TÜRKLERLE İLGİLİ ARAPÇA ŞİİRLER

Özet: Bu çalışmada, Şerafeddin Yaltkaya’nın Türkiyat Mecmuası’nda yayımlanan “Türklere Dair Arapça Şiirler” adlı makalesinin kısmen sadeleştirilerek ve notlandırılarak ilim dünyasının istifadesine sunulması amaçlanmaktadır. Adı geçen makalede Türklerin çeşitli özelliklerini konu edinen Arapça şiirler yer almaktadır.

Anahtar Kelimeler: Türkler, Arapça, Edebiyat, Şiir, Zemahşerî, İbn Hayyûs.
Arabic Poems about Turks

Summary: Modernizing partly the article “Arabic poems about Turks” by Şerafeddin Yaltkaya, published in Türkiyat Review, by giving also footnotes, this study aims to put this collection into the use of the literary world. In this article, some Arabic poems about different characteristics of Turks can be found.

Keywords: Turks, Arabic, Literature, Poetry, Zamakhshari, Ibn Hayyus.

Türklerle ilgili birçok Arapça şiir vardır. Bunlardan, Türklerin siyasî hâkimiyetlerine girmiş olan Arapların söylemiş oldukları şiirleri bir kenara bırakıyorumi. Ben burada Türklerin millî, tabiî ve ferdî güzellik ve hasletleriyle ilgili olan Arapça şiirlerden bulabilmiş olduklarımı yazacağım ve bunlardan yalnız basılmamış olanların metinlerini aynen göstereceğim. Basılmış olanların yerlerini göstermekle yetineceğim ve bunları yazarken tarih sıralarını gözeteceğim.
Subkî’nin Tabakât’ında görüldüğü veçhile Halîfe Me’mûn (813-833)’un Beytu’l-Hikmesinin müdürü olan Kutbî’nin yanında bir Türk genci, İran, Rum ve Arap gençlerine karşı kendi ulusunu şu şekilde tanımlamış ve onların kendi ulusları hakkındaki tanımlamalarına şu şekilde karşılık vermiştiii:
Türkler kendi memleketlerini ve kendi merkezlerini kimseye vermemişlerdir. Bunlara kendi memleketlerinde kimse sahip olamamıştır. Ancak İranlılar, Rum ve Araplar kendi memleketlerini başkalarına kaptırmış ve kendi memleketlerinde başkalarının esiri olmuşlardır.
İşte bu; Türklerin İran, Rum ve Arap uluslarına üstün olmalarının delillerinden en açık olanlarıdır ki, bunu; gözünü haset dumanı bürümüş ve inadından gözleri kararmış veya hiç tarih okumamış olanlardan başka inkar edecek hiçbir kimse yoktur.
Bundan sonra H.430/1038’de ölmüş olan Se‘âlibî’nin Yetîmetu’d-Dehr’inde gördüğüm Ebû ‘Alî el-Hasen b. Muhammed ed-Dubey‘î’nin şu şiirini yazmalıyımiii:
Şu gördüğüm güzel aslan mıdır, yahut ceylan mıdır, yoksa insan mıdır?!.
Daha doğrusu Türk kıyafetine girmiş bir güneş yahut ay mıdır? Onu hakkıyla tarif etmekte ben şaştım kaldım.
Bundan sonra 473/1080’de Halep’te ölmüş olan çağının önde gelen şairi İbn Hayyûs’un divanındaiv görmüş olduğumv şiirleri yazacağım. Fatimîlerden el-Mustansır (1029/1094)’ın kumandanlarından olup, Mirdasoğullarındanvi Halep’i almış ve Rumlara indirdiği büyük darbelerinden dolayı bu halife tarafından Şerefu’l-Me‘âlî, Mu‘izzu’d-Devle, el-Muzaffer, Mustafâ’l-Melik, el-Emîru’l-Mu’eyyed, ‘Uddetu’l-İslâm, Seyfu’l-Hilâfe gibi birçok unvan ile lakaplandırılmış olan Anuş Tegin (ö.433-1042) ve Mubârek b. Şibl hakkında bunun pek güzel şiirleri vardır.
Anuş Tegin’i överken:
Türklere haber verecek kimdir? Türkler haberdar olsunlar ki, onların beyleri ile; onların beylerinin yaptığı işler ile soy şeref kazanır (O soy ile şeref kazanmaz.) Soy onunla güzel olur…
Er o kişidir ki, yükseklikleri kendi kazanır. Kendi şerefi ile kendi yükselmeyeni soy yükseltmez.
diyorvii ve yine onun hakkında şunları söylüyor:
Türk yurdu koltuğunu kabartsın ki, onun toprağı kısır değildir. Soylu olmayan bir asil o toprakta yoktur. O toprak analarından daima soylu yavrular doğar.
Senin savaş gününde boyunlara indirdiğin darbeler, sende ne asil bir kan bulunduğunu gösterdi; senin damarlarının ne yüksek bir damar ve bunlardaki kanın ne yüksek bir kan olduğunu bize öğretti.
Senin ailen ile uzak doğuya öyle bir şeref gelmiştir ki, o şerefi batı kıskanmaktadır.
Bizim Halep’imize vermiş olduğun şereften, bugün Şam şehri de hisse almıştır. Sen öyle bir şeref kaynağısın ki, sana yakın bulunmak herkese; her şeye şeref kazandırır.
Eğer Muhammed (S.A.V) Mekke’den, kendi kavmi arasından, Medine’ye göç etmemiş olsaydı, şeref de Medine-Mekke’ye iştirak edemezdi.
Senin ruhen yüksekliğinde ve başını kimseye eğmemende kendi atalarının yüceliklerine şahit vardır. Evet, evladın yüceliği, atanın yücelik ve yüksekliğini gösterir…
Onlar; şayet bir fazilet ve şerefle ün salmış olmasalardı, bu soylu oğulları (Anuş Tegin) onlara şeref temin eder ve onlara üstün bir şeref kazandırırdı.
O aile ne bahtiyardır ki, içlerinde senin gibi birisi vardır. O aile, o ev her zaman temellerini Simâk yıldızı üzerine kurar. O aile her zaman Simâk yıldızı üzerinde yükselir viii...
Yine Subaşı Emîru’l-Cuyûş Anuş Tegin’i överken, genellikle Türkler hakkında şöyle söylüyor:
O gözleri çekik ve dar olan bir kavimdendir. (Türk) ki onlardan kerem ve ihsan istenilecek olursa, yağmur gibi yağdırırlar ve her yaptıkları işi de, herkesten iyi yaparlar.
Onun ulusu öyle bir ulustur ki, onlar daima merdivenleri kılıçların, kargı ve harbelerin uçları olan yüceliklere yücelir ve yükselirler.
Ve savaş yerlerinde ölüm deryaları taştığı vakit, onlar bu deryalara dalarlar ki, o vakit dökülen kanlardan kara atlar kıpkırmızı kesilirler.
Onlar kurmuş oldukları şeref yapıları ile iftihar ediyorlardı. Fakat muzaffer Anuş Tegin’in şerefi, onlara o şeref yapılarını ihmal ettirdi.
Bir gencin yaptığı işler, kendisini aşağıya düşürürse, atalarının yüceliği onu yüceltmezix.
Yine muzaffer Anuş Tegin hakkında:
Bütün Araplar, İslam’dan evvelki devirlerde kıtlık olunca, develerini keserek halka yedirmeyi kerem sayarlardı.
Çünkü onların zamanında senin gibi kimse yoktu, sen yoktun. Eğer onlar senin devrinde bulunsalardı. Ne devesini kesmeye mecbur olurlardı ve ne de kestikleri develeri parçalara ayırıp, bunların üzerlerinde bir nevi kumar oynamağa lüzum görmezler ve bunu helal kılmazlardı.
Padişah gibi olan sen ve senin keremin ve bol bol inciler vermen onları deve kesmeye muhtaç bırakmazdı.
Aynı zamanda sen ölmüş olan Hak ve adaleti dirilttin, orta yere koydun. Öyleki aramızda bunun diriltilebileceğini ve meydana çıkarılabileceğini hiç kimse zannetmiyordu.
Adaletinle sönmüş olan adalet çakmağı parladı ve parlamış olan baskı ve zulüm çakmağı ise senin korkunla söndü.
Zalimlerin zulümlerini köklerinden söktün attın; artık sevinçlerinden oynak develer gibi yan yan gidenler, geri geri gitmeye başladılar.
(Muzaffer Anuş Tegin) ün sahibi olmaya ve şeref, fazilet, akıl ve dirayete muzaffer olarak yaratılmıştır.
Onun yüksek fazilet ve meziyetleri elde etmesinde bahtı daima ona yaverdir. Onun öyle bir çabası ve gayreti de vardır ki, her hangi güç bir işi başa çıkarmak isterse, o güç iş derhal kolay olur.
Yücelikler onun yaptıklarıdır. Başkalarının yaptıkları onunkilerin yanında anılmaya değmez… Senin atanın başına ant içerim ki, senin yaptıklarını, soyu temiz, göğü ve damarı yüce ve yüksek olmayanlar yapamazlar.
Türkler de insan zümrelerinden bir zümredir. Fakat bunlar savaş günlerinde başka insan zümrelerine göre farklıdırlar. Bunlar başka insanlar gibi kırılmak bilmezler. Bunlar savaşlarda bütün insanlardan daha kuvvetli ve kırılmaya karşı daha dayanıklıdırlar.
Ok ve yay yapılan akçe akçe ağacın, dağın tepesinde yetişeni ile dağın eteğinde ve dibinde biteni bir değildir. Bu ağacın bu her iki kısmı akçe ağaç ve kayın ağacı ise de, bunun bir kısmı dağın yüksek yerlerinde biter (Türkler ile başka insanlar da böyledirler. Türkler yukarılarda, başka insanlar da aşağılarda bulunurlar.)
Dünyada sana benzer bir kimse arayan muradına erer… Eğer yer ile gök birleşirse…
Ant olsun ki, sen Müslümanların bayramısın. Tanrıdan dilerim sen onların üzerlerinden eksik olmayasın, onlar yükseklikler yurdundan senin çekildiğini görmesinler.
Senin kereminin yağmuru, benim şiirlerimin bahçesinin yeni yetişmiş olan çiçeklerini suladı… Suladı da, görüldüğü gibi böyle renk renk açıldılar.
Ben seni her hükümdarın başının tacı buldum. Onun için bu cevheri (şiiri) o taca koydum.
Şayet ben senden başka kimseyi övmeye kalkışsam; bu hususta kalemi yürütecek olsam ki, yürütmem, kalemim yürümez.
Yahut senin denizinden başka bir suya dalacak olsam, bu seçme incileri çıkaramazdımx.
Yine Emîru’l-Cuyûş Anuş Tegin hakkında:
Türklerin ne yüksek damarları; kanları vardır -Felek onu tüketmesin… Kesmesin… Onların dalları ve budakları çok ve gür olan ağaçları da kurumasın…-
Ben onları izzet kanadının ön ve kuvvetli tüyleri olarak görüyorum. Onlardan başka ne kadar insan varsa, onlar o kanadın arka ve zayıf tüyleridirler.
Onlar öyle bir cemaatlerdir ki, bütün övgüler onlara aittir. Haksızlığın her türüne onlar indirilmiş birer darbedirler.
Senin övgünle onlar yeni baştan bir şan ve şeref binası kurdularxi.
Yine onun hakkında şunları söyler:
Ey Mustafâ’l-melik! Ey parlak yüzlü ve şanlı, şerefli zat! Ey imamın keskin kılıcı!
Tanrının sana vermiş olduğu nimetleri senden geri almak için birçok yardakçıyla beraber çalışanların; uğraşanların umdukları boşa çıktı.
Sen üste çıktın, onlar da hak ettikleri cezaya uğradılar; iyiliğe karşı kötülüklerinin cezasını buldular.
Onlar zulüm edecek başka bir kimse; başka bir yer arasınlar, sana zulmedemezler… Senin şahsın ve makamın bundan çok yüksektir.
Ve onlar muzaffer olmaktan ümitlerini kessinler; çünkü muzaffer olmak ve düşmanları yenmek senin bayrağının altındadır.
Ve şunu da iyice bilsinler ki, soy temizliği bir haslettir ki, Tanrı onu yalnız Türklere vermiştirxii.
Yine onun hakkında 423/1031’de şöyle söylüyor:
Senin soy temizliğin vesaire gibi, şahsî olmayan meziyetlerin dahi olmasaydı, yaptığın işler ve şahsî meziyetlerin senin için dayı ve amcadan alacağın övgülere ihtiyaç bırakmazdı.
Bununla beraber mensup olduğun ulusun şeref ve meziyetleri de unutulur ve karşısında susulur şereflerden değildir. Onlar düşmana öyle bir kılıç atarlar ki, onların karşılarındaki düşmanlar kılıç kullanmasını bilmeyen hayvanlar kesilirler…
Onlar öyle bir ulustur ki, çocukları daha buluğa ermeden ağır başlılık ve düşman karşısında sebat ve mukavemet devresine ererler.
Onlar ile düşmanlık yapacak olursa, onlar helak denizleridirler. Fakat kendileri ile güzel geçinilecek olursa, o denizlerin bu sefer lütuf ve kerem deryaları oldukları görülür.
Eğer ey Emîru’l-Cuyûş Anuş Tegin!.. Onlar için övünecek senden başka biri olmasaydı, herkes Türklere bu şeref yeter derlerdixiii.
Bu da Emîru’l-Cuyûş Anuş Tegin hakkındadır:
Senin kılıcın insanların canlarına hâkimdir. Dilerse onları öldürür, dilerse onları azat eder.
Şayet senin atalarının oğullarının cömert olmadıklarını kabul etsek bile, senin onlardan olman onların herkesten üstün olmalarına yeter.
Biz seni; eskiden gelip geçmiş olan kumandanlara; onların izlerine tabi zannediyorduk. Fakat senin gösterdiğin harikalar, senin ayrı bir ilhama mazhar olduğunu gösterir.
Senin yüzün savaş meydanlarında tozdan bir peçe örtmedikçe, hak ve hakkaniyet yüzündeki örtüyü ebediyen açmaz.
Sen bir kabileyi vurmayı kurduğun vakit, o kabile içinde hemen yetim çocuklar ve dul kadınlar çoğalır.
Senden inlerindeki aslanlar; yer altındaki ejderhalar dahi korkar.
Muzaffer Anuş Tegin öyle bir zattır ki, zaman onun çizmiş olduğu çizgiden dışarı çıkmaz.
Hilâfetin kılıcı (Anuş Tegin) azmedince, isterse yeniden bir devlet ve hükümet kurar ve istediği devleti yıkar.
Sen daima neticelerin onun dediği ve istediği gibi çıktığını görünce, onun dediklerinden astroloji bildiğine kanaat getirirsin..
Savaş somurttuğu ve somurtkanlığı uzun sürdüğü vakit, yalnız onun yüzünü senin fetihlerin güldürür ey Anuş Tegin!..
Rumların da uykularını kaçırdın. Onların gözlerine uyku girmiyor. Uyuyanları da rüyalarında senin askerlerinin hücumlarını görerek uykularından korku ile uyanıyorlar.
Sen onlara yaklaşınca başlarına gelecek felaketlere akılları erdi. Fakat ne yapsınlar… Bunu bildikleri hâlde zarurî yiğitlik taslamak istediler.
Yetiştirmiş olduğun yiğitlerini ve düşman pazarlamayı öğretmiş olduğun aslanlarını Irak üzerine sal. Deylemîler (Büveyhoğulları)xiv’in orayı istilaları uzadı.
Oraya aslanlarını gönder de, dünyanın gözü Türk Adudu’d-devlexvliği nasıl olur görsün!..
Dünyadan her nereyi istiyorsan iste… Al!.. Halep dünya memleketlerinin hepsine bir merdivendirxvi.
Bu da Emîru’l-Cuyûş Şerefu’l-Me‘âlî hakkında:
Ey Şerefu’l-Me‘âlî! Sen herkesten ileri geçerek, şan ve şeref yularını eline aldın. Şan ve şeref yuları yalnızca sana verildi.
Gösterdiğin güzellikler ve büyüklükler bizim bu konuda işitip de şüphe etmiş olduğumuz, olacağına ve bulunabileceğine ihtimal vermediğimiz büyüklükler, haberlerinin doğruluğunu bize kabul ettirdi ve şüphemizi ortadan kaldırdı.
Bundan evvel biz eski padişahların haberlerini işittikçe omuz silker geçerdik; bunlar olamaz derdik.
Fakat sen geldin, bize öyle harikalar gösterdin ki, şimdiye kadar duyduğumuz en büyük haberler senin bize gösterdiklerinin yanında pek küçük kaldıxvii.
Bu da onun hakkındadır:
Onun yüksek himmetleri Simâk yıldızının üzerindedir.
Ve onun erdemlerini (menkıbelerini) düşmanları saklayamamaktadırlar. Güneş gizlenilebilir mi?
Asker onunla, onun askere vermiş olduğu hamaset ve şecaatle kıymet kazandı, zamanla herkes tarafından yeriliyorken, onun yüzünden övülmeye başladı.
Sana insanlar rütbece nasıl denk olabilirler ve seninle nasıl eşitlik iddia edebilirler ki, sen onlar uyurken, uyumayarak yol almış ve ilerlemiş bulunuyorsunxviii.
Bu da Muzaffer Anuş Tegin hakkındadır:
Sana düşmanlık taslayanlar ellerinden bütün kuvvet ve kudretlerinin gideceğine hazırlansınlar. Ve karşına çıkanlar da yenileceklerini bilsinler.
Rumlar seninle hemen anlaşmaya ve senden derhal eman istemeye karar verirler ve bu hususta hiç de fena yapmadılar.
Onların deniz gibi orduları çalkalanıyor ve dalgalanıyordu. Fakat her denizi ufak bir ark gibi bırakan koca derya (Anuş Tegin) ona hiçbir önem vermedi.
Günler ki; geçmiş zamanlarda nice bin kahramanları görmüş ve onun gözünün önünden nice bin yiğitler geçmiştir. Ona “Muzaffer Anuş Tegin gibi gördün mü?” diye sorulacak olursa, “Hayır!” diye olumsuz cevaplar verecektir.
Ey muzaffer! Ben seni öyle bir yüce rütbede görüyorum ki, İran’ın gelip geçmiş olan Kisrâlarından hiçbiri onun en aşağı derecesine bile yetişememiştirxix.
Bu da onun hakkında 430/1039’de Şeker Bayramı tebriğidir:
Senin mensup olduğun ulustan başka bir ulusta katiyen senin gibi bir kimse gelmiş değildir. Senin ulusun seninle istediği gibi iftihar etsin.
Bütün padişahlar senden korkmaktadırlar. Korkularından onların elçileri daima gelip, senin huzurunda ayakta durmaktadırlar.
Bazen bu korku; senin huzurunda o elçiler ile kendi hükümdarlarını da toplamaktadırlar.
Etrafa saçtığın keremlerinle sağanak yağmurları utandırdın. Bu keremlerin gösteriyor ki, sen cömert olan kimselerin oğlusun.
Dalların verdiği meyveler o dalların köklerini gösterir. Bak yağmurlar olmasa sel olur mu?
Senin mensup olduğun kavmin şan ve şerefi gizli değildir. Senin yaptığın her güzel ve yüksek iş, senin kavminin büyüklüğünün ve yüksekliğinin ayrı bir delilidir.
Sen, övgüleri daima kendisinden evvel gelip geçmiş olan atalarına borçlu olanlardan değilsin.
Senin şahsî olan faziletlerin vardır ki, onlar en yüce dereceye varmıştır. Öyle ki, en ufağı bile en büyük faziletlerden büyüktür.
Bir ufak işaret ve bir ufak söz ile uzun hutbelerin; nutukların yapamadığı etkileri yaparsın. Ve ufak bir sözle en büyük davaları çözersin.
Senin ayağının basmasıyla topraklarımız aziz oldu. Öpülmeye layık oldu.
Şam’ın dünyada eşi yoktur. Senin de padişahlar arasında eşin yokturxx.
Mubârek b. Şibl’i överken de bütün Türkler hakkında şöyle söylüyor:
O, öyle bir ulustandır ki: Düşmanlar; zırhlardan, kalkanlardan yardım dilenirlerken, onların yardımcıları yalnız ellerindeki kılıçlardır.
Düşmanların kanlarına kanmış olan kargılarıyla kazanmış oldukları ganimetleri, zengin olsun, yoksul olsun herkese verirler. Kendilerine bunlardan bir nesne bırakmazlar.
Onların yüzlerine bakacak olursan, cengaverliğin ve kahramanlığın parlaklıklarını görürsün. Keskin kılıçlar da böyle değil midir?..
Keremde onları bereket yağmurları ve kahramanlıkta savaş aslanları bulursun.
Onların savaş aletleri Hat denilen yerde yapılan kargılardır ki, bu kargılar onların gittikleri yerlere havada onlarla beraber giden ve onun askerlerinin üzerilerinde çark vuran, bazen de yere inip kanatlarını toplayan akbabaların rızklarını garanti ederler (Düşmanların kılıçtan ve kargıdan geçirilen leşlerini yerler.)
Aynı zamanda bunların ellerinde Hindistan’da yapılmış kılıçlar da vardır ki, bunlarla düşmanların başlarını gövdelerinden ayırırlarxxi.
Yine Mubârek b. Şibl hakkında şöyle söylüyor:
Senin izzetinin önünde korkularından bütün kabileler boyun eğdiler. Korkağın boyun eğmesi, yapacağı işlerin en doğrusudur.
Padişahlar sana secde ettiler. Öyle padişahlar ki, senden başkasına bunların değil secde etmeleri, boyun eğmeleri bile mümkün değildir.
Senin nail olmuş bulunduğun noktaya kimse yetişemez. Emeller onun gerisinde kalır. Oraya kadar çıkmakta bütün ayaklar topaldır.
Sen erdem elbisesini giyinmekten çekinirsin. Meğerki bu libas övgü cevheriyle süslenmiş ola.
Yeryüzünün ahalisi her taraftan dileyerek, isteyerek sana gelmektedirler. Senin kerem ve ihsanın onlara kendisini duyurdu.
Ey adımlar kısaldığı zaman (savaş kızışıp herkes ileri gitmekte adımlarını kısalttıkları vakit) adımları ve kılıçları ve kolları uzayanların oğlu olan kahraman!..
Sen kendi kavmini erişilmez bir rütbeye kadar çıkardın. Evet gökteki Samanyolu bir çayır ise de, onlar ebediyen kimse tarafından otlatılmaz.
Türklerin şerefleri yüce oldu. Çünkü sen onlardansın. Onların senden dolayı, seninle başka hiçbir ulusun iddia edemeyeceği derecede büyük şerefleri ve maharetleri vardır.
Senin hükmüne bütün dünya korkusundan boyun eğdi. Sen oturduğun yerden dünyanın dört köşesine hükmetmektesin.
Senin adın dünyanın her tarafına çabucak yayıldı. İntikamının korkusundan boş bir yer bırakmadınxxii.
Kendi çağının önde gelen şairlerinden olan İbn Hayyûs, divanındaki 117 kasidenin 35 tanesini Anuş Tegin için yazmıştır. Dört tanesini de Mubârek b. Şibl için yazmıştır. Bunlardan Halep’te hüküm sürmüş olan Mirdasoğulları hükümdarları için yazmış olduğu kasideler, Anuş Tegin için yazmış olduklarının yarısı kadardır.
524/1129’da ölen Gazzeli İbrâhîm b. ‘Usmân b. Muhammed Ebû İshâk adındaki şair de bir kasidesinde Türkleri şöyle över:
Türk askerlerinden bir zümre ki, bunların saldırmaları gök gürlemelerinin korkunç seslerini unutturdu ve o seslerin hiçbir önemi kalmadı.
Bunlar öyle bir kavimdirler ki, kendileriyle konuşulurken güzellik ve iyilikte melekler gibidirler. Fakat savaş vakitlerinde bu melekler birer ifrit olurlarxxiii.
538/1143’de vefat eden Zemahşerîxxiv de divanında (Âşir Efendi Kütüphanesi, nu: 330)xxv Türkler için şöyle söylemektedirxxvi:
Tanrı benim yardımcım olsun, ben ahu Türklerin ellerinden neler çekmekteyim. Bütün felaketlerin sebepleri onlardır. Bana her fenalık onlardan gelmiştir.
Onların yüzünden ben kendimi şaşırdım, aklımı kaçırdım. Öyle ki yer ile göğü ayırt edemiyorum.
Onların yüzü nazik ve ince ise de, huyları öyle değildir. Onlardan benim vefa ummam boştur.
Onlardan her ne zaman vefa ümidine kapılıyorsam, bu ümidim boşa çıkıyor.
Onların bana vermiş oldukları ahde vefa etmeleri mümkün müdür?!. Siz Türk dilinde vefayı ifa eden bir kelime duydunuz mu?!.
Ben o susuz kalmış insana benziyorum ki, kovasını kuyuya salmış ise de, kuyuda bir içim su yoktur.
Bu dünyada bir çok felaketler varsa da, bunların en büyüğü ve en müşkülü aşk ve sevdadır.
Öyle hasta gözlü, öyle yarı kapalı bakışlı güzeller vardır ki, onların bir bakışına rast gelirsen, o hasta sana şifalar verir.
Şarap da böyle değil midir? Kendi sersemliğini kendisi defetmez mi? Kendisinin ilacı kendisi değil midir? O hastalıkların en kötüsü veya devaların en hayırlısı değil midir?
O güzel gözler insanın ciğerine geçmekte ok gibidir. O güzel gözlülerin boy bosları da doğrulukta kargılara benzer.
Onların yüzlerinin güzelliğini siyah saçlar bir kat daha süslemiştir. Onlar sabah ile akşamı bir yerde toplamıştır.
Ah bilsem onlardan birine malik olmak benim için mukadder midir?xxvii
Yine Zemahşerîxxviii şöyle diyor:
O ne kutlu bir gündü ki, güzel Yafes kızlarından oynak ve cilveli bir kız bana hediye edilmişti.
O güzel kızın gözleri her ne kadar dar ise de, sihir ve efsunkârlığı bakımından pek geniş idi.
Bakışlarında gözlerinin karaları görünür ise de, güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kapanır idi.
Ah onunla bulunduğum günler ne güzel idi.
Onu her anışımda güzellik içinde kalıyorum. Ondan sonraki geçirdiğim hayatımın hiç tadı yokturxxix.
Zemahşerî şu şiir ile de Yafesoğulları Türkleri methediyor:
Ruhlara sevinç ve neşe veren güzel yüzler ve güzel yüzlülerdir.
Güller, nergisler, papatyalar ve bu çiçekleri ihtiva eden bahçeler hep onlardır.
Kanatlan… Durma…Onlara doğru koş, uç!..
Ta ki her sabah onların güzel yüzlerini doya, doya temaşa et.
Baharı ve baharın gösterdiği türlü türlü güzellikleri anma!..
Sana bu güzellerden gördüğün bahar yetmez mi?
Bu Yafes’in oğlu olan güzeller sabah gibidirler. Bunlara bakınca başka güzeller gece gibidirler.
Bunların gözleri nice sağlam kalpleri hasta etmiştir.
O gözler her ne kadar geniş ve büyük değil ise de, onların açtıkları yaralar büyüktür.
Onlar silahsız savaş ederler. Gözleri onların en güzel silahlarıdır.
Ben bu gözlerin aşk ve muhabbetlerinin esiriyim.
Aşk ve sevdalarından vazgeçemem.
Ve bu hususta kulağıma hiçbir nasihat girmez.
Dedikoducular, rakipler bana ne yaparlarsa yapsınlar. Hiçbirisi umurumda değil…
Ey canları yağma etmek için yaratılmış güzeller!
Allah için olsun beni öldürmeyin; ben salihler ve zahitlerdenim.
Benim gibileri öldürmek haramdır, mübâh değildir (Savaşlarda kadınlar, çocuklar, zahitler, ihtiyarlar öldürülmez) xxx.
Zemahşerî bu şiirde de Türk güzellerini övüyor:
Bana vermiş olduğun sözü yerine getirdin ve hediyemi gönderdin. Hür insan vermiş olduğu sözü yerine getirir.
Bu hediyen Türk kızlarından bir kızdır ki, onun gözleri ahuların gözlerini andırır.
O gözler insanın kalbini parça parça doğramakta kılıca benzer. Güldüğü vakit bu gözler kılıç kınına girdiği gibi, kınına girer, görünmez olur.
Onun göğsünün hacimleri henüz meydana çıkmamıştır; evet çıkmıştır. Fakat çıksa da çıkmamış gibidirxxxi.
Bu da Zemahşerî’nin Türk güzelleri hakkındaki şiirlerinden birisidir:
(Su‘dâ)’xxxii ya şöyle söyle: bizim sana ihtiyacımız yoktur. Bizi iri ve geniş gözler (Arap maşukalarının gözleri) çekmez.
Çünkü dar gözler (Türk güzellerinin gözleri) ve gözlüler bizi bizden almışlardır. Bizim aklımız ve fikrimiz onlara bağlıdır. Onlar bizim düşüncelerimizi ve hayallerimizi doldurmuşlardır.
Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür ve gülecek olursa göz kapakları siyahlıkları örter. O siyahlıklar görünmez olur.
Türk yüzleri ki –Tanrı onları kem gözlerden esirgesin– gökteki dolunaylardır, uğurlarında kimseler harç ve sarf edilecek ve yüzlerce altın verilecek yüzler bu yüzlerdirxxxiii.
Türk güzellerinin yüzlerinde insanı mest edecek noktalar vardır. Bunlardan dolayı başka güzellere bakmayın, gözlerinizi bunlara döndürün.
Tanrının yaratmış olduğu ince ince güzellikler bunlardadır. Bunların yüzlerindedir ki, insan bunlara baktıkça Tanrının kudret ve kuvvetine hayran olur.
Aynı zamanda bunlar paralayıcı aslanlardır ki, açtıkları yaralardan mesul olmazlar.
Nazarları kuvvetli olmakla beraber, bakışlarında bir tatlılık ve aynı zamanda bir kırıklık bulunan o güzellere canım kurban olsun.
Garip değil midir ki, gözlerinin kırık olmaları kuvvetli ve etkileyici olmalarıdır. Gözler kırık ve durgun olurlarsa, kuvvetli ve etkileyici olurlar.
O güzelin gözleri daralmış ise de, baktığı vakit bakışlarının gönülde açtığı yara geniştir. Zayıf olan gözler kanlar dökmektedir. Evet zayıfın kudret sahibi olmasından Tanrıya sığınılmalıdır.
O pek güzel bir dilber ise de, cefalarının sonu yoktur. Evet dünyada cefa ile sefa birbirinden ayrı değildir. Bacakları kısa ise de, gövdesi ve arkası uzundurxxxiv. Boyu da kısa olmadığı gibi uzun da değildir.
Onda birbirine zıt olan iki nesne bir yerdedir. Saçları pek uzun ve geniş, beli ise ufak ve incedir. O güzel soyunacak olursa, sarkıttığı saçlarından bir libas giyebilirxxxv.
Bir bahçede bir havuzun yanında ona aşkımı ilan ettiğim hiç aklımdan çıkmaz.
Ben ona yanağının güllerini kastederek bana bir gül ver dedim.
O bunu anlamadı, “bir saniyecik bekle, şimdi sana bir gül getiririm.” dedi. Ben de ona cevaben “Ne mümkün! Ben bir saniyecik de bekleyemem!” dedim.
Cevaben “hazırda yanak gülünden başkası yok.” dedi. Ben de ona “bu hazıra kanaat ettim ve razıyım.” dedim.
Onun seher zamanında ağzını ve dişlerini öpmek ne hoştur. Onun fidan gibi boynunu sarmak ne güzeldir (Tam karşılığı tercümesi: Onun yeni sürmüş hezaren dalı gibi salınan boyunu sardığımı gördüğüm vakit, ne güzel vakittir) xxxvi.
Bu da Zemahşerî’nin Türklere ve Türk güzellerine dair bir şiiridir:
Türk neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir.
O kızın kendi fettan, gözü de öldürücüdür. Zaten Türkün öldürücülüğü meşhur değil midir?
Bu kızın oğlan kardeşinin kılıcı her ne kadar öldürücü ve kesici ise de, bu hususta kendisinin gözü erkek kardeşinin kılıcından daha etkili ve daha keskindir.
Erkek kardeşi aldığı esirlerini azat ederse de, bunun esirleri azat kabul etmez.
Erkek kardeşi bazı insanların kanlarını döker. Bu ise herkesin kanlarını dökmektedir.
Bu kızdan vay Müslümanların başına, erkek kardeşinden de vay kafirlerin başına.
Ben o kızın hicranından ağladıkça bana güler ve güldüğü vakit gözlerinin aldığı başka bir güzellik benim gönlümü parça, parça eder.
O güzel benim hayalimde yaşattığım ülküdür. Ah keşke ben ona malik olsamxxxvii.
Oxford Üniversitesi profesörlerinden Margoliouth (1858-1896), 1903 yılında Mısır’da Sibt b. et-Te‘âvîzî’nin divanını bastırmıştır.
Anuş Tegin adlı bir Türkün oğlu olan bu şair, kendisine tekaddüm eden iki asır içinde, Arapça şiir âleminin tek bir yıldızı olarak yaşamış, Arap diline ve Arap şiirine güzellikler vermiştir. Bağdat’ta Mukâta‘ât Katipliği yapmış olan bu şair, ömrünün sonlarında gözlerini kaybetmiş ve bu acısını birçok şiirinde saymış ve dökmüştür.
Şiirlerini en güzel kelimelerle yazar ve bunlarla ince ince manalar terennüm ederdi.
Gözlerini kaybetmeden önce divanını kendisi bir yere toplamış ve bunu dört fasla ayırmıştı. Bu fasıllardan sonra yazdığı şiirlere Ziyâdât adını vermişti. Divan nüshalarının bazılarında bu Ziyâdât yoktur. el-Hucbetu ve’l-Huccâbxxxviii adlı on beş formalık bir başka eseri varsa da nüshası pek nadirdir. Kendisi 519/1125’de doğmuş; 583/1187 veya 584/1188’de ölmüştür. Bu şair 576/1180 yılında Abbasî Halifesi Nâsır Lidînillah’ı överken Türk gençlerini şöyle tanımlıyor:
Savaşlarda onun etrafını ay parçası gibi güzel Türk gençleri kuşatırlar. Başlarına daima tolga giymelerine rağmen, onların saçları dökülmüş değildir. Onların keman gibi kaşlarından attıkları oklar, kalplere isabet etmekte hata etmez. Onlar ne kadar pek giyimli ve aynı zamanda fidan boylu iseler de, savaş ateş saçmaya başlayınca kaplan kesilirler. Zırhların içinde aslan olan bu güzel gençlerin yüzleri, tolganın içinden ay gibi görünür, savaşa giderlerken hiçbir korku duymazlar. Çünkü korku kendileridir. Tutuşan ateşin kıvılcımları onlardırxxxix.
Bundan bir yıl sonra 577/1181 yılında aynı halifeyi methediyorken, Türkler hakkında şöyle söylüyor:
Senin ordundaki Türk aslanları, kargıların teşkil ettiği ormanlardan başka orman bilmezler. Onlar ceylanlar gibi iseler de, hücum ederken ürkütülmüş kurtlar gibi hücum ve hamle ederler. Ellerinde kınlarından sıyrılmış olan kılıçların yeşilimtırak yüzleri bir bahçe gibidir. Kendileri de havuzlardan bir zırh giymişlerdir (Havuzların yüzeyinde hafif rüzgârlardan meydana gelen ufacık dalgacıkların zırha benzetilmesi eskiden pek revaçta idi.) Savaş kızışınca bunlar orman aslanıdırlar. Barış zamanında da ovanın ceylanıdırlarxl.
Bu divandan başka Ayasofya Kütüphanesinde 4135 numaralı Tarâ’ifu’t-Turaf adlı kitapta Ahmed b. Muhammed b. Ehî denilen milliyetperver bir Türkün Arapça şöyle bir şiiri okunur:
Ben burunlarının ortası tümsek olan kavim ile koltuk kabartmakta isem de, kendim burunları yayvan ulustanım.
Biz, yumuşak başlılıkta deve gibi isek de, savaş değirmeni dönmeye başlayınca her birimiz bir kaplan kesiliriz.
Gözü kızmış ve kükremiş aslanların yakaladıkları avları paraladıkları gibi, düşmanlarımızı paralasak da hoşnutluk zamanında ruhbanlar gibi yavaş olur ve kan dökmekten çekiniriz.
Biz öyle padişahlar ve öyle padişah oğullarıyız ki, gökler dahi bizim dilediğimiz gibi döner.
Çocuklarımız derneklerde iken periler gibidirler. Fakat savaş için aklandıkları vakit o periler birer şeytan yavrusu olurlarxli.
Cihângüşâxlii sahibi Alâ’u’d-dîn ‘Atâ Melik el-Cuveynî de bir Türk güzeli için şöyle söylüyorxliii:
Ey Arap çölleri! Benden uzaklaşın; benim bağlarım Türk şehirlerine bağlıdır.
Ve ey iri gözlü olan güzeller, kendi kavminizin yanına gidin. Çünkü beni deli eden iri gözler değil, dar ve çekik gözlerdirxliv.
Hicrî 648/1250’de ölen Eydemir/İyidemir’in Arapça divanı üzerine Kemâlu’d-Dîn ‘Umer b. Ahmed b. el-‘Adîm şöyle yazmıştı:
Ben, Türklerin yalnız gözlerinde sihir olduğunu zannederdim.
Fakat bu şairin divanını görünce, ondaki sihri helalin ta kendisi olan şiirleri okuyunca;
Anladım ki, sihrin hepsi –gerek göz ile gerek söz ile – onlara mahsusmuş!..xlv
ed-Dureru’l-Kâmine’de görüldüğü veçhile, ‘Abdullah b. Abdulvâhid adlı bir kimse de şöyle söylüyorxlvi:
Benim Türk oğullarından efsunkâr bir geyiğim vardır ki, onun yanaklarının gülleri tan yerinin kırmızılıklarını andırır.
Güzel ve parlak yüzle onun siyah saçları gecenin karanlığı arasındaki ayın aydınlığına benzer.
Onun yüzünü gören, ay doğmuş zanneder ve salına salına yürürken boyunu gören ona bir fidan der.
Gönlüm ateşler içinde tutuşuyorken ve gözüm gözyaşları içinde boğuluyorken o cefakâra:
“Aşkından, derd ve gamından eridim. İşte son demimi yaşıyorum. Beni visaline nail eyle…” diye yalvarırım.
Bana gözlerini süzerek “boyun boyuna gelmek günah değil midir?” dedi. Ben de bu sözlerin karşılığında “Boyun boyuna gelmek günah ise, bu günah benim boynuma olsun.” dedim.

Konular