II. ABBASÎ DÖNEMİNDE TASAVVUF ŞAİRLERİ VE ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

Özet: Tasavvuf saf olmak, güzel ahlaka sahip olmak, kâmil insan olmak gibi anlamlara gelmektedir. Bu çalışmada tasavvufun tarihçesi, bazı tasavvuf terimleri, II. Abbasî Döneminde Tasavvuf Şairleri ele alınmış ve şiirlerinden örnekler verilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, ahlak, vecd, nefis, Allah, yakınlık, uzaklık, visal, firak, aşk, sevgi, ölü.


Sufism Poets in the Second Abbasid Period and Some Examples of Their Poems

Summary: Sufism means being purity, good morality, being perfect man. İn this article, we took up history of sufism, some sufism terms, examples of sufis poets in the Second Abbasid Period. Beside we gave examples about poems of those poets.

Keywords: Sufism, morality, ectasy, flesh, The God, closness, remoteness, union, separation, passion, love, dead.





















A.Tasavvufun Anlam Çerçevesi ve Tarihçesi
Tasavvuf, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak, güzel ahlak ile ahlaklanıp kötü ahlaktan vazgeçmek, Hakka bağlılık,i gerçekleri almak, mahlukatın elinde olan şeylere gönül bağlamamak,ii zamanın en uygun vaktinde kulun her an Hak ile meşgul olmasıiii gibi anlamlara gelmektedir. Bunun yanında, sof(yün) giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak, suffe ashabı gibi yaşamak, kimseden incinmemek, kimseyi incitmemek, nefsinde fânî, hak ile bakî olmak, kamil insan olmak mânâlarındaiv kullanılmaktadır.
H.İkinci asırda zühde sarılanlara “sufî” deniliyordu. Çünkü bu zahidler yün giymeye çok rağbet gösteriyorlardı.v Sufî lakabını taşıdıklarında şüphe olmayan Ebû Haşim es-Sufî (H. 153.), Rabiatü’l-Adeviyye (H. 135) ve Şakik el Belhî (H. 153) hep aynı devrin insanlarıdır. Başta Basra olmak üzere İslam âleminin muhtelif yerlerinde gruplar halinde görülen bu insanların meslek ve meşreplerine ad bulmak ihtiyacı hissedilmiş ve sufiliklerinden ilham alınarak, “tasavvuf” kelimesi seçilmiştir. Tasavvuf kelimesinin Ashâb-ı Suffa, Benu Sufe, Safevî, Yunanca hikmet mânâsına gelen sophia kelimelerinden doğduğu ileri sürülmüş, ancak “suf” yani “yün” üzerinde daha fazla durulmuştur.vi
Suf ismi Hz. Muhammed döneminde yoktu. Bu kelime tabiîn döneminde söylenmeye başlandı. İslamiyet ilk zamanlarında nefislerini riyazet ve zahidliğe vakfedenlere “zahid, abid” gibi isimler veriliyordu. Daha sonraları ise, zahidâne hayata sulûk etmiş kimselere “sufî” dendi.vii
Tasavvufun gayesi ahlâkın kemal mertebesine varmak için, her hususta Hz. Muhammed’in gittiği yoldan gitmek ve ruhun, cismin üzerine galibiyetini temin için alınan tedbirlerdir.viii
Tasavvufun konusunu, nefsini bilmek, kalbini bilmek, nefsini temizlemek, kalbini temizlemek, mükâşefe, müşâhede, makamlar, kurb, vusul(visal), fena, baka, sekr, işaret ve ilham gibi kavramlar oluşturmaktadır.ix
B. Tasavvuf Şairleri
1-Hüseyin b. Mansur el Hallâc
Hüseyin Mansur b. Hallâc’ın, M. 857 yılında Horasan’da, Merv’de, Nisabur’da, Rey veya Cibal’de dünyaya gelmiş olabileceği rivayet edilmektedir.x Genç yaşında sufîlerden Sehl Tüsterî ile Amr Mekkî’nin yanlarında kendisini tasavvufa verdi, pek sıkı ve şiddetli bir itikâf hayatına kapandı ki bu hayat bir müddet sonra vaaz ve irşad seyahatleri ile fasılalara uğramıştır. Üçüncü haccı sırasında (H. 288) Arafat’ta vakfede iken, kendisinin tezlil edilmesini ve nefsine azap olunmasını halktan alenen talep etmişti. Daha sonra Bağdat’a giderek şehir sokak ve pazarlarında şeriat ahkâmına göre kesilen hayvanlar gibi, kurban edilerek bütün Müslümanlar namına canını feda etmek istediğini söylemiş ve oraya yerleşmiştir. El Mansur camiinin içinde cemaate hitap ederek, “Allah benim kanını sizlere helal etti, beni katlediniz, beni öldürmek Müslümanlara farz olmuştur” şeklinde sözler söylediği rivayet olunmuştur.xi
Bir gün de, “Ben Hakkım” demiştir. Bir başka seferde, “Bu cübbede Hak vardır” diyerek, zahiren dine uygun olmayan sözler söylemiştir. Hallacın bu ve benzeri sözleri zamanındaki insanları iki gruba ayırmıştır. Bazıları onu tekfir ederken, bir kısmı da onun büyük bir insan olduğunu söylemişlerdir. xii Mutasavvıfların bir kısmı da onu kendilerinden saymamaktadırlar. Ancak onu Rabbanî bir âlim, Nebî ve sıddiklerden sonra gelen “muvahhid” olarak vasıflandıranlar da olmuştur.xiii Onun kâfir olmadığını söyleyenler, Hallac’ın bu sözlerinin şiddetli muhabbetten ve vecdden kaynaklandığını ifade etmektedirler.
Hallac ilk dönemlerinde zâhid ve sufî idi. Birçok kerametleri vardı. Yaz meyvelerini kışın, kış meyvelerini yazın keramet olarak çıkarıyor halka yediriyor, elini havaya kaldırıp indirdiğinde avucunun içinde, “Allah birdir” yazan paralar bulunduğu görülüyordu. İnsana ne yaptıklarını, evde ne yiyip içtiklerini, içinden geçirdiklerini haber veriyordu. Bu sebeple ona “Hallac” isminin verildiği söylenmektedir.xiv
Etrafında toplanan insanlardan bir kısmı Allah’ın onda hulul ettiğine inanmaya başlamışlardı. Bazı insanlar ise onun “veli” bir kul olduğunu, bir kısımları da “sihirbaz” olduğunu ileri sürüyorlardı.xv
H.309 (M. 992) yılında ayakları ve elleri kesilerek öldürülen Hallac’a yöneltilen suçlama onun Allah olduğunu ve İslam’ın mümin için farz kıldığı ibadetlerden muaf olduğunu söylediği iddiası ise de, onun işkence ve idamında siyasî fitnenin kesin amil olduğu da bildirilmektedir.
Hüseyin b. Mansur el Hallac, üzerinde çeşitli spekülasyonlar yapılan bir mutasavvıf olmasının yanında, aynı zamanda bir tasavvuf şairidir.xvi Onun şiirleri tasavvufla ilgili olduğundan derin mânâlar taşımaktadır. Hallac’ın inceleyebildiğimiz şiirleri arasında tasavvufun dışında hiciv, medih, gazel gibi her hangi bir şiir türüne rastlanmamıştır. O şiiri duygu ve düşüncelerinin bir aracı olarak kullanmıştır.
İbn-i Nedim, onun “Şia”ya mensup olduğunu söylemektedir.xvii Üçüncü Mekke ziyaretinden sonra Hallac, tamamen değişmiş olarak Bağdat’a döndü. Bu değişmede onun Allah ile aynılaşma duygusu daha da pekişmiş gibidir ki, Allah ile daha yakın şahsî ülfete girmiştir. Ayne’l-cem’ adı verilen bu ben-sen arasındaki şahsî ünsiyet halinde sufînin bütün fiillerine, düşüncelerine ve emellerine Allah tamamen sirayet etmiştir. Fakat ona göre, bu ittihad Bestamî’nin görüşünde olduğu gibi, zatın bütünüyle ifnası ya da iptaliyle sonuçlanmaz, bilakis onun yükselmesi ve sevgiliyle ittisali ile sonuçlanır.xviii



Hüseyin b. Mansur el Hallac’ın Tasavvufla İlgili Şiirlerinden Örnekler.
Hallac dünya, hulul, vecd gibi hususlarda değişik kaynaklarda beyitlerine rastlanmaktadır.
Dünya ile ilgili bir şiirinde Hallac şunları söyler:
“Mugalata yapıyor dünya hep bana/ Bilmiyor muşum gibi sanki halini./ sakındırdı haramından beni Allah / Ben de helaline de dedim illallah.
Buldum kıvranırken ihtiyaçtan onu/ bağışladım lezzetini dünyaya.”xix
Şairin bu mısralarında tasavvufun ileri bir boyutunu görüyoruz. O da “helallerden de uzak kalma” düşüncesidir. Bu düşüncenin İslam inancında “ifrat” bir durum olduğunu söylemek mümkündür.
Bir başka beytinde ise daha da ileri gider ve şöyle der:
“Yok ihtiyacım dünyaya da benim, yok./Ulaştım her şeye, terk edip dünyayı çok.”xx
Şairin burada tasavvufî bir tabir olan “vasl”ı kullandığını görüyoruz. Vasl, Gâib olan Allah’a ulaşma, sevgiliye kavuşma, ona erme, onunla olma anlamlarına gelmektedir.xxi İnsanın Allah’la vuslata ermesi tasavvufta bir mertebedir. O mertebeye ulaşan bir kimsenin, Allah’ın dışındaki şeylere hiçbir kıymet vermediği anlaşılmaktadır. Halbuki tasavvufî bir gözle değil de normal bir gözle baktığımızda insanın hem hayatını devam ettirmek, hem de âhireti kazanmak için dünyaya muhtaç olduğu anlaşılmaktadır.
Hallac, tasavvuftaki hulul nazariyesine inanmakla itham edilmektedir. Bu ithama sebep olan bir şiirinde şöyle der:
“Severim ben birini; severim kendimi;/ İki ruhuz biz, hulul eden bir bedene/. Beni gördüğünde, görürsün sen hep O’nu/ O’nu gördüğünde de görürsün hep beni.”xxii
Hulûl, bir şeyin diğer bir şeye girmesi anlamına gelmektedir. Tasavvufta bu kavram, Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı mânâsında kullanılmaktadır.xxiii
Hulûl konusunda Hallac şu beyitleri de söylemiştir:
“Hani amber miskte olur ya/Ruhumda sen varsın öylece /Hani siner ya şarap suya,/ ruhun bana siner öylece”
Hallac, vecd ile ilgili de şunları söyler:
“İstemem sevap için seni / Ya Rab ver azabını bana././Tattım ben bütün lezzetleri /Vecd ile azabın dışında.”xxiv
Şairin burada zikrettiği vecd, kasıt ve zorlama olmaksızın tasavvuf yolunda giden bir kimseye gelen ve kalbine tesadüf eden, onu kendinden geçiren bir durumdur.xxvŞairin bu beyitleri, manevi olarak kendisinden geçtiği bir zamanda söylediği anlaşılmaktadır. Yoksa normal düşünebilen bir insanın Allah’ın azabını istemesi mümkün değildir.
2. Ebu’l-Kasım el Kuşeyrî
Abdülkerim b. Havazin b. Abdilmelik b. Talka Ebu’l-Kasım el Kuşeyrî’nin H. 376’da Nişapur civarındaki Ustuva mahallinde dünyaya geldiği ve H. 465’dexxvi yahud 416’da vefat ettiği bildirilmektedir.xxvii
Arapların büyük Kuşeyr kabilesinden olduğundan dolayı bu lakabı alan Ebu’l-Kasım el Kuşeyrî, küçük yaşlarda Arapça öğrendi ve edebiyat tahsili gördü. Daha sonra Ebû Ali Hasan Ali ed-Dahhak’a intisab ederek tarikata girdi. Hocasının tavsiyesi ile devrin önemli âlimlerinden fıkıh, kelam, hadis, tefsir, şiir, kitabet, tasavvuf ve edebiyat gibi ilimleri öğrenen el Kuşeyrî, kısa zamanda tasavvufta en yüksek bir üstat mevkiine ulaştı. Edebiyat ve hitabet konusunda onun yüksek meziyetlerini öven bir zatın, “iblis onun vaaz ve nasihat meclisinde bulunsa idi, muhakkak tövbe ederdi” demiştir.xxviii
Bütün kaynakların bildirdiğine göre, Kuşeyrî, ilim ve tasavvuf sahasında elde ettiği meziyetlerin dışında, cesaretli olmak, iyi bir binici olmak, çok iyi silah kullanmak, Arapça çok iyi şiir nazmetmek ve nesir yazmak gibi şahsî meziyetlere sahipti.
Selçuklu devletinin kuruluşu ve İran’ı istilası sırasında Nişapur’da bulunan Kuşeyrî, Bu devletin kurucu olan Tuğrul Beyle birçok defalar görüşmüş, ona nasihat etmiş, ancak onun döneminde veziri Amir el Mülk el Kundurî’nin siyasî ihtirasları ve hükümdarı kışkırtması ile hapse atılmıştı. Hapisten kurtulduktan sonra Hacca gitmiş, Sultan Alparslan’ın hükümdar olmasından sonra da tekrar memleketine dönmüş, ömrünü hadis yazdırıp eserlerini okutmakla geçirmiştir. Altı oğlu olan Kuşeyrî’nin 13 eserinin bulunduğu, küçük risaleleri ile birlikte kütüphanelerde 20’ye yakın eserinin mevcut olduğu bildirilmektedir.xxix
Kuşeyrî, tasavvuf tarihi bakımından birinci derecede önemli olan isimlerden birisidir. Onun tasavvuf anlayışı şu şekilde ifade edilebilir: Oldukça mistik, ama daha çok dogmatik. Azamî derecede sufî lakin daha fazla müteşerri... Mümkün olduğu kadar batınî bilgilere aşina olan bir arif, ama daha çok zahirî ilimlere vakıf bir âlim... Onun risalesi sayesinde zahir-batın, şeriat-hakikat, tasavvuf ve nakil barışmış ve kucaklaşmıştı.xxx
Kuşeyrî’nin Tasavvufla ilgili Şiirlerinden Örnekler:
Kuşeyrî’nin şiirlerinde Hallac’ın şiirlerinde olduğu gibi vecd halinde söylenen anlaşılması zor ifadeler görülmez. Onun şiirleri sade ve anlaşılır ifadelerle nazmedilmiştir.
Nefis ile alakalı olarak şöyle der:
“Alıkoyman nefsini kötülüklerden /daha hayırlıdır senin için, sabret./
Masiva sevgisiyle olmak imtihan,/ancak getirir sana hakaret, zillet./
Sakın onlardan, sakın sen, an Allah’ı/.
Daha evla, daha büyüktür sevabı.”xxxi
Şaire göre insanın Allah’a isyan etmemesi ancak nefsine sahip olmakla mümkündür. Nefse sahip olmak da sabırla gerçekleşir. Bu yüzden nefse değil, Allah’a itaat etmek gerekir. Allah’ın vereceği ecir, insanın isyan ile aldığı lezzetten büyüktür.
Kuşeyrî, uzun emeller ile alakalı olarak da, “Uzun emel besleyen, ulaşamaz ona. Teselli olmak için bakar tadına./ Ben o tesellinin ömrümde bakmadım tadına.”xxxii
Kuşeyrî, sahip olduğu arzularının çoğunun da gelip geçici olduğunu şu mısralarla terennüm eder:
“Erdim vuslatına nelerin, nelerin,/Şimşek gibi çakıp geçti emellerim.”xxxiii
Tasavvuftaki visal ve hicran kavramlarını da şu şekilde dile getirir:
Kızların boynunda gerdanlık gibi,/ Uçtu gitti, güzel visal günlerim.
Hemen ardından visal gecelerinin/geldi, beyaz kıl gibi, hicran günlerim.”xxxiv
Kuşeyrî bu beyitlerinde visal gecelerini, genç kızların boyunlarındaki inci gerdanlığın güzelliğine, hicran, firak günlerini ise, örgülü siyah saçların arasında çirkin görünen beyaz kıllara benzetir. Yani Allah’a ulaşmak güzeldir, ama ondan ayrı olmak pek çirkindir.
3. Ebu Bekir eş-Şiblî
Ebu Bekir eş-Şiblî, H. 247’de (M. 861) senesinde Bağdat’taxxxv veya Samarra’daxxxvi doğmuş, H. 334 (M. 945)’de Bağdat’ta vefat etmiştir. Kendisine Cafer b. Yunusxxxvii veya Dulaf b. Cahdar denildiği de kaydedilmektedir.xxxviii Aslen Horasanlı olan bu zata “Şiblî” denmesinin de, sülalesinin Horasan’da “Şible” köyünden olmasından kaynaklandığı ifade edilmektedir.xxxix
Önce memurluk yapan Şiblî, sonra Hayrü’n-Nessac’dan tövbe almış ve sufiliğe adım atmıştır.xl Zengin arkadaşlarından ve makam sahiplerinden uzaklaşanxli ve fakirlerle dostluk kuran Şiblî, sonra toplumun ileri gelenlerinden olmuştur. Cüneyd-i Bağdadî onun için, “Şiblî onların tacıdır” demiştir.xlii Şiblî, tövbeden sonra Cüneyd’in halkasına dâhil olmuş ve ondan çok istifade etmiştir.xliii
Şiblî fakih bir âlimdi. Yirmi sene hadis yazdığı, hatta İmam Malik’in Muvatta isimli hadis kitabını ezbere bildiği nakledilmektedirxliv. Şiblî eser bırakmadı ise de, onun ifrat olan sözleri, telmihleri, gariplikleri, uykuya mani olmak için gözlerine tuz serpmek gibi sıhhate zararlı hareketleri, şataha dair klasik mecmualarda muhafaza edilmiştir.xlv
Malikî mezhebine mensup olanxlvi Şiblî’ye göre tasavvuf veya sofiyye, Allah’a yönelmek ve O’na yaklaşmak demektir. Bu da onun şehvetlerinden, nefsin kötü arzularından kaçınıp, şahsiyetini Rabbanî ahlak havuzunda eritmesini, hevasını şeriata tabi kılmasını gerektirmektedir.xlvii Tasavvufun başının marifetullah, sonun ise tevhid olduğunu bildiren Şiblî, “İnsan sadık tevhide ulaşırsa bütün kötü arzularından uzaklaşır” demektedir.xlviii
“Bu âlem benim hatırıma gelmiyor. Âlemin yaratıcısı hatırında olan bir kimsenin hatırına âlem nasıl gelir?” diyen Şiblî, bu sözleriyle vahdet-i vücûd görüşünü benimsediğini ortaya koymuştur.xlix
Şiblî’nin Tasavvufla İlgili Şiirlerinden Örnekler:
Şiblî, vecd ile ilgili beyitlerinde ancak “vecd ile ayakta kalabildiğini” bildirir:
“Vecdsiz ölürdüm hasretinden ben./ Basardı kalbimi hafakanlar../ Gösterince vecd seni bende,/ her mekanda seni gördüm ben de.”l
Şiblî’ye Allah’ın mekândan münezzeh olduğu halde, her mekanda hazır ve nazır olduğu fikrini veren, onun vecd halidir. O Allah’ın kendi içinde de varlığını hissetmektedir.
Kurb Allah’a yakın olma, bu’d ise ondan uzak kalma halidir. Kurbda ilk derece, Allah’ın itaatine yakın olmak ve bütün zaman boyunca ona ibadet vasfı ile vasıflanmaktır. Bu’d ise Allah’ın emirlerine muhalefet etmekle kirlenmek, O’na karşı itaatli olma halinden uzaklaşmaktır.li
Şiblî bu konuda bir beytinde şöyle der:
“Bu’duna sabredemez senin,/ âdetindendir hep kurb O’nun.”lii
Visal ve hicran konusunda ise şöyle der:
“Alıştırdınız beni visale, ne hoş,/ attınız beni hicrana, ne zor.”liii
Burada şair, zahiren şeyhine visal ve ondan hicranı zikretmekte, ama asıl olarak Allah’a visal ve ondan ayrı kalmayı kastetmektedir.
Şair aşk ile ilgili de şöyle der:
“Aşığım ben insanların gözünde, doğru,/Kimse bilmez ki, benim aşkım kime doğru.”liv
Zühd ve tasavvuf anlayışında aşk, ilahi bir anlam taşır. Bu sebeple Şiblî, bu beyitlerde kendisinin hak aşığı olduğunu dile getirir.
Allah adına olmayan sevgilerin nasıl boşa gideceğini ise şu beytiyle terennüm eder:
“Çürümüş kemiklerim dirilir bir gün/ Boşa gider hep sevgileriniz o gün.”lv
Şair bu beytinde, Allah için olmayan sevgilerin nasıl havada kalacağını hatırlatıyor.
Ölmeden evvel ölmek sırrını ise şu şekilde dile getirir:
“Diri zannedersin beni sen, ölüyüm ben, ölü./ Ağlar bir yanım öbür yanıma, hicrandan ötürü.”
Burada şairin, kendisini hayatta iken ölü farz ettiği ve nefsin kötü arzularından böylece uzak kalmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Şairlerin şiirleri ile ilgili daha fazla örnekler vermek mümkündür. Ama biz bir makale çerçevesinde bu kadarla iktifa ediyoruz.
Sonuç: II. Abbasî Döneminde tasavvuf şiirleriyle ön plana çıkan üç şahsiyet gözükmektedir. Bu şairler tasavvufun ön gördüğü ahlakı yaşayan insanlardır. Kuşeyrînin bazı şiirlerini, Hallac ve Şiblî’nin ise çoğu şiirlerini manevî sarhoşluk ya da vecd halinde söyledikleri anlaşılmaktadır. Bu yüzden ancak tasavvufla ilgilenenlerin anlayabileceği kurb, bu’d, visal, firak, hicran, hulul gibi terimleri sıkça kullandıkları görülmektedir. Mutasavvıf şairlerin, tasavvuf şiirlerinin dışında hiciv, medih, fahr, mersiye gibi şiir örneklerine rastlanmamıştır. Şairlerin kendi ifadelerinden, tasavvufta en yüksek mertebe olan vahdet-i vücud mertebesine ulaştıkları ve şiirlerine de bu anlayışı yansıttıkları anlaşılmaktadır.

Konular