Ancak vezin birimi daima hece veznidir. Sekizli, on ikili ve on dörtlü
hece ölçüsü en fazla kullanılan ölçülerdir. Kelâmları konu ve tür olarak da birkaç guruba ayırmak
mümkündür:
1. Ehl-i Hak’ın devriyesi sayılan serencâmlar
2. Yine Ehl-i Hak düşüncesini anlatan fakat okuyucuda hayret uyandırmak için şathiye tarzında
yazılanlar
3. Ehl-i Hak düşüncesini tebliğ eden şiirler
4. Dua ve yakarış içerikli şiirler
5. İçten âşıkâne yazılan şiirler.
Kelamların üslûp ve söyleyiş özellikleri açısından dikkat çeken özellikleri ise şunlardır:
1. Özellikle Ehl-i Hak inançlarının anlatıldığı şiirlerde ey, gelin, varalım gibi davet ve uyarı ifade
eden ibarelerin çok sık kullanılması: Yârenlerüm gelin varalum şâha (2), Gelin gelin siz yârenler
yârlukda kec-bâz olmayın (100), Dur ey gâfil ne yatıpsan sabâh-ı sâlihân oldı (101).
2. Bazı şiirlerde önce bir beyit ya da mısra söylenir, diğer mısra ve beyitler ise temsil görevi
üstlenir. Çoğunlukla da geri kalan kısımda halk muhayyilesine hitap eden benzetmelere yer verilir:
Dünyâya gelen kâr-ı cihândan ötebilmez
Hiç kimse bu nefs-i yamandan ötebilmez
Dünya dedigin bir karaca çalıya benzer
Kimse ki ilişe daha ondan ötebilmez
Pervâneyi gör şem’e ne mestâne dolanur
Nâdan sıgınur pervâne cândan ötebilmez
Yüz min hacı deveye binüp hacca varurlar
Minden birisi astanasından ötebilmez (57)
3. Bazı şiirlerde de redif ya da kelime guruplarının tekrarıyla kuvvetli bir iç âhenk
oluşturulur. Böyle bir âhengin oluşturulmasının nedeni, bu şiirlerin Ehl-i Hak tören ve ayinlerinde
saz eşliğinde okunmasıdır:
Erenler bir nazar eyler
Bu Bağdada bu Bağdâda
Padişâhın güzer eyler
Bu Bağdâda bu Bağdâda (105)
Evvelden ahıre geldüm
Bu meydana bu meydana
Başum top eyleyüp saldum
Bu meydâna bu meydâna (103)
Bu gice dil-hurrem oldum
Mubârek şeb mubârek şeb
Gamum gitdi bî-gam oldum
Mubârek şeb mubârek şeb (5)
4. Deyimlere ve güzel Türkçe ifadelere çok fazla yer verilir. Bunlardan bazıları bugün ya
kaybolmuş ya da anlam kaymasına uğramıştır.
Garîbem teşneyem zârem bulunmaz derdime çâre
Üz tutup Hakk’a yalvarıram bundan artık açarum yok (13)
Üstâdına daş yondurur şâkirdine iş kandırur (4)
Nökerine donluk vermez başının çâresün kılsun
Üstüne yad yağı gelmiş eslâhâsı yarağı yok (14)
O sultânun hükmü ile onun dest-i kudretiyle
Bir eliyle rahmet virür bir eliyle siyâset eyler (48)
Kimse ki gıybetimüz eyler çoh çoh vebalızı yuvar
Yârenlerün sabıları halkın ağzında dil imiş (62)
5. Bugün de yaşayan günlük konuşma dili özellikleri oldukça canlı ve işlektir:
Dünyâda kızıl gül tikensiz olmaz
O nece güldür ki hiç hârı yohdur
Bir elde iki karpuz dutmak olmaz
Kimin ki eĢki var hiç ârı yohdur (25)
Başlar bütün ayak olar ayaklar ise baş olar
Alur miskinler dâdunı bu da’vânı âbâd eyler (29)
Gelürsen bu yola güle güle gel (32)
Kalıpdur bir yağcı yalahçı dünyâ
Meni memur edip vîrâna geldüm (78)
KuĢçuoğlu’nun Kelâmları halk için yazıldığı için edebî sanatlara çok az yer verilir.
Hatta onun Ģiirlerinin dilinin ortalama bir tekke-tasavvûf Ģairinden çok daha sade olduğu
söylenebilir. Buna rağmen çok az da olsa tevriyeli söyleyiĢlere, dînî-millî telmihlere, halk
kahramanlarına ve klasik Ģiirin mazmunlarına göndermelerde bulunulur:
Tevriyeli söyleyiĢ örnekleri:
Men bu sefere varıram
Dürlü meta’lar almağa
Hırs u hevânı terk idüp
Sâlûsluğı salmağa (1)
Zamâneni soyuk görüp terk itme KuĢçıoğlunı
Gider bu sovuk zemherî Germiyân oldı gel (67)
Halk kahramanları, din büyükleri, millî unsurlar ve klasik Ģiirin mazmunları:
Nece ki âĢıkdur Leyleye Mecnûn
Eli ki ġîrîne Ferhâd olupdur (35)
Ya’kûbı Yûsûf içün ağlatdun
Eyyûb derdine sen oldun Attâr (21)
KuĢçıoğlu carla tâlib iĢitsün
Terpendi Ġran Turan geldi geldi (108)
Zâhide hem-dem olan âkil degül dîvânedür
....................................................................
Nece Ģem de yanmağa âĢıklığa pervânedür (45)
KuĢçuoğlu’nun Ģiirleri içinde bazen öyle söyleyiĢlere rastlanır ki sanki bu ifadeler
Yunus Emre’nin ve Karacaoğlan’ın ağzından çıkmıĢtır. Bu gibi sebeplerden olsa gerek, H. M.
Sıddîk onu, edebiyatımızda Nevâî, Yunus Emre, Nesîmî, Hataî, Fuzûlî ve ÂĢık PaĢa gibi
Ģairlerle aynı kaynaktan beslenen Ģairlerden sayarak Türkçe’nin tabii seyrini takip eden Ģairler
gurubuna dahil eder:
Bir kiĢi ki ceme vara öz huyunu değiĢmeye
Min kere Kâbeye varmıĢ olsa da tavafı yoh (15)
Dâvûda demiĢdüm yolumı gözle
Ġntizâr çekerdi bostâna geldüm
Bu fânî dünyâda ey KuĢçıoğlı
BeĢ günlük ömr içün mihmâna geldüm (78)
Yârın cemâlini ohĢaddum güle
Bülbüller ağlaĢup gül az gülüpdür (36)
KuĢçıoğlu hâcesinden yalnız üç nesne diledi
Ezel sağlık sonra nimet ârzûsı da dîdâr imiĢ (61)
Sonuç olarak gerek Osmanlı sahası Türkçesi, gerekse Azerbaycan sahası Türkçesi ve
yerel dil özellikleri ile zengin bir dil ve edebî üslûba sahip olan Bayrak KuĢçuoğlu’nun
Kelâmları, hem dilciler hem de edebiyatçılar için önemli bir kaynaktır. Ayrıca bugün bile
yaĢayan, Alevî-BektâĢî inançlarıyla yakınlık gösteren, daha çok Ġran Türkleri arasında yayılan
bir inancın esaslarını ve felsefesini yansıtan bu eserin sosyokültürel ve dinsel açıdan da çok
büyük bir değeri vardır.
KAYNAKLAR
CEBECĠOĞLU, Ethem, 1997, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara.
DEHHUDA, Aliekber, 1377/1998, Lugatnâme-i Dehhudâ, Tahran.
DURĠNG, Jean, 1999, Avrupa ve İran’daki Ehl-i Hak Araştırmalarının Eleştirel Bir Değerlendirmesi,
Alevî Kimliği, Çev. E. Özdalga-C. Raudvere, Ġstanbul.
AFġÂR, Cemil, 1356/1977, Burhânu’l-Hakîka, Tahran.
KALAFAT, YaĢar, 2005, İran Türklüğü, Ġstanbul.
KAYA, Haydar, 1996, Alevî Bektâşî Erkânı, Evrâdı ve Edebiyatı, Ġstanbul.
MEB İslâm Ansiklopedisi, 2001, C. IV, EskiĢehir.
MUÎN, Muhammed, 1371/1992, Ferheng-i Fârsî, Tahran.
NÎKNEJÂD, ?, Seyyid Kâzım, Gencîne-i Yârî.
NĠYAYĠġ, Ümit, Beyrek Kuşçuoğlu ve Şah Hataî İlişkisi, I. Uluslar arası ġah Ġsmail Hataî
Sempozyum Bildirileri, 9-11 Ekim 2003, Ankara.
NOYAN, Bedri Dedebaba, 1999, Bütün Yönleriyle Bektaşîlik ve Alevîlik, C. II, Ankara.
OCAK, A. YaĢar, 1992, Kalenderîler, Ankara.
OCAK, A. YaĢar, 2000, Babaîler İsyanı, Ġstanbul.
ÖGEL, Bahaeddin, 2002, Türk Mitolojisi C. II, Ankara.
PAKALIN, M. Zeki, 1993, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Ankara.
SECCÂDÎ, Seyyid Câfer, 1375/1996, Ferheng-i Istılâhât ve Tabirât-ı İrfânî, Tahran.
SIDDĠK, Hüseyin Muhammedzâde, 1369/1990, Bayrak Kuşçuoğlu’nun Kelâmlar’ı, Tahran.
TDV İslâm Ansiklopedisi, 1994, C. X, Ġstanbul.
TUĞLACI, Pars, 1972, Okyanus Ansiklopedik Sözlük, C. V, Ġstanbul.
Türk Dünyası Edebiyat kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, 2003, C. II, Ankara.
ULUDAĞ, Süleyman, 1999, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Ġstanbul.
DİPNOTLAR
 ArĢ. Gör. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Birden fazla inancı bünyesinde barındırma.
Uludağ, 1999:164-165.
Cürcânî Ehl-i Hakkı Ģöyle tarif eder: Kendilerini Rablerinin katındaki Hakk’a
verenler ki, bunu da hüccetler burhanlarla yaparlar. Bunlar Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’tir
(Cebecioğlu, 1997: 242). Diğer bir önemli tasavvufî kaynağa göre ise bu tabirle, ehl-i marifet
ve Hak Teâlâ’yı arayanlar kastedilir. Yine bu esere göre ġiblî diyor ki: Ehl-i Hak marifet
kanatlarıyla onun tarafına doğru uçarlar ve dostça sevgiyle ona iĢaret ederler( Seccâdî,
1375/1986: 161).
TDV Ġslâm Ansiklopedisi, 1994: 512.
TDV Ġslâm Ansiklopedisi, 1994: 512.
Hak sözü, ebced hesabında yüz sekizdir; kaf harfinin iki noktası da katılırsa yüz on
olur; Ali de yüz ondur; bu münasebetle kendilerini Ehl-i Hak olarak adlandırırlar(EDEKT
Sözlüğü, 2003: C. II, 332 ).
Sıddîk, 1369/1990:15; MEB Ġslâm Ansiklopedisi, 2001:201; Pakalın, 1993: 509.
Dehhudâ, 1377/1998: C.III, 3666.
Muîn, 1371/1992: C. V, 203.
Senkretizm: Görünürde uzlaĢmaz olan birkaç ayrı doktirini birbiriyle kaynaĢtırmak
amacını güden felsefe veya din sistemi(Tuğlacı, 1972: C. V, 2544.
Ocak, 1992: 195-196; Kalenderîlik etkisi için ayrıca bakınız: During, 1999: 141.
During, 1999: 127-159.
During, 1999: 146.
Sıddîk, 1369/1990: 14.
Ocak , 2000: 124.
Her Ģey Sultan Ġshâk’ın tarihî bir Ģahsiyet olduğunu zannettirmektedir. Ehl-i Hak onu
14. Asırda gösterir. Sultan Ġshâk, ġeyh Îsî ve Hasan Beg Celâ’nın kızı Hâtûn Dâyira
(Dayarâk)’nin oğlu olmalıdır(MEB Ġslâm Ansiklopedisi, 2001: C XI, 28.
TDV Ġslam Ansiklopedisi, 1994: C. X, 513.
During, 1999: 128.
GeniĢ bilgi için bakınız: Dehhudâ, 1377/1998: C. XII, 19357; MEB Ġslâm
Ansiklopedisi, 2001: C. XI, 28.
Bu eserde Sohak, Kürt bölgesinde iken Kürtçe Türk bölgesinde ise Türkçe Ģiirlerle
karĢılanır. Sohâk eserde her iki dili de anlamaktadır. Bkz. AfĢâr, 1356/1977; Nîknejâd, ?).
Sıddîk, 1369/1990: 15.
Ocak, 1992: 195-196.
MEB Ġslâm Ansiklopedisi, 2001: C. IV, 202.
TDV Ġslâm Ansiklopedisi, 1994: C. X, 513.
Nîknejâd, ?: 113-114.
During, 1999: 128-129.
Gerekli bilgiler için bakınız: Kalafat, 2005: 111-129; During, 1999: 127-159; MEB
Ġslâm Ansiklopedisi, 2001: C. IV, 203-204.
Noyan, 1999: 231.
During, 1999: 138.
Anadolu’da bu tür bıyığa bir kısım Alevî çevrelerde “mühür bıyık” denilmekte ve
eline, beline, diline nefsine sahip ol anlamında; Haram lokma ve söze geçit vermemektir,
Ģeklinde izah getirmektedirler(Kalafat, 2005: 116). Bu konunun Alevî-BektaĢî çevrelerince
baĢka izahları da vardır. Mesela yaratılıĢın tabiatına uymak ve Muavîye’nin bıyığını
kazıtmasına tepki bunun sadece iki nedenidir. BaĢka nedenler ve izahlar için bkz. Kaya, 1996:
486-488.
During, söz konusu çalıĢmasında, 143. sayfadaki 31 nolu dipnotta Ehl-i Hak
büyüklerinden Nimetullâhî’nin Ģeyhine göre, bıyığının tek bir telini kesen müridin bir kurban
kesmesi gerektiğini söylemiĢ olduğunu aktarır. Bazı araĢtırmacılara göre bıyığın önemi
ZerdüĢtlüğün bir kalıntısıdır ve bıyığın tüm ġîî tarikatlarında görülen ortak bir özellik olduğu
göz ardı edilmemelidir(During, 1999: 143). Ehl-i Haklarca bu durumun baĢka izahları
yapılmıĢtır. Buna göre Hz. Musa ve Hz. Ġsa peygamberler zamanında Hz. Ali âĢığı bir
müslüman varmıĢ ve bu zatın babası putperestmiĢ ve Allah’ı tanımıyormuĢ. Babası, oğlunu
yoldan çıkarmak isteyince, Allah Ģahsın atasını domuza döndürmüĢ. Oğlu, babası onu
ağzından öpmesin, dudakları birbirine değmesin diye bıyıklarını uzatmıĢ. Ġkinci izah ise;
Hazret-i Muhammed (s.a.v) ölünce, Hazret-i Ali (r.a) meyyi guslu yaptırırken, Hz.
Peygamberin göbeğini öpmek istemiĢ. Hz. Peygamberin göbeğinde birikmiĢ suya Hz. Ali’nin
bıyıkları değmiĢ, bu nedenle bıyık kılları kutsal kabul edilmiĢtir(Kalafat, 2005: 116.
Kalafat, 2005: 115.
During, 1999: 157.
TDV Ġslâm Ansiklopedisi, 1994: C. X, 513; Ayrıca MEB Ġslâm Ansiklopedisi’nde
Ehl-i Hakk’ın Antep’teki KızılbaĢlar’a da etki ettiği vurgulanır. MEB, Ġslâm Ansiklopedisi,
2001, C. IV, 205.
Kalafat, 2005: 111.
Kalafat, 2005: 118.
Kalafat, 2005: 114.
Sıddîk, 1369/1990: 16.
Eski Türklerde don değiĢtirme ve bu inancın terminolojisi için bakınız(Ögel, 2002: C.
II, s.133-143 ).
During, 1999: 130.
TDV Ġslâm Ansiklopedisi, 1994: C. X, 514.
During, 1999: 130.
Sıddîk, 1369/1999: 16.
Sıddîk, 1369/1990: 17-19.
AfĢâr, 1356/1977.
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde bu unvan bâzdâr olarak geçer.
Buna göre, avcılıkta kullanılan kuĢlara bakanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Farsça bir
kelime olan bâzdârın lugat manası doğancıdır. KuĢların terbiyesine, yiyip içmesine bakanlara,
baktıkları kuĢların adlarına göre, çakırcı, doğancı, Ģahinci de denilirdi(Pakalın, 1993: C. I,
132).
AfĢâr, 1356/1977: 10-15.
Bu ibarede de görüldüğü gibi Göran Türkistan’la dolayısıyla Türk kimliği ile birlikte
anılmakta.
Bkz. Sıddîk, 1369/1990: 65-66.
Sıddîk, 1369/1990: 20; Öz, 2004: 242.

Konular