İBN TÜRKE’NİN İSLÂM DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ

İBN TÜRKE’NİN İSLÂM DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ
Doç. Dr. Ali Kürşat TURGUT
Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü İslam Felsefesi ABD. Öğretim Üyesi
akursat01@hotmail.com
ÖZET
İslâm düşüncesinin entelektüel yönünü oluşturan kelâm, felsefe ve tasavvuf alanında Müslüman
düşünürler, söz konusu sahalardaki yetkinlikleri ve yapmış oldukları çalışmalar ile öncü rol üstlenmişlerdir.
Mâtürîdî, Fârâbî, İbn Sînâ, Sühreverdî el-Maktûl ve İbn Arabî gibi düşünürler, İslâm düşüncesinde belli
alanlarda hem birer ekol kurucusu olmuşlar hem de kendilerinden sonra ve farklı alanlarda çalışma yapan
âlimleri etkilemişlerdir. Adı geçen filozoflar ve onların takipçileri, verdiği eserlerle hem Doğulu hem de
Batılı pek çok araştırmacının ilgi odağı olmuştur. Örneğin İbn Arabî, ortaya koyduğu fikirlerle hem İslâm
tasavvuf sahasında yeni ekollerin oluşmasına katkıda bulunmuş hem de kelâm ve felsefe alanında çalışma
yapan âlimleri etkilemiştir. Bu bağlamda İbn Arabî’nin fikrî öncülüğünde temelleri atılan İrfân felsefesi
geleneği düşünürün etkisini göstermesi açısından önemli bir örnektir. İbn Türke olarak bilinen Ebȗ
Muhammed Sâinüddîn Ali b. Muhammed el-Hucendî el-Isfahânî eş-Şâfiî de İrfân felsefesinin XV.
yüzyıldaki en önemli temsilcisidir.
İbn Türke, 1369 yılında Isfahan’da doğan ve hayatını bu bölgede geçiren düşünür, İslâmî ilimlerin
pek çok sahasında hayli eser vermiştir. Onun Meşşâî ve İşrâkî felsefesiyle İbn Arabî’nin düşüncesi arasında
bir sentez kurma teşebbüsü, bunu da Kitâbü Temhîdi’l-kavâid’inde gerçekleştirmeye çalışması, İbn
Türke’nin İslâm düşünce tarihindeki önemine işaret etmektedir. Biz bu tebliğde, çok yönlü bir düşünür
olmasına rağmen ülkemizde ilim çevrelerince ismi dahi pek bilinmeyen İbn Türke’yi tanıtmaya çalışacağız.
Buna ek olarak onun bazı felsefî görüşlerini de ele almaya gayret edeceğiz.
Anahtar Kelimeler: İbn Türke, İrfan Felsefesi, İbn Arabî.
IBN TURKA’S SITUTATION IN ISLAMIC THOUGHT
ABSTRACT
In theology, philosophy and mysticism which constitutes the intelectual aspect of Islamic thought
muslim thinkers took on leader role by their works and capabilities in the mentioned fields. Muslim thinkers
like Maturīdī, al-Fārābī, Ibn Sīnā, Suhrawardī al-maqtūl and Ibn al-Arabī are both the establisher a school
and they effected to the scholars who come after them and worked in various sciences of Islamic thought.
The aforesaid thinkers and their followers are the centre of attention to both eastern and western researchers
through their works. For instance, Ibn al-Arabī on the one hand contributed to occuring new schools on the
other hand he effected to the scholars who worked in theology and Islam mysticism (tasawwuf). In this
context, the tradition of mystical philosophy which founded by Ibn Arabī’s leadership is a significant
sample in terms of showing the influence of Ibn Arabī. Abū Muḥammad Ṣā’in al-Dīn Alī b. Muḥammad
al-Khujandī al-Iṣfahānī al-Shafiī as a known Ibn Turka is a important representative of the msystical
philosophy in fifteenth century.
Ibn Turka who was born in Iṣfahān in 1369 and spended his life in this area, gave many works in
differrent field of Islamic sciences. His synthesize attempt between peripatetic and illumunation philosophy

 Bu tebliğ, yazarın İbn Türke Metafiziği adlı eserinden yararlanılarak üretilmiştir.
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
300 | P a g e
and Ibn al-Arabī’s thought, also his struggling to verify in his famous work titled Kitāb al-Tamhīd alQawāid
make a sign to importance of Ibn Turka in history of Islamic thought. In this presentation, we
struggle to introduce Ibn Turka who has been not known in our country even academic fields despite being
his versatile thinker. In addition to this, we try to deal with his some philosophical ideas.
Keywords: Ibn Turka, The Mystical Philosophy, Ibn al-Arabī
GİRİŞ
İslâm düşüncesi kelâmla başlayıp Meşşâî felsefeyle en özgün eserlerini vermiştir. Bu parlak dönemin
Gazzâlî veya İbn Rüşd’le sona erdiğini iddia etmenin altında birçok sebep varsa da, böyle bir savı öne
sürmenin en önemli nedeni, İslâm düşüncesine bütüncül bir perspektiften bakamamaktan ileri geldiği ifade
edilebilir. Adı geçen düşünürlerin kelâm ve felsefeye olumlu ve olumsuz katkıları olduğu ileri sürülmüştür.
Ancak eğer bir düşünce geleneğinden bahsediliyorsa, orada sürekliliğin olmaması düşünülemez. Bu yüzden
özellikle sosyal bilimlerde birbirinden bilgi alışverişinin ve bu esnada gerçekleşen karşılıklı etkilenmelerin
olması kaçınılmazdır. Belki bu, bilgi anlamında tecdidin önünü açan en önemli bir unsur olsa gerektir.
Kelâm ilmi, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet (Eş’arîyye-Mâtürîdiyye) ekolleri üzerinden İslâm düşüncesinin
entelektüel tarafını temsil ederken, gerek konu veya meselelerinin gerekse yöntemlerinin gereği felsefeye
bîgane kalamamıştır. Onların felsefeyle irtibatı, kelâm ilmini zayıflatmaktan ziyade ona farklı ilmî açılımlar
kazandırmıştır. Nitekim Gazzâlî ile başlayıp Fahreddîn er-Râzî ile zirveyi yakalayan kelâmın felsefeden
etkilenişi ortaya konulan eserlerle günümüze kadar canlı bir halde hayatiyetini devam ettirmiş ve
ettirmektedir.
Meşşâî felsefenin en önemli siması olan İbn Sînâ’nın farklı felsefî bakış açıları, kendisinden sonra pek
çok disiplini doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiştir. Bu etkilenmeler, kimi zaman onun düşüncelerini
takip ederek ve aktararak olduğu gibi, kimi zaman da onu eleştirip yeni fikirler ortaya koyarak
gerçekleşmiştir. İşrâkî filozof Şehâbeddin Sühreverdî de hem İbn Sînâ’nın felsefî birikiminden hem de
farklı kaynaklardan etkilenerek yeni bir anlayış meydana getirmiştir. Sühreverdî’nin düşüncelerinin
yansımaları sadece felsefe sahasında değil, nazarî tasavvuf alanında da görülmüştür. Özellikle İbn Arabî ve
talebesi Sadreddin Konevî ile felsefenin tasavvufa tesiri çok önemli gelişmeler vücȗda getirmiştir. Bunun
neticelerini Osmanlı ve İran coğrafyasında pek çok düşünürün vermiş olduğu eserlerde görmekteyiz.
Özellikle İran havzasında İbn Arabî’nin temsilciliğini yaptığı bu gelenek, klasik tasavvuftan farklı bir
zeminde kendisine yer bulmuş ve adına İrfanî anlayış denilmiştir. Osmanlıda da söz konusu anlayış sadece
tasavvuf adı altında temsil edilmiştir. Ancak şunu söylemeliyiz ki, gerek Osmanlı gerekse İran çevresinde
oluşan adı geçen geleneğin en önemli yönü felsefeyle iç içe olmasıdır.
İrfan anlayışının düşünce bakımından İbn Arabî ile en üst seviyeye ulaştığı kabul edilmektedir. Ancak
bu anlayışın gelişmesinde katkıları bulunan önemli düşünürleri göz ardı ederek İrfan geleneğinin tarihî
serüvenini tam olarak anlamak pek mümkün gözükmemektedir. Zira Sadreddin Konevî, Dâvȗd el-Kayserî
ve Molla Fenârî gibi âlimler kendilerinden sonra ortaya çıkan düşünür ve anlayışlara ortam hazırlamışlardır.
İşte İslâm düşüncesinde İrfan geleneğiyle devam eden felsefî anlayışın on beşinci yüzyıldaki en önemli
taşıyıcılarından biri de Sâinüddîn İbn Türke el-Isfahânî’dir.
Ülkemizde henüz tanınmayan ve çok yönlü bir düşünür olan İbn Türke, İslâm düşüncesinin farklı
sahalarında eserler kaleme almış bir âlimdir. Onun, özellikle Temhîdü’l-Kavâid adlı eseri, mezkȗr gelenekte
önemli bir yerde durmaktadır. İbn Türke, buraya kadar isminden bahsettiğimiz filozof veya düşünürlerin
farklı konulardaki görüşlerinden istifade ederek kendine göre bir sentez yapmaya çalışmıştır. İbn Türke’yi
sadece İbn Arabî’nin sadık bir takipçisi olarak görmek düşünce bakımından onu sınırlandırmak anlamı
taşır. Zira İbn Türke yeri geldiğinde İbn Arabî’yi örnek alırken, yeri geldiğinde de onun görüşlerine
katılmayıp farklı kanaat ortaya koyan bir düşünür vasfına sahiptir.
1- İBN TÜRKE’NİN HAYATI VE ESERLERİ
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
301 | P a g e
1.a. İbn Türke’nin Hayatı ve İlmî Şahsiyeti
İslâm düşünce tarihinde önemli şahsiyetlerden biri olan İbn Türke’nin asıl adı, Ebȗ Muhammed
Sâinüddîn Ali b. Muhammed b. Muhammed el-Hucendî el-Isfahânî eş-Şâfiî’dir. Yaklaşık olarak 770/1369
yıllarında Isfahân’da doğduğu bilinen ve Şâfiȋ mezhebine bağlı bir çevrede yetişen İbn Türke’nin ailesi,
Nizamülmülk döneminde Türkistan bölgesindeki Hucend’ten Isfahân’a göç etmiştir. Isfahân’ın Timur
tarafından işgalinden sonra da hükümdar, İbn Türke’nin ailesinin Semerkand’a sürülmesini emretmiştir.
İbn Türke’nin isminde bulunan el-Hucendî nisbesinden hareketle onun atalarının Hucend’li olduğu
söylenebilir.
Hucend, Tacikistan’da bir şehir olup, aynı zamanda bu şehrin merkez olduğu idari bölgeye de denir.
Hucend’in İslâm kültür ve medeniyetinde önemli bir yeri vardır. Yirminci yüzyılın başlarında dahi Hucend
bölgesinde 800 cami ve doksan civarında medrese bulunmaktaydı. Bu da şehrin ilim ve kültür bakımından
ne kadar canlı olduğunu göstermektedir. Hucend bölgesinde yetişmiş veya buraya nispet edilen pek çok
âlim mevcuttur. Buna filozof ve edip Ebȗ İmrân Mȗsâ b. Abdullah el-Hucendî, matematikçi ve astronomi
âlimi Hâmid b. Hıdır el-Hucendî gibi düşünürlerin isimlerini örnek olarak verebiliriz. (Kurtuluş, 1998).
Kaynaklar İbn Türke’nin de içinde bulunduğu atalarına verilen “Türke” lakabının Hucend’ten
geldiğini ve ailenin genel olarak hem Timurlular hem de Safeviler zamanında kadılık görevini ifa ettiğini
belirtir. Ayrıca Türke soyu, İlhanlılar zamanından (yaklaşık olarak 1256-1350 yılları arası) beri ilim erbabı
bir aile olarak bilinmektedir. (Melvin-Koushki, 2012). Düşünür, hem kısmen otobiyografisini yazdığı hem
de kendisini müdafaa etmek için kaleme aldığı eserlerde zamanındaki bazı kişilerin insanlara birtakım
şeyler nispet ettiğini söyler. Örneğin, bu kimseler bazılarına Râfizî, Hâricî ve Mu’tezilî gibi sıfatlar
atfederler. Düşünürümüz bu gibi şeylerden kendisinin de nasiplendiğini belirterek, bazıları onun hakkında,
İslâm inancından inhiraf edip Cüneyd, Şiblî, Bâyezid-i Bistâmî gibi sȗfî veya mülhid olduğu iddiasında
bulunmuştur. (İbn Türke, 1378).
İbn Türke, ömrünün sonlarına doğru Herat’a gelmiş ve ölünceye kadar da bir daha bu şehirden dışarıya
çıkmamıştır. Ölümüyle ilgili farklı tarihler verilse de yaygın kanaate göre o, Zilhicce ayının 12’sinde h. 835
veya 836/ 12 Ağustos 1432 yılında 63 yaşındayken Herat’ta vefat etmiştir. (Melvin-Koushki, 2012; İbn
Türke, 1378).
İbn Türke’nin ilmî şahsiyetinin şekillenmesinde onun yetiştiği aile ortamının çok önemli bir katkısı
olmuştur. İbn Arabî’nin felsefî etkilerinden bahseden kaynakların belirttiğine göre, İbn Türke’nin dedesi
Ebȗ Hâmid Muhammed Türke Kavâidü’t-tevhîd adlı eserinde bu etkiyi çok açık bir şekilde ortaya
koymuştur. Düşünürümüz İbn Türke de dedesinin adı geçen eserine ve İbn Arabî’nin Füsȗsu’l-hikem’ine
bir şerh yazarak bu geleneği devam ettirmiştir. Ayrıca onun kuzeni Efdalüddin Muhammed Sadr Türke de
aynı gelenek içinde yer alan bir diğer isimdir. (Kamal, 2010). Düşünürümüz, dinȋ ilimlerle ilgili yirmi beş
yıl sürecek olan eğitimini büyük ağabeyi Sadreddin’den almıştır. Ağabey Sadreddin o dönemde hadis,
tefsir, fıkıh ve usȗlü’d-din sahasında meşhur bir âlimdir. İbn Türke daha sonra eğitim hayatını kemȃle
erdirmek için Isfahân’dan ayrılarak Hicaz, Mısır ve Şam’a gitmiştir. Bu bölgelerde on beş yılını ilim
tahsiliyle ve nefsini terbiye etmekle geçirmiştir. Her iki yönden kendini belli bir yetkinliğe erdiren İbn
Türke, vatanına dönerek burada ders vermeye başlamıştır. (Melvin-Koushki, 2012; İbn Türke, 1379).
İbn Türke’nin yukarıda kendisinden ilk eğitimini aldığı kardeşinin dışında başka hocalardan da ilim
tahsil ettiği bilinmektedir. Örneğin, Mısır’da Şeyh Sirâceddin Ömer b. Reslan el-Bulkînî eş-Şâfi‘î’den hadis
eğitimi almış, ilm-i hurȗfu da kitaplarında yer yer atıflarda bulunduğu Seyyid Hüseyin el-Ahlâtî’den tahsil
etmiştir. İbn Türke’ye ait yazılardan hareketle onun bir diğer hocasının da Tâcüddin Hasan el-Attâr olduğu
bilinmektedir. Onun hoca-öğrenci ilişkisi dışında mezkȗr isimlerden başka pek çok düşünürle de irtibat
halinde olduğu, onlarla sohbet edip fikir alış verişinde bulunduğu kaynaklarda mevcuttur. Bunlardan bazısı
Şah Nimetullah Veli, Şeyh Kasım Envar, Şerefüddin Ali el-Yezdî’dir. Kaynaklar İbn Türke’nin kaleme
aldığı eserlerini Yezdȋ’ye gösterdiğini ve onun da özellikle Kitâbü’l-Mefâhis gibi bazı eserlerine dipnot
veya haşiyeler yazdığını bildirmektedir. (İbn Türke, 1378).
İbn Türke, dini ilimlerden fıkıh, hadis, tefsir, siret ve dil sahalarında iyi bir eğitim almış, ancak daha
çok felsefe (hikmet), nazarȋ irfan ve ilm-i hurȗf alanında derinleşmiştir. Nazarȋ irfan ve felsefe sahasında
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
302 | P a g e
Kitâbü Temhîdi’l-kavâid, ilm-i hurûfta Kitâbü’l-Mefâhis adlı eserlerini telif etmiş, Şerhu Füsȗsi’l-hikem’de
ise adı geçen iki ilmi mezcedip uygulamaya çalışmıştır. (İbn Türke, 1378).
İbn Türke’nin ilimler arasında uzlaştırma ve onları birleştirme gayreti düşüncesinin temellerini, onun
eğitim hayatında bulmaktayız. O, felsefe, kelȃm, irfan, fıkıh, hadis ve tefsir öğrenmekle yetinmeyip,
matematik, usȗlü’l-mükâşefe, cifr, reml (kum falı) ve astronomi (nücȗm) gibi gizli ilimlerde de kabiliyetli
bir kişidir. Düşünürümüz, muhtelif ilimler ve teknik bilimleri te’lif etmenin yanında, bu alanda edebȋ ekol
tesis etmeye de çalışmıştır. Bu yönüyle İbn Türke, ilmî, felsefî ve irfanî hakikatleri yorumlayıp bunları
edebȋ üslupla izah etmeye çalışan ilk düşünür sayılabilir. Onun yapmış olduğu söz konusu faaliyetle, yazıda
ve te’lifte yeni edebȋ bir üslup ve ekol icat ettiği söylenebilir. (İbn Türke, 1379).
İlm-i hurȗf ve sayı konusunda otorite olarak değerlendirebileceğimiz İbn Türke, söz konusu alanda
İslâm düşünce tarihinde derinlemesine tetkiklerde bulunan nȃdir düşünürlerden biridir. Onun bu ilme
merakının ailesinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Bu manada İbn Türke’nin babası Efdalüddin b.
Ebî Hâmid’in Hurȗfîliğin kurucusu Fazlullah Esterâbâdî ile irtibat kurduğu belirtilmektedir. (MelvinKoushki,
2012). İbn Türke’nin hurȗf ilmiyle meşgul olması ve bu ilimden hareketle bazı yorumlarda
bulunması, zamanın zâhir ulemasını rahatsız etmiş olmalı ki, mesele onun hakkında imandan çıkmış
olduğuna dair iftiralar atılmasına, hatta padişaha şikâyete kadar gitmiş, sonunda da hapse atılmıştır. (İbn
Türke, 1378).
Timurluların zamanında ilmi şöhretini elde eden İbn Türke, kıskanç kimselerin etkisi ve ona karşı
olanların birtakım olumsuz tutumlarıyla ömrünün son üç yılını ıstırap ve acı içinde hapishanede geçirmek
zorunda kalmış, sonunda vatanından sürülmüştür. Eserlerinin çoğunu ve en önemlilerini, bu ıstıraplı günleri
de içerecek şekilde, h. 810-835 (m. 1407-1432) yılları arasında yazmıştır. İbn Türke’nin Arapça ve Farsça
olarak kaleme aldığı eserlerinden bazısının İslâm kültür mirasında çok önemli bir yeri vardır. (İbn Türke,
1379).
Meşşâîlikten İrfan ekolüne doğru bir seyir takip eden İbn Türke’nin ilmî şahsiyeti, vermiş olduğu
eserlerle olgunluğa ermiştir. İslâmî ilimlerin hemen her alanında eser vermiş ve bu yönüyle çok yönlü bir
düşünür niteliğine sahip olan İbn Türke’nin telifatını kısaca tanıtmaya geçebiliriz.
1.b. İbn Türke’nin Eserleri
İbn Türke, yaklaşık kırk beş kadar Arapça-Farsça kitap veya risâle kaleme almıştır. Bunlardan yirmi
beş tanesi Farsça, geri kalanı ise Arapça’dır. İbn Türke’nin yirmi iki eseri basılmış veya yayımlanmıştır.
Onun eserleri şiirden romana, tasavvuftan felsefe ve mantığa kadar çeşitlilik arz etmektedir. Düşünürümüz
eserlerinde kullandığı dil ve üslup yönüyle de farklılığını gösteren bir kişidir. Ondan önce Arapça ve Farsça
olarak irfan, felsefe, mantık ve kelâm alanlarında edebȋ bir üslupla telif edilmiş bir kitaba şahit
olmamaktayız. (Melvin-Koushki, 2012; İbn Türke, 1378).
Biz burada İbn Türke’nin bütün eserleri hakkında ayrıntılı bilgi vermenin tebliğ formatının sınırlarını
zorlayacağından, düşünürümüzün belli başlı çalışmaları üzerinde durarak, diğerleri hakkında da referans
vermekle yetineceğiz.
Temhîdü’l-Kavâid
İbn Türke’nin et-Temhîd fî şerh-i kavâidi’t-tevhîd ismiyle anılan bu eseri, Arapça olup müellifin
kitapları arasında en meşhur olanıdır. Bu eser daha çok kısaca Temhȋdü’l-Kavȃid olarak bilinir. Eserin ön
sözünde de belirtildiği üzere, bu kitap İbn Türke’nin dedesi Ebȗ Hâmid Muhammed Türke’nin mutlak
varlık (vücȗd-u mutlak) hakkında felsefî-mistik anlayışını ortaya koymak için yazdığı Kavâidü’t-Tevhîd
adlı kitaba yazılmış bir şerhtir.
Torun İbn Türke, dedesinin söz konusu eserini şerh ederken, Meşşâî ve İşrâkî felsefeye dair malumatı
hakkında kendi kabiliyetini gösterir, zaman zaman İbn Sînâ ile Sühreverdî’den alıntılar yapar. Ayrıca bu
filozofların şüphelerine cevap vermede Sadreddin Konevî ve Müeyyedüddin Cendî tarafından
şekillendirilen İbn Arabî düşüncesine öncelikli olarak yer verir. Bu bağlamda İbn Türke adı geçen eserinde
Meşşȃȋ, İşrȃkȋ ve İbn Arabȋ’nin temsil ettiği İrfan felsefesi arasında bir sentez yapmaya çalışır. Eserin bir
diğer özelliği ise, Şiî ilim çevrelerinde felsefî-mistik düşünce üzerine temel öğretici bir metin olmasıdır.
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
303 | P a g e
Özellikle Kum şehrinde gerçekleştirilen irfan bölümüyle ilgili seminer programlarında eserin başat bir
konumda bulunması, onun ne derece önemli olduğunu göstermektedir.
İbn Türke, pek çok eserinde ilm-i hurȗfa atıflar yapsa da, Temhîdü’l-Kavâid’te bu ilme dair herhangi
bir telmihte bulunmamaktadır. Çalışmamızın merkezinde yer alan eser olması yönüyle, İbn Türke’nin
metafiziğe dair görüşleri bu eserden hareketle verileceği için söz konusu kitap hakkında verilen bilgilerin
yeterli olduğu kanaatindeyiz.
Temhȋdü’l-Kavȃid’in şerh ve açıklamalı olarak bazı küçük isim değişiklikleriyle pek çok kez basımı
yapılmıştır. Bu eserin İran’da en çok okunan baskısı, Hasanzâde Âmulî’nin şerh ettiği kitap olup, bunun
yanında bir de Temhîdü’l-Kavâidi’s-sȗfiyye adında İbrahim Kîyâlî’nin şerh ettiği Beyrut basımı (2005) eser
mevcuttur. (Melvin-Koushki, 2012; Turgut, 2015).
Şerhu Füsûsi’l-hikem
İbn Arabî’nin Füsȗsü’l-hikem adlı eserine İbn Türke’nin Arapça yazmış olduğu şerhtir. Bu çalışma,
adı geçen esere yapılan şerhlerin içinde önemli bir yere sahiptir. İbn Türke, şerhini oldukça detaylı bir
şekilde yazmış ve burada ilm-i hurȗf’un verilerinden çokça yararlanmış, ayrıca eserinde kendisinin
Risâletü’l-Hurȗf adlı eserine de atıflarda bulunmuştur. Şerhu Füsȗsi’l-hikem iki cilt halinde Muhsin
Bîdârfâr’ın tahkikiyle basılmıştır. (Kum 1420/2000). Muhakkik, eserin başlangıç kısmında irfan, İbn
Türke’nin hayatı, ilmi yönü ve şahsiyeti, ilm-i hurȗf gibi konularda ayrıntılı bilgi vermektedir. (MelvinKoushki,
2012; Turgut, 2015).
Kitȃbü’l-Menȃhic fi’l-mantık
İbn Türke’nin oğlu Muhammed’e ithafen yazdığı Arapça bu eser, müteahhirȗn filozofların takip ettiği
usûle göre ele alınmış mantık kitabıdır. Düşünür, çoğu yerde İbn Sînâ’nın Şifâ’sına atıflarda bulunur. Kitap,
ilim konusuna genel bir girişle başlayıp onu dört menhec (yöntem, metot) takip eder. İbn Türke, eserin
merkezine, kendi döneminin metodunu yerleştirir. Örneğin, kıyas meselesinde, antik filozofların
görüşlerinden ziyade dönemindeki görüşlere yer vermeye çalışır. Eser, Seyyid İbrahim Dîbâcî tarafından
yayınlanmıştır. (Tahran 1376/1997). (Melvin-Koushki, 2012; Turgut, 2015).
Kitâbü’l-Mefâhis
İbn Türke’nin en bilinen eserlerinden biri olan bu çalışma, el-Mefâhis mine’l-‘ulȗmi’l-ilâhiyye ismiyle
de anılmaktadır. Düşünürümüzün Arapça yazdığı bu eser, sayılar, harflerin ilmi ve onun varlık mertebesine
uygulanışı, dil sembolizmi gibi konuları içerir. O, söz konusu meseleleri ilm-i hurûf ve a’dâd penceresinden
ele alırken, aynı zamanda Bir’in tecellileri ve çokluğun O’ndan çıktığının temellerini göstermeye
çalışmaktadır. İbn Türke eseri yazarken Seyyid Hüseyin Ahlâtî ve İbn Arabî gibi düşünürlerin eserlerinden
yeterince istifade eder. Düşünür, bu eserde Şerhu Füsȗsi’l-hikem, Risâletü Encâm ve Esrârü’s-salât adlı
çalışmalarına yer yer referansta bulunmaktadır. İbn Türke’nin bu eseri Matthew S. Melvin-Koushki
tarafından doktora tezi olarak hazırlanmış ve yayınlanmıştır (Ann Arbor-Michigan 2012). (MelvinKoushki,
2012; Turgut, 2015).
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, İbn Türke’nin Arapça ve Farsça çeşitli sahalarda kaleme aldığı
yaklaşık kırk beş eseri vardır. Biz onun çalışmaları arasında en dikkate değer olanlarına burada yer vermeye
çalıştık. Şunu da ifade etmemiz gerekir ki, İbn Türke’nin diğer eserleri de elbette önemlidir. Özellikle
düşünürümüzün ülkemizde pek bilinmediği gerçeğini göz önüne aldığımızda, araştırmacıların onun
kitapları üzerinde yoğun mesai harcamaları gerekmektedir.102

102 İbn Türke’nin eserleri ve bunların içerikleri hakkında detaylı bilgi için bkz.:Melvin-Koushki, Matthew
S., The Quest for a Universal Science: The Occult Philosophy of Ṣā’in al-Dīn Turka Iṣfahānī (1369-
1432) and Intellectual Millenarianism in Early Timurid Iran, (2012). ProQuest Publishing, Ann
Arbor-Michigan, ss. 80-166; Turgut, A. Kürşat, İbn Türke Metafiziği, (2015). Tibyan Yayıncılık,
İzmir, ss. 64-78.
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
304 | P a g e
2. İBN TÜRKE’NİN İSLÂM DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ
Düşünürümüz İbn Türke, İbn Sînâ, Sühreverdî ve İbn Arabî’nin öğretilerinin sentezini
gerçekleştirmeye çalışan bir âlim olarak ve böylelikle belirli bir tarzda Molla Sadrâ’nın başarısını
müjdelemesi açısından önemli bir konumda bulunmaktadır. Nasr, İbn Türke’nin bu sentezci yönüyle ilgili
olarak, onun Meşşâî, İşrâkî ve Sȗfî okulların her üçünde de hakkıyla üstad olmuş biridir, şeklinde
açıklamalarda bulunur. (Nasr, 2009).
İbn Türke’nin ismi mezkûr düşünürlerden etkilenip daha sonra ortaya çıkacak düşünce ekollerine fikrȋ
kaynaklık etmesi, onun ilmî yönünün derinliğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Örneğin, felsefî
alanda Aşkın Hikmet (el-Hikmetü’l-müte‘âliye) ve Isfahan Okulu’nu İbn Türke’yi dikkate almadan
düşünmek mümkün değildir. Bu bağlamda düşünürümüz, farklı alanlara ait gerçek bilgiler (el-me’ârifu’lhakikȋ)
arasında sağlam esaslar üzerinde uyum inşa etmeye çalışan ȃlimlerin öncüleri arasında yer
almaktadır. Örneğin İbn Türke, tenzilȋ vahy hakikatleri ile zevkî irfan, burhânî bahs üzere kurulu hikmet
yolunu ve edebȋ nakil metodunu birleştirmeye çalışır. Bunu yaparken de adı geçen ilimler arasında zahirȋ
ihtilaf ve çelişkileri de ortadan kaldırmaya gayret eder. Gazzâlî, Nâsıruddin Tȗsî, Seyyid Haydar Âmûlî ve
Devvânî gibi ilim ve irfan ehli bazı âlimler, farklı ilimler arasında bir uzlaştırma arayışına gitmişlerdir.
Ancak onlardan hiçbirisi İbn Türke’nin ilimler arasında uzlaştırma ve birleştirme yönünde sergilediği bir
sağduyu mertebesine ulaşamamıştır. (İbn Türke, 1379).
İbn Türke’nin İslâm felsefesinin iki önemli ekolü olan Meşşâîlik ile İşrâkîlik’i İbn Arabî’nin
öncülüğünü yaptığı İrfan anlayışını uzlaştırma çabası içerisinde olması, düşünürün İslâm düşüncesindeki
yerini göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. İbn Türke’nin bu minvalde bazı görüşlerine yer
vererek söz konusu yerini biraz daha müşahhas hâle getirmeye çalışacağız. Örneğin İbn Türke’nin metafizik
ilmi hakkındaki yaklaşımına değinecek olursak; o, öncelikle söz konusu ilme bir sıfat daha ekleyerek onu
mutlak ilâhî ilim (el-ilmü’l-ilahiyyü’l-mutlak) şeklinde isimlendirir. İbn Türke, adı geçen ilmin, mutlak
anlamda en üstün ilim, ayrıca onun mevzusunun da anlam olarak (mefhȗmen) mevzuların en kapsamlısı
olduğunu belirtir. İbn Türke, mutlak ilâhî ilmin mana olarak en açık bir ilim, bunun yanında tasavvur ve
anlayış açısından da ilimlerin en köklüsü (kadȋm) olduğunu ifade eder. Bunun yanısıra kapsam sahasının
genişliği ve mevzusunun umumiliğine göre, bu ilmin burhân alanında da ilimlerin en yücesi olduğunu
vurgular. (İbn Türke, 2005).
Görüldüğü üzere İbn Türke, mutlak ilâhî ilmi konu, anlam, açıklık ve kapsam açısından, diğer
ilimlerin üzerinde görmektedir. Düşünürümüz, İbn Sînâ’nın bu ilmin ilk konusunun “var olması açısından
varlık, bunların hepsi arasında ortak bir şey (emrun müşterekun) ve bundan dolayı da onun metafiziğin
konusu yapılması gerektiği” hakkındaki görüşüne istinaden bunun da “mâ ba’de’t-tabî’â” şeklinde
isimlendirilen ilimden başka bir şey olmadığına dair bir iddianın olduğunu söyler. İbn Türke, bu iddiaya şu
şekilde cevap vermeye çalışır: Şayet varlık kazanmış şeyin (el-vücȗdü’l-me’hȗz) söz konusu ilme konu
olması gerekirse, o mutlak mücerred varlık olur. Ayrıca bu ilme konu yapılması anlamında müşterek varlık
(el-mevcȗdiyyetü’l-müştereke), kendisine ârız olması açısından eğer söylenenlerin tamamını kapsasaydı,
söz konusu ilme konu yapılan anlamın dışında gerçekte o (müşterek varlık) mücerred mana olurdu. Ancak
müşterek varlıktan her birinin özellikleri, Meşşâîlerin nazarında varlık olması açısından varlığa bağlı
olmadığı gibi ona dâhil de değildir. O zaman gerçekte bu varlık, adı geçen ilme konu olması anlamının
dışında mücerred manadır. Çünkü o, bu manada hususiyetlerin hakikatinin kendisi ve bu özelliklerinin
aynısıdır. Öyleyse o, mücerred nispet, izafet ve farklı izafet cihetleriyle mütemayiz teayyünlerin
suretleridir. İbn Türke, tanımladığı mutlak ilâhî ilim ile mâ ba’de’t-tabî’a (metafizik) arasında fark
olduğunu ve bu farkın da mutlak ile mukayyed arasındakine benzediğini vurgulamaktadır.103 (İbn Türke,
2005).
Metafizik diye adlandırdığımız ilâhî ilme “mutlak” nisbesi getiren İbn Türke, bunun mâ ba’de’ttabî’a’dan
farklı olduğuna dikkat çekmektedir ki, söz konusu husus düşünürümüze özgü bir özellik olsa
gerektir. O, ayrıca İbn Sînâ’nın metafiziğin ilk konusu olarak tavsif ettiği “var olması açısından varlık”
ifadesinin de ötesinde onun gerçekte mücerred mana olduğunu vurgular ki, bununla soyut nisbet ve farklı

103 krş.: İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ Metafizik I, çev.: E. Demirli- Ö. Türker, Litera Yay., İstanbul 2004, s. 11
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
305 | P a g e
izafet cihetleriyle teayyünlerin suretleri olduğuna dikkat çektiğini görmekteyiz. Düşünürümüzün metafizik
ile ilgili görüşleri bakımından İbn Sînâ ile arasında büyük farklılık yoktur. İbn Sînâ metafiziğe Aristoteles
çizgisinde açıklama getirirken, İbn Türke meseleye kendi düşünce sistematiğine uygun olarak İrfanî
geleneğin terminolojisiyle yorum getirmektedir.
İbn Türke’nin Tanrı tasavvuru hakkındaki görüşlerine özetle temas edecek olursak; o, Bir ve Hakk
olan varlığın (el-vücûdü’l-vâhidü’l-hakk), zâtının nuruyla zâhir olduğunu söyler. Öyle ki, bu varlığın zâtı,
mutlak hüviyeti gaybî olduğundan O, nur ile âşikardır. (İbn Türke, 2005). Düşünürümüzün bu
cümlelerinden öncelikle onun Tanrı’yı “Hakk” şeklinde tavsif ettiğini görüyoruz. Tanrı’nın isimlerinden
olan Hakk kelimesinin Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi Meşşâî filozoflar tarafından da Tanrı için
kullanıldığını ve O’nu “İlk Hakk” şeklinde nitelendiklerini biliyoruz. Zira Kindî’nin değer ve mertebe
yönünden felsefenin en değerlisinin ve yücesinin “ilk felsefe” olduğunu belirttikten sonra, bununla her
gerçeğin sebebi olan “İlk Gerçek” hakkındaki bilgiyi kastettiğini söyleyerek Hakk ismine atıfta
bulunduğunu görmekteyiz. (Kindî, 2006).
Fârâbî, el-Medînetü’l-fâzıla’da Tanrı’nın Bir’liğinin zâtıyla aynı olduğunu, âlim ve hakîm sıfatlarla
muttasıf bulunduğunu belirtirken, bu niteliklerin yanında Hakk sıfatına da yer vermiştir. Filozofa göre hak,
var olmaya, hakikat de bazen varlığa karşılık gelir. Fârâbî, Tanrı’ya Hakk denilmesini iki yönden ele alır:
Tanrı, hem varlığının en mükemmel varlık olması yönüyle hak, hem mevcûdu, mevcûd olduğu gibi bilmiş
bir mâkul olması bakımından haktır. (Fârâbî, 1986). İbn Sînâ ise Zorunlu Varlık’ın zâtı gereği sürekli Hakk,
mümkün varlığın ise başkası nedeniyle hak, kendiliğinde bâtıl olduğunu belirtir. Ona göre Varlığı Zorunlu
Bir’in dışındaki her şey kendiliğinde bâtıldır. Bu bağlamda filozof, varlık yalnızca kendisine ait olduğu için
Tanrı’yı en tam, varlığı ile mâhiyeti aynı olduğu için de en gerçek (Hakk) varlık olarak düşünmektedir. İbn
Sînâ’nın Tanrı’yı Hakk şeklinde tavsif etmesine bakıldığında filozofun onu Tanrı’nın varlığının zorunlu
oluşu ile irtibatlandırmak suretiyle açıkladığını görmekteyiz. (İbn Sînâ, 2004).
Meşşâî filozofların Tanrı’yı mezkûr şekilde tavsif etmesi düşünürümüz üzerinde etkili olurken, Tanrı
hakkında “zâtının nuruyla zâhir olduğu” yönündeki ifadesi de onun üzerinde hem İşrâk hem de İbn Arabî
felsefesinin etkisini göstermektedir. İbn Türke’ye göre “Nur” kavramı da Hakk kavramı gibi Tanrı’nın
isimlerinden biri olup, bu terim “Allah’ın zâhir ismiyle tecellî etmesi, yani tüm eşyanın suretlerinde kendini
gösteren ilâhî varlık” anlamında kullanılmaktadır. (Uludağ, 1991). Tanrı’nın yerine “nur” kavramının en
yaygın kullanılışı Sühreverdî tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak ondan daha önce Gazzâlî’nin de adı
geçen kavramı bu bağlamda kullandığını biliyoruz. Düşünürün sadece bu kavram üzerinden Mişkâtü’lenvâr
adlı eserini yazdığını da burada hatırlatmakta fayda vardır. Gazzâlî bu eserinde “nur”kavramının
anlamından hareketle bilgi ve varlık anlayışını ortaya koymaktadır. (Gazzâlî, 2006; Sühreverdî, 1373).
Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalar göz önüne alındığında, düşünürümüzün Tanrı’nın
varlığı hakkındaki isimlendirmelerinde öncelikle Meşşâî ve İşrâkî öğelerin etkisi olduğu belirgin bir şekilde
görülmektedir. Ancak İbn Türke, Tanrı’yı “Bir” olarak isimlendirdikten sonra, O’nun tecellilerinin çokluğu
konusunda İbn Arabîci İrfan geleneğini takip ettiğini görüyoruz.
İbn Türke, Tanrı hakkında, O’nun mevcut, varlığının zâtı olduğu, vâcip ve bir, basit, nedensiz, şey,
mutlak gerçek gibi niteliklerle vasıflandırılabileceğini belirtir. İbn Türke’nin Tanrı’nın nitelikleri
konusunda O’nun varlığının zorunlu olmasını, yokluğu kabul edip etmemesine dayandırdığını ve bununla
Vâcibü’l-Vücûd’u ispat ettiğini görüyoruz. Tanrı’nın ispatı konusunda sadece bu kadar bilgiyle yetinilmesi
gerektiğini belirten İbn Türke, zeki insana az şeyin yeteceğini, akıldan yoksun kimselere ise çok bilginin
bile yetersiz kalacağını ifade eder. Ancak Tanrı’nın ispatı için sayısız yöntemlerin kullanılabileceğini
söyleyen İbn Türke, bunlardan bir kısmını anlayışlı kimselerin basiretine sunacağını belirtir.
Düşünürümüz İbn Türke’nin Tanrı-âlem ilişkisini açıklarken İbn Arabî’nin takip etmiş olduğu
sistemiz izler. O da Zorunlu varlık ile mümkün varlık arasındaki irtibatı, teayyün ve tecellî kavramlarına
müracaat ederek açıklamaktadır. Bu bağlamda İbn Türke, lâ-teayyün, teayyün-ü evvel (hakikat-i
muhammediyye) ve teayyün-ü sânî gibi İbn Arabî’nin çizmiş olduğu varlık perspektifini aynen
kullanmaktadır. İbn Türke, varlık mertebelerini lâ-teayyün ile başlatıp, teayyün-ü evvel, teayyün-ü sânî,
mertebe-i ervâh, mertebe-i misâl ve mertebe-i ecsâm şeklinde sıralamıştır. Düşünürümüz yeri geldiğinde
adı geçen teayyün veya mertebelere farklı isimler vermektedir. Çünkü İbn Arabî ve onu takip eden
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
306 | P a g e
düşünürler eserlerinde hem söz konusu mertebeleri farklı kategorilere ayırmakta hem de bunlara daha farklı
isimlerle göndermede bulunmaktadırlar. İrfan geleneği düşünürleri mertebe-i ecsâmdan sonra bir başka
mertebeden daha bahsederler ki bu mertebe-i insan ismiyle bilinen son mertebedir. (İbn Arabî, 2014; Kılıç,
2009).
İbn Türke’nin Tanrı-insan hakkındaki görüşlerine kısa da olsa temas edecek olursak; o, varlığın
zuhuru açısından en son ve en mükemmel mertebe denilmesiyle ilgili olarak bundan maksadın, varlığın
zuhur yönlerinin çeşitliliği ve onun eserlerinin çokluğu olduğunu belirtir. Çünkü mertebe-i insan, müessiri
için mazhar ve suret olan bir eserden ibarettir. Her ne zaman bu eserde müessirin zuhur yönleri en çok ve
orada eserlerinin kabulünün çeşitliliği en kapsamlı olsa söz konusu mertebe zorunlu olarak en mükemmel
bir konumda olur. Bu hususun hissedilir şeylerde de zâhir olduğu açıktır. Zâhir olan şey, özet olarak
varlığının mevcut ve hayat sahibi (zî-hayât) olması gibi, onun küllî arazları ve umumî ilinekleri açısından
idrak edilir. Varlığının his, hareket ve konuşma (nutk) sahibi olması gibi, zâtı ve unsurları açısından da
onun hakikat ve mâhiyetinin makul olması söz konusudur. Bunların hepsi de onun küllî hakikatine delalet
eder. (İbn Türke, 2005).
Düşünürümüze göre son mertebede varlığın eserleri ve buradaki özellikleri, pek çok yönden
mertebelerin tamamında idrak edilmeyen şeylerden daha fazladır. Bu ise Vâhid’in zuhur eden pek çok şeyin
tamamı üzerine teayyünüdür ki o, îcâdî hareketin en uç sınırıdır. Çünkü zuhur, amaç olan cem’ul-cem’in
ehadiyyetidir. İrfan geleneğinde cem’ul-cem, Hak’tan başka hiçbir şeyi görmeme hâli olarak isimlendirilir.
(İbn Türke, 2005). Son mertebe olarak tavsif edilen cismânî âlemden zuhur edecek şuurlu tek şeyin insanî
unsur olduğunu dile getiren İbn Türke, bunun da zuhur açısından suret mertebeleri ve diğer zuhur
vechelerinin tamamına yönelik ihata vasfına sahip olduğunu söyler. Ona göre insaniyyet mertebesinde
zuhur ve izhâr (ortaya çıkarma) taraflarından her birine göre cem birliği (ehadiyyetü cem’) vardır. Çünkü
o, adetâ imkân ve vücûb denizinin birleşme yeridir. Bundan dolayı onun hakikatinden “kâb-ı kavseyn” yani
imkân ve vücûb yayı olarak bahsedilir. (İbn Türke, 2005).
İbn Türke’nin varlık mertebelerinin sonuncusu ve mükemmeli olan ile kastettiği insan-ı kâmil
mertebesidir. O, insan-ı kâmil anlayışı üzerinde dururken öncelikle cüz’î idraklerin insanın kemâle
ulaşmasına engel teşkil etmeyeceğini belirtir. Aksine o, kemâle ermiş insanın, idrak mertebelerinde onların
yeteneklere sahip olmakla mükemmelleşeceğini düşünür. Bu ise mürşidin hâlinden rehberlik isteyene
nispetle müşâhede edilir ve o da bu melekenin elde edilmesi ve söz konusu idraklerin melekeyle alışkanlık
kazanması dolayısıyladır. Düşünürümüze göre insan, birbirinden haberdar olan bu görünen ve görünmeyen
idraklerinin arkasında alışılmışın dışında başka bir idrak türüne sahiptir. İnsanın söz konusu idraklere
nispeti, cinsin türsel hisselerine olan nispeti gibidir. Bu idrakler, onun çeşitlerinin suretleridir. Onun idraki
ise, mutlak hakikatin idrak edilmesiyledir. Gizli sırrı da gizlenmiş tecellȋ olması yönünden küllȋ isti’dȃdıyla
Hakk’ın zâtından teayyün edendir. O, bu isti’dâdla vücûd-u mutlaktan özel hisseyi kabul eder. Aslında bu
teayyün, Hakk’ın ezelî bir vasfı olup bir şeyin ma’lûmî suretini gerektirir. Çünkü o, irade nispetinin
ardından gelen ilmȋ nispete tahsis edilir. Söz konusu iradî nispete mümkün varlıklar arasında irade edilenin
yaratılmasını isteyerek îcâdî teveccüh şeklinde izafe vardır. Bu ise, “Bir şeyin olmasını irade ettiğimiz
zamandaki sözümüz, ona ‘Ol!’ dememizdir.” (Nahl, 16/40) anlamındaki âyette ifade edilen hususa işaret
etmektedir. (İbn Türke, 2005).
İbn Türke, insanın hakiki kemâle yani insanın diğer isim ve hakikatleri birleştiren mertebeye ulaşması
hususunda ehl-i tahkikin biraz sonra değineceğimiz konuda ittifak ettiğini söylerken bir anlamda kendisi
de zımnen onların görüşlerini benimsemiş olmaktadır. Onlara göre insanın söz konusu mertebeye ulaşması
ancak gelişme sürecinde geçici ve sürekli tavırlarla onda meydana gelen problemlerin çözülmesinden ve
girip de ilerlediği her mertebede kazandığı şeylerin sınırlarından kurtulduktan sonra gerçekleşir. İşte bu
insan gerçek hürriyete erer ve onda bu hakikatin gerektirdiği zâta ait mutlaklığa ulaşma meydana gelmiş
olur. Daha sonra da o, olduğu hâl üzere hakiki ve aynî idrak etmek anlamındaki gerçek kemâle ulaşır.
Mutlak mertebesine ulaşmayan kimselerden (sâlik) hiçbiri söz konusu hakikatleri idrak edemez. Ona göre
her mertebeye göre idrak, o mertebenin özel hükümleriyle karışmıştır. (İbn Türke, 2005).
Düşünürümüz, insanın kemâle ulaşması noktasında belli hususlara dikkat çeker. İbn Türke, insanın
ahlâkî anlamda kemâle ulaşmasını sadece aklî yetilerin kullanılmasına bağlamamakta, bunun yanında
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
307 | P a g e
insanın mutedil mizacına uymayan veya onu itidalden uzaklaştıracak her türlü kötü eylemlerden uzak
durması gerektiğini de belirtir. İslâm düşünce geleneğinde felsefe ve tasavvuf alanında insanın yüce
hakikatlere vâkıf olma ve ahlâkî olgunluğa erişme noktasında üzerinde en çok durulan hususlardan birisi
de nefsi arındırma ve saflaştırmadır (tasfiye ve tezkiye). İrfan geleneğine mensup düşünürlerin de söz
konusu hususu göz ardı etmediği, düşünürümüzün Hallac-ı Mansûr ve İbn Arabî gibi bu geleneğin
öncülerine referansta bulunması, onların görüşlerine zımnen de olsa katıldığını göstermektedir.
Görülüyor ki İbn Türke, pek çok konuda olduğu gibi, insanın aklî ve yakinî bilgileri elde etme
konusunda da sentezci bir yaklaşım sergilemektedir. O, bir yandan aklın yetilerinin kâmil manada
kullanılmasına vurgu yaparken, diğer taraftan da nefsin arındırılması gibi ahlâkî meziyetlerle kişiyi kötü
duygulara sevkedecek şeylerden uzak durmasını salık vermektedir. Düşünürümüzün insanın zikredilen
birtakım ilimleri elde etme veya belli bir olgunluğa erişme noktasında bir şeyhe ve imama bağlanmasının
zorunlu olmadığına dikkat çekmesi onun klasik tasavvufî anlayıştan farklı bir yerde durduğunu
göstermektedir. İbn Türke’nin epistemolojisinde duyu organları ve aklın yanında sezgi, işrâk ve keşfe atıfta
bulunması, hatta bunun yanında müşâhade, riyâzet, tasfiye ve tezkiye gibi irfanî öğelere yer vermesi onun
sentezci bir fikri yapıya sahip olduğunu göstermektedir.
SONUÇ
İbn Sînâ’nın kurmaya çalıştığı Meşrikî Hikmet düşüncesine Sühreverdî’nin farklı felsefî bakış açısı
ona canlılık kazandırmıştır. Sühreverdî ile felsefe tasavvuf alanını ciddi anlamda etkilemiş ve bu etkiden
de İrfan felsefesi adı altında yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. Adı geçen felsefede ismi öne çıkan düşünür,
şüphesiz İbn Arabî’dir. Onun fikirlerinin temellerine bakıldığında genel olarak hem ilk dönem sufilerin
hem de Sühreverdî’nin görüşlerini bulmak mümkündür. İbn Arabî ile şekillenen İrfan geleneği, Sadreddin
Konevî, Dâvûd el-Kayserî, Molla Fenârî gibi pek çok düşünürle temsil edilmiştir. İrfan felsefesine nazarî
tasavvuf da diyen araştırmacılar, bu anlayışı teorik tasavvuftan ayıran hususun ondaki güçlü felsefî bakış
açısı olduğuna ve İrfan düşünürlerinde genel olarak bir tarikata bağlanma gibi bir özelliğin bulunmadığına
dikkat çekmişlerdir. Bu manada felsefenin tasavvufa etkisi sebebiyle özellikle İrfan geleneğinde yoğun bir
şekilde felsefî tartışmaların yapılmış olması dolayısıyla tasavvufun bu safhasına ‘felsefîleşmiş tasavvuf’
adını da vermişlerdir.
İbn Arabî ile zirveye çıkan İrfan geleneğinin on beşinci yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri de
İbn Türke’dir. O, İslâmî ilimlerin hemen her sahasında eser vererek ilmî yetkinliğini ispat etmiş bir
düşünürdür. İbn Türke, söz konusu geleneğe bağlı kalarak İbn Arabî’nin Füsûs’una bir şerh yazmış, fakat
düşünürün Temhîdü’l-Kavâid adlı eseri söz konusu şerhten daha meşhur olmuştur. Bu eserin ön plana
çıkmasının nedeninin, İbn Türke’nin söz konusu eserde Meşşâî, İşrâkî ve İrfan ekolleri arasında bir sentez
yapma girişimi olduğu söylenebilir. İbn Türke, her ne kadar İrfan geleneğine bağlı bir düşünür olsa da yer
yer farklı görüşler ortaya koymuştur. Bu da onu çağdaşlarından farklı kılan önemli özelliklerden biridir.
Nasr gibi araştırmacılar, bu açılardan İbn Türke’nin özgünlüğüne atıfta bulunmuş, ayrıca onun Molla
Sadrâ’nın da fikrî öncüsü olduğunu söylemişlerdir.
Sonuç olarak İbn Türke’nin özetle de olsa değerlendirmeye çalıştığımız görüşleri, İslâm düşüncesinin
hangi aşamalardan geçtiğini ortaya koyması açısından önem arz etmektedir. Ne var ki, düşünürün
sergilediği fikirlerden hareketle onun sistem kurmuş bir filozof olduğunu söylemek pek de mümkün
değildir. Fakat İbn Türke’nin farklı konulardaki mülâhazaları kendi zamanına kadar gelen bilgi birikimini
nasıl harmanladığını göstermesi açısından ayrı bir önemi hâizdir. Bu ise İslâm düşüncesinin gelişim
halkalarını görmek için İbn Türke’nin söz konusu sürece katkılarını ortaya koyar mâhiyettedir.
KAYNAKÇA
Fârâbî, Ebû Nasr, Kitâbu Ârâi ehl-i medîneti’l-fâdıla, (1986). Nşr. A. N. Nader, Dâru’l-Meşrik, Beyrut.
Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed, “Mişkâtü’l-envâr”, Mecmû’atü Resâili’l-İmâm Gazzâlî içinde, (2006).
nşr. Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, IV. Baskı, I-V, Beyrut.
İbn Sînâ, Ebû Ali b. Hüseyin, Kitâbu’ş-Şifâ Metafizik I, (2004). çev. E. Demirli-Ö. Türker, Litera Yay.,
İstanbul.
IMUCO – April 21-22, 2016 Antalya, TURKEY
308 | P a g e
İbn Türke, Ebû Muhammed Sâinüddin Ali, Kitâbu’l-Menâhic fi’l-mantık, (1379). tah. İbrâhîm ed-Dîbâcî,
Tahran.
İbn Türke, Şerhu Füsûsi’l-hikem, (1378). tah. Muhsin Bîdârfer, İntişârât Bîdârî, I-II, Kum.
İbn Türke, Temhîdü’l-Kavâidi’s-sȗfiyye, (2005). tah. Asım İbrahim Kiyâlî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut.
Kamal, Muhammad, From Essence to Being-The Philosophy of Mulla Sadra and Martin Heidegger,
(2010). ICAS Press, London.
Kılıç, Mahmud Erol, İbn Arabî Düşüncesine Giriş, (2009). Sufi Kitap, İstanbul.
Kindî, Yakup b. İshak b. es-Sabbâh, “İlk Felsefe Üzerine”, Felsefî Risâleler içinde, (2006). çev. Mahmut
Kaya, Klasik Yay., İstanbul.
Kurtuluş, Rıza, “Hucend”, (1998). Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c. XVIII, ss. 272-273, İstanbul.
Melvin-Koushki, Matthew S., (2012), The Quest for a Universal Science: The Occult Philosophy of Ṣā’in
al-Dīn Turka Iṣfahānī (1369-1432) and Intellectual Millenarianism in Early Timurid Iran, ProQuest
Publishing, Ann Arbor-Michigan.
Nasr, S. Hüseyin, Molla Sadrâ ve İlâhî Hikmet, (2009). çev. Mustafa Armağan, İnsan Yay., İstanbul.
Sühreverdî, Şehabeddin, Hikmetü’l-işrâk, (1373). nşr. Henry Corbin, Mecmû‘â-i Musannefât-i Şeyh-i İşrâk,
Tahran.
Turgut, A. Kürşat, İbn Türke Metafiziği, (2015). Tibyan Yayıncılık, İzmir.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (1991). Marifet Yay., İstanbul.

Konular